Cevap: On Dördüncü Reşha - Sayfa: 304
kàdir değildir. Ancak, temsil ve icmallerle fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân, kesretle temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesâilde de icmal yapıyor.
Dördüncü nükte: Bu nükte mütercim tarafından tayyedilmiştir.
Beşinci nükte: Müellif-i muhteremi tarafından tayyedilmiştir.
ALTINCI KATRE: Kur’ân başka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet, kelâmın ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemâline kuvvet veren mütekellim, muhatap, maksat, makam olmak üzere dört şeydir. Ediplerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman, fâiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır.
Evet, meselâ, o kelâm emir veya nehiy olursa, irade ve kudreti tazammun, ettiğinden, derecesine göre tezâuf ediyor. Meselâ, Kur’ân’ın 1 يَاۤ اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَكِ وَيَا سَمَاۤءُ اَقْلِعِى âyetiyle, semâ ve arza verdiği emrin tazammun ettiği yüksek ve kat’î irade ve kudret ile derhal semâî sehab çekilir, arz da suyunu yutar.
Ve keza, arz ve semâya
2 اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatle kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmın derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanların câmidâta verdikleri emirler, mütekellimîndeki irade ve kudretin zaafiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları yoktur.
İ’lem eyyühe’l-aziz: Cenâb-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfat ve ef’alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünkü
[NOT]
Dipnot-1 “Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu kes.” Hûd Sûresi, 11:44.
Dipnot-2 “Ey yeryüzü ve gökyüzü! İsteseniz de, istemeseniz de, ikiniz birden emrime uyun.” Fussilet Sûresi, 41:11.
[/NOT]
Ahsen: en güzel, Allah | A’lem: en iyi bilen, Allah |
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah | Ekber: en büyük, Allah |
Erham: en merhametli, Allah | arz: yer, dünya |
cemal: güzellik | câmidât: cansız varlıklar |
derece-i kuvvet: güç derecesi | derece-i ulviyet: yücelik derecesi |
edip: edebiyatçı, yazar | ef’al: fiiller |
emir: buyruk | esmâ: isimler, Allah’ın isimleri |
fehim: anlayış, kavrayış | fâil: bir işi yapan; fiilin sahibi |
gaye: amaç | hayalî: hayale dayalı |
hezeyan: boş söz, saçmalama | hüsün: güzellik |
icmal: özet; özetleme | irade: dileme, istek |
ism-i tafdil: “en üstün, daha üstün, daha iyi” gibi karşılaştırma ve üstünlük ifâde eden sözler | istikbal: gelecek |
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki! | kadir: gücü yeten |
kelâm: söz | kesret: çokluk |
keşfetmek: açığa çıkarmak, bulmak | kudret: güç ve iktidar |
lâzım: gerekli | makam: konum |
mesâil: meseleler | muhatap: kendisi ile konuşulan, hitap edilen |
mukayese: kıyaslama | müellif-i muhterem: saygıdeğer yazar |
münasebet: bağlantı, bağ | mütekellim: konuşan |
mütekellimîn: konuşanlar, söyleyenler | mütercim: tercüme eden, bir dilden bir diğerine çeviren |
naks: eksiklik, noksanlık | nehiy: yasak |
nisbet: kıyas, oran | nükte: ince anlam |
sehab: bulut | semâ: gök, gökyüzü |
semâî: gökle ilgili, gökyüzüne ait | tayyedilmek: atlanmak |
tazammun: kapsama, içine alma | tazammun etmek: içermek, içine almak |
tebarüz: belli olma, görünme | temsil: benzetme, örnek |
tevhid: birleme; her şeyin bir olan Allah’a verilmesi, Ona ait kılınması | tezâuf: katlanarak artmak |
ulviyet: yücelik | zaafiyet: zayıflık, güçsüzlük |
zikretmek: anlatmak, belirtmek | âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi |