Psikoloji, Psikanaliz ile Din, Tasavvuf

Psikoloji, Psikanaliz ile Din, Tasavvuf
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’dur (öl. 1939). Kendisi aslen Yahudi’dir. Yahudi bilgisi, kültürü içerisinde yetişmiş, daha sonra orta yaşlardan itibaren ateist bir tavır takınmıştır.

Psikanaliz’e ilgim rahmetli Ayhan Songar’ın yazılarını okuma ile başladı. Müslümanların bu sahada çekingen oluşları ile ilgim daha da arttı. Bir de bu sahayla uzaktan yakından ilgilenen veya ilgili olan insanların genellikle ateist, iman ve ibadet hayatlarında zayıf olması, psikanalize ilgimi daha da artırdı. ‘Psikanaliz neden insanları imandan yoksun kılıyor?’ sorusunun cevabını bulmak için Freud’un bütün eserlerini okuma kararı aldım. Bununla yetinmedim, ona karşı olan veya ondan farklı bir yol izleyen diğerlerini de okudum. Bunun için aşağı yukarı dört yıl kadar bir zaman harcadım. Bunları şunun için söylüyorum ki, bu yazı öyle üstünkörü, derme çatma bir psikanaliz bilgisiyle yazılmadı. Varılan kanaatler de ağır bir çalışmanın, uzun erimli bir düşünmenin sonucu elde edildi.

Öncellikle Freud’un ‘psikanaliz’ kelimesindeki yanlışlığına dikkati çekmek isterim. Türkçesi ruhçözümleme. Aslında doğrusu nefisçözümleme olmalıydı. Zira Freud ruhun değil, nefsin anatomisinin çözümlemesini yapmıştır. Nefsin de emmare (kötülüğü emredici) düzeyini temel almıştır. Hidayetten yoksun birisinden başka zaten ne beklenebilirdi? Freud sadece ruhu değil Allah’ı da açıkça inkâr etmektedir. Bilindiği üzere ruh, Allah’tan bir nefhadır (soluk). Gıdası ibadetlerdeki nur ve feyizdir. İnsan ibadetlerden uzak bir yaşam sürdüğünde ruh zayıflar, adeta söner. Böyle birisi hemen nefs-i emmaresinin boyunduruğu altına girer.

Şunu unutmayalım ki, ruh hiçbir zaman hastalanmaz. Ruh hastalığı olarak bilinen şeyler, nefisten kaynaklanır. Ruh ibadetsiz kaldığında zayıflar, bir kenara çekilir, hastalanmaz; nefis azgınlaşarak çeşitli hastalıklar baş gösterir. İnsan kötülüğü emreden nefsinin egemenliği altına girer. Bu yanlış durum karşısında hayata tutunmak, diğer insanlarla ilişkileri korumak için nefis, çok büyük sıkıntılar çekmeye başlar ve bazı ruhsal hastalıklara sığınır veya duçar kalır. İnsan iç dünyasında ruhunu hâkim kılsa idi ne herhangi bir ruhsal rahatsızlığa yakalanırdı ne de yaşam ve insan ilişkilerinde üstesinden kalkamayacağı en ufak bir sıkıntıya düşerdi.

Elbette peygamberimiz (s.a.s) hayattan ve insanlardan gelen onca sıkıntıyla boğuşmuştu. Ama o yine de şükreden bir kuldu. Halinden dolayı Allah’tan (c.c.) razı idi. Bu yüzden ruh sağlığı açısından en mükemmel insandı.

Nefis adeta bedenin atmosferidir, ruhudur. Anasır-ı erbanın (hava, su, toprak, ateş) özelliklerini taşır. Anasır-ı erba Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yoktan yarattığı şeylerdir. Onun için nefis yokluğa iştiyak duyar. Allah’ın emrine bağlanmaktansa ölmek ister. Özgürlüğüne çok düşkündür. Ruh ise Allah’tan bir soluk olduğu için ibadetlerden haz alır. Nefsin elinde esir durumda olan bir insan, ruhunun ibadetlerden aldığı bu hazzı pek az duyumsar. Ruhun gıdası ibadetlerden gelir. Nefsin gıdası ise bedene bağlıdır. İçgüdüler nefsin gıda aldığı kapılardır. Din bunları yok farz etmemiş, ama bunların doyurulmasını belli kayıtlara ve ölçülere tabi tutmuştur. Bu kayıtlara ve ölçülere dikkat edilemediği zaman nefis azgınlaşmakta ve iç dünyada büyük bir huzursuzluk baş göstermektedir.

Freud bütün ömrünü nefs-i emmareyi çözümlemeye adadı. Buluşları için çok şanslıydı. Zira çocukluğu ve gençliği ile dindar bir ailede ve muhitte büyümüştü. Tevrat ve onun tefsiri olan Talmut’u okuyarak yetişmişti. Yüce Allah (c.c.) tüm ilahi kitaplarında olduğu gibi Tevrat’ta da insana ruhsal yapısını, iç dünyasını tanıtmıştı, ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Özellikle onun kötülüğe düşkün olan cephesini konu almıştı. Freud, büyüyüp olgunlaştığında ve meslek olarak ruh hekimliği branşını seçtiğinde bu küçüklüğünde ve gençlik çağında ilahi kitaplardan öğrendiği nefis kavramını seküler (din dışı) alana taşıyıp gözlem ve deneylerle onun içeriğini zenginleştirerek insanı yeniden keşfettiğini ilan etti. Bilinçdışı, biliçüstü ve bilinç kavramları ile insanı yeniden tanımladığını söyledi. Hâlbuki bütün bunlarla insanın sadece nefis yönünü gösterdi. Bulduğu yeni bir şey değildi. Bütün ilahi kitapların söylediği, açıkladığı, özelliklerini belirttiği nefis kavramı idi.

Freud insanı içgüdülerinin, özellikle cinsel içgüdüsünün emrinde bir varlık olarak gösterdi. Bu cinsel içgüdü tatmin olmadığında, istismar edildiğinde çeşitli ruhsal hastalıkların baş gösterdiğini belirtti. Ruhsal hastalıkların birinci nedeni olarak bunun üzerinde durdu.

Gerçekten nefsin en temel içgüdüsü cinselliktir. Hayatı o ayakta tuttuğu gibi toplumun temeli olan aile kurumu da ona bağlıdır. Fakat Freud bu buluşu ile insandaki iki gözden sadece birisini görmüştür. Nasıl kafamızda iki tane gözümüz varsa iç dünyamızda da iki tane farklı güç kaynağı, yani nefis ve ruh bulunmaktadır. Nefis için cinsel içgüdü adeta varlık sebebi iken ruh için bunun bir kıymeti yoktur. İnsan Allah’tan (c.c.) bir nefha olan ruhun eğilimlerini dikkate almadığı zaman hayvanlaşmakta, adeta şehvetini ilah makamına yükseltmektedir. Ruhun ızdırabı yücelere ulaşmak, bu garip dünyadan asıl vatanına hicret etmektir. Yüce Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmaktır. Ruh Rabbine inanmaya, ibadetlere muhtaçtır. Bunlarsız hep bir arayış içerisinde bulunur. Ruhunu ibadetlerle tatmin etmeyen kişi, nefsinin azgınlaşmasına, hastalanmasına neden olur. Freud’un temel içgüdü olarak adlandırdığı, tatmin olmadığında kişiyi hastalandırdığını söylediği cinsel içgüdünün esiri olarak kalır. Ruhunu iç dünyasında hâkim kılan kişinin ruhaniyeti nerede, nefsini iç dünyasında hâkim kılan kişinin hayvanlığı nerede? Bunlar adeta cennet ve cehennem gibi birbirinden farklı mekânlara hitap etmektedir. Şöyle hayal dünyamızda bu iki tipi yan yana canlandırdığımızda Freud’un nefis hesabına cinsel içgüdü konusunda söylediklerinin doğru olduğunun; din ve tasavvufun ise ruh konusunda ifade ettiklerinin insanı daha kapsayıcı ve daha doğru olduğunun farkına varırız. Ruh iç dünyada hâkim olduğunda elbette cinsel içgüdü daha düzenli, daha iyi işleyecektir. Cinsel sorunlar, istismarlar nefislerine düşkün ama genellikle ruhlarının gıdalarını ihmal eden insanlarda meydana gelmektedir.

Kuşkusuz Freud bulgularını çok sistematik bir tarzda ortaya koymaktadır. Ayrıca deney ve gözlem gibi bilimsel yöntem ve tekniklerle hareket etmektedir. Bilimsel ve akılcı tavrı da insanları etkisi altına almaktadır. Onun buluşlarına bir süre sonra hayran olmamak elde değildir. Fakat psikanalize kuş bakışı baktığımızda büyük bir yanılsamanın içerisinde olduğumuzu, ruhu inkâr eden Freud’un yalancı bir dünyada, hayal dünyasında gezdiğini hemen anlarız. O insanı değil nefsi konu almıştır. Nefsin bataklığında insanları kurtarmak gibi sonuçsuz bir işe girişmiştir. Çünkü psikanalizde nefsin bataklığı dışında insanın ayaklarını dosdoğru basacağı bir kara parçası bulunmamaktadır. Psikanalizde derinleştikçe insan yavaş yavaş ruhu ve Allah’ı bu yüzden inkâra başlamaktadır. Din ve tasavvufa göre nefsin dini yoktur. Nefis tamamen küfür üzere yaratılmıştır. İnsanlar ilahi tebligatla nefislerine uymamaya davet edilmişlerdir. Çünkü nefis daima kötülüğü emredicidir (bk. Yusuf suresi, 53)

Dini bütün Müslümanlar Freud’un çok büyük bir din düşmanı olduğunu bildikleri için haklı olarak her şeyine karşı çıkarlar. Ona şüpheyle yaklaşırlar. Elbette bu tavır bir reflekstir. İnsanın veya toplumun inancı uğruna kendisini savunmasıdır. Gerçekten Freud’un eserleri çok tehlikelidir. İnsanı adım adım dinsizliğe, manevi bir çıkmaza ve bunalıma götürür.

Psikanalizin dini açıdan tehlikesi, insan hakkında yanlış bilgiler vermesi değildir; hakkın bir kısmı ile insanın bütününü temsil ettiğini söylemesidir. Yani nefsi insanın tüm ruhsal yapısına teşmil etmesi ve ruhu inkâr etmesidir. Freud insana nefis hesabıyla baktı ve şeytanın insanı çamurdan yaratılan bir varlık olarak görmesi gibi onu tebcil etmedi. Oysa yüce Allah Hz. Adem’i (a.s) kurumuş balçıktan yarattıktan sonra ona ruhundan üfledi. İnsanı böylece aziz kıldı. Meleklerin ve şeytanın ona secde etmesini emretti. Şeytan bu emri dinlemedi (bk. Bakara suresi, 30-38). Oysa şeytan da (Allah’ın laneti üzerine olsun), Freud da insana sadece nefis hesabı ile baktılar, onu içgüdülerinin tutsağı bir varlık olarak kabul ettiler, değerlendirdiler. Freud ruhsal hastalıkların bu içgüdülerin tatmin olmamasından kaynaklandığını belirtti, şeytan da insanı günahları süslü gösterip bu içgüdülerle azdıracağı yönünde Allah’a yemin etti (bk. Hicr suresi, 39)

Dini açıdan Freud’a karşı çıkan yazarlar, aslında Freud’u pek incelemeden, yüzeysel bir bakış açısıyla, sığ görüşlerle, hatta sırf Freud’un her görüşüne karşı çıkmak için kitap yazmışlardır. Bunların çoğu okunmaya bile değmemektedir. Freud’un ekmeğine de yağ çalmaktadır. Aslında Freud’a karşı çıkmayan Müslüman yok gibidir. Bu karşı çıkış nedeni ile dinden haberi olmayan, belki din konusunda bir şeyler bilmeyen veya çok az şeyler bilen kişiler de olumsuz yönden etkilenip Freud hayranı olarak dine karşı farkına varmadan cephe alabilmektedirler. Evet, Freud insan hakkında doğruyu söylemiştir. Daha doğrusu insan nefsini tanımlamada, açıklamada, tahlil etmede eşsiz bir deha örneği olmuştur. Fakat zekâsını kötüye kullanmıştır. İnsanı sadece nefisten oluşan bir varlık olarak tanıtmakla, değerlendirmekle büyük bir insanlık suçu işlemiştir, insanlığa zulüm kapısını açmıştır. Onun dine yaptığı tahribatı hiç kimse o derecede gerçekleştirememiştir. İnsanları hakla dalalete (sapkınlığa) sürüklemiştir.

Dindar insanlar onun en çok oedipus kompleksine içerlerler. Hâlbuki küçük yaşlardaki çocuklarda bu tür bir kompleksin varlığını dini bilgiler yok saymamaktadır. İslam inancına göre çocuklar buluğ çağına kadar masumdurlar. Yani günahları meleklerce yazılmaz. Fakat nefis sahibidirler. Yani küçük çocukların bazı günah sayabileceğimiz eğilimleri, nefsanî temayülleri olabilir. Ama akli yetenekleri gelişmediği ve yeterli düzeyde olmadığı için onlar bunlardan dince ve hukuk karşısında sorumlu tutulamazlar. Bu açıdan buluğ çağı günah yaşının girmesinde bir milattır. Hâlbuki biz din ve tasavvuf bilgileri sayesinde şunu biliyoruz ki, Freud’un bulduğu oedipus kompleksi şurada dursun, her insanın nefsinde insanların sahip olduğu, yaşamda gösterdiği bütün kötü huylar, ahlaksızlıklar, haramlar, zulümler tohum halinde yani potansiyel olarak mevcuttur. Bu nedenle Allah dostları manevi eğitimde bir Müslüman’a, hususiyle bir sofiye nefsini Firavun’un, Nemrut’un, Karun’un, kısacası kötülük timsali olarak tanınan herkesin nefsinden daha aşağı görmesini özellikle tavsiye ederler. Zira her insan taşıdığı nefisle bu insanlardan daha zalim ve daha sapık olabilir. Kısacası Freud’un oedipus kompleksi aslında çocukluğun çok masum bir nefsanî eğilimini ortaya çıkaran bir bulgudan öteye bir şey değildir.

Freud’un dine en büyük darbesi ise, psikanaliz denilen sistemin bütünlüğündedir. Psikanaliz nefsi çok mükemmel bir şekilde çözümlemektedir. Yani insanın bir yarımının anatomisini en iyi şekilde vermektedir. Ama psikanaliz nefsi insanın bütününe teşmil etmektedir. Yani insanı sadece nefisten ibaret saymaktadır. Bu yönü ile psikanaliz, nefsi insan yerine koymaktadır. Dolayısıyla psikanaliz hakkın bir yönünü tanımlamaktadır. Diğer ruh yönünü ise inkâr etmektedir. Bu ise insanı öldürmekle eşanlamlıdır. Çünkü insan ruh yönünü canlı tutarak bu dünyada ruh sağlığını korumaktadır. İbadetler ruha nur ve feyz vermektedirler. Ruh ibadetlerden uzaklaşınca nefis dayanaksız kalarak dünyaya ve içgüdülerinin tatminine aşırı derecede meyletmekte, bu sırada bazı engellemelerle veya doyumsuzluklarla karşılaşınca ruhsal hastalıklara yakalanmaktadır. Psikanalizin hastaları sağaltımda sunduğu yöntem şuna benzemektedir: Labirentte bir fare düşünün. Onlarca çıkmaz yolla önüne seçenekler sunulmuş. Fare bir yola giriyor, sonra başka bir yol deniyor. Ama hiçbir yol onu labirentten dışarı çıkarmıyor. Hep içeride bırakıyor. İşte Freud’un psikanalizi hatta ona karşı olan veya alternatif olarak sunulan bütün psikoloji ve psikanaliz, psikoterapi ekolleri de böyledir. Çünkü hepsi de insanları nefis hesabıyla ele almakta ve ruhsal yönlerini inkâr etmektedirler. Sadece nefsanî yönlerini hesaba katan çözümleme ve sağaltım yönleri ile hastaları iyileştirmeleri ise, asla mümkün değildir. Bu büyük bir aldanıştır. Nefis ancak ruhun olgunlaşması ve tatmini ile huzura erer. Ruhun tatmini, olgunlaşması, nefsin sağlığını koruması ise ancak haramlardan uzaklaşma ve ibadetlere yönelme ile mümkündür. İnsanın nefsini ruhundan bağımsız olarak iyileştirmek mümkün değildir. Ruh ve nefis birbirine uyum içerisinde yaratılmıştır. Aralarında rekabet, birbirini alt etme olsa da bunların biri olmadan diğerinin de yaşaması mümkün değildir.

Yüce Allah (c.c.) insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır. Yarattıktan sonra da yalnız bırakmamıştır. Allah (c.c.) tarafından gönderilen dinler, tıpkı çamaşır makinesi üreten bir fabrikanın, bozulan makinelerin tamir edilmesi için servisler kurması gibi bir vazifeye de sahiptirler. Yüce Allah insanların ruhsal yönden sağlıklarını koruması veya bozulan ruh sağlıklarının iyileştirilmesi için peygamberler ve ilahi kitaplar göndermiştir. Günahların hepsi insan nefsini çeşitli hastalıklara uğratır. Farzlar, ibadetler ise insanı ruhsal olarak geliştirir. Özellikle namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin insanı ruhen, sosyal yönden, bedenen ne derece sağlıklı kıldığını açıklamaya bile gerek yoktur sanırım. Allah’ın (c.c.) ibadetlere ise hiç ihtiyacı yoktur. İbadetler sadece bizlerin ebedi ahret yurdumuzu bayındır kılmazlar, onların ayrıca bu dünyaya bakan tarafları da vardır. En başta ruh sağlığımızın korunmasına hizmet ederler. Tıpkı gıdasız kalan bir vücudun en sonunda zayıf düşerek hastalanması gibi ibadetten uzak olan bir insanın da ruhsal yönden hastalanmak dışında başka bir seçeneği yoktur.

Freud’un psikanalizinin (tabii diğer tüm psikoloji ve psikanaliz, psikoterapi ekollerinin) en büyük eksikliği ise, insanın ruhsal etkileşiminde şeytanlara yer vermemeleridir. Bugün artık bilimsel bir olgu olarak cinler âlemi keşfedilmiş, parapsikoloji adı altında da onlar pek çok üniversitelerde bilimsel araştırmalara bile konu olmuştur. Cinlerin inanmayanlarına şeytan denir. Şeytanlar insan soyuna karşı amansız düşmandırlar. Hadislerde ifade edildiği üzere yanında kötü yola düşürmek üzere görevli şeytanı olmayan Müslüman yoktur. Şeytanlar sürekli vesvese verirler. Bu vesveseler bilince sanki kişinin kendi özgün düşünceleriymiş gibi gelirler. Oysa şeytanlardan kaynaklanırlar. Bu tür olumsuz düşünceler şeytanlar tarafından bilinçdışında işlenirler. Buradan bilince yükselirler. Amaçları insanları kötülüklere yönlendirmektir. İnsan ilişkilerinde aklımıza gelen bütün olumsuz düşünceler, hep onlardan kaynaklanır. Yüce Allah (c.c.) Müslümanlara karşı suizanı, gıybeti yasaklayarak şeytanların bu yollarını tıkasa da maalesef şeytanlar bu konuda yine de büyük başarılar kazanmaktadırlar.

Bekârları evlendirmemek, evlileri boşandırmak için şeytanların yapmadıkları oyun yoktur. Mesailerinin büyük çoğunluğu bununla geçer, vesveselerinin en başlıca konusunu bunlar teşkil eder. Çünkü bekâr veya boşanan bir insanın zinaya düşmesi çok kolaydır. Zina ise çok büyük günahlardandır. Zinaya düşen bir insanda ne akıl kalır, ne din. Böyle birisi dünya ve ahret mutluluğundan mahrum kaldığı gibi –tabii şayet tövbe nasip olmazsa- büyük bir belaya da düşer. Evinde, işinde bet bereket kalkar. Nurdan, feyizden mahrum kalır. Allah’ın, meleklerin lanetine müstahak olarak büyük bir uğursuzluk çukuruna düşer. Bu büyük günahın ağırlığından kurtulmak için yavaş yavaş iman mevzularını (ahret gününü, kitabı, peygamberleri …) inkâra başlar veya bu tür inkâr düşüncelerine meyleder. Çok insanın ateizme meyletmesinde nefsin zina isteğinde vicdani rahatsızlığı devre dışı bırakma isteği önemli bir rol oynar. Çünkü sonuçta annesinin, kız kardeşlerinin, varsa kızlarının böyle bir zina fiilini işlemesine vicdanı şiddetle karşı çıkarken kendisinin bunu yapması ona çok büyük bir ruhsal rahatsızlık vermektedir. Bütün bunlardan kurtulmak için iman konularından uzaklaşmak veya onları inkâr etmek kendisini biraz da olsa yatıştıracaktır, rahatlatacaktır.

Freud’un bir buluşuna Kuran-ı Kerim’in dikkat çekmesi ise beni çok şaşırtmıştır. Freud’un psikanalizinin kilit kavramlarından birisi de ‘hadım edilme kompleksi’dir. Buna göre 3-5 yaşları arasındaki erkek çocuklar oedipus kompleksi etkisi altında iken birdenbire hadım (iğdiş) edilme kompleksinin etkisi altına girerler. Bunda en temel etmen karşı cinsin (kadının) erkek cinsel organından yoksun olduğunu keşfetmeleridir. Çocuklar bu yaşa değin bu organın erkek ve kadın bütün insanlarda olduklarını varsayarlar. Eksikliğini düşünmek bile istemezler. Hatta kızları, annelerini çıplak bile görseler onlarda da bu organın küçük olarak (klitorisin) var olduğunu ve büyüyeceğini varsayarlar. İşte bir gün artık erkek çocuk bu gerçekliği kavrar, yani kızlarda erkek cinsel organı olmadığını anlar, bu yüzden büyük bir şok yaşar. Hadım edilme kompleksinin etkisi altına girer. Bu kompleks oedipus kompleksini yıkmaya başlar. Zira erkek çocuk cinsel organının kesilebileceğini düşünür. Bundan büyük bir kaygı duyar. Annesi ile evlenmesi halinde babasının kendisini cezalandıracağını varsayar. Tabii bütün bunlar, genellikle bilinçli değil bilinçaltına bastırılan düşüncelerdir. Dolayısıyla bunların büyükler tarafından hatırlanması, anlaşılması mümkün değildir. İşte yüce Allah (c.c.) buluğa ermeyen çocukların hadım edilme kompleksinde büyük yıkımlar yaşamaması için bir önlem almış ve anne babaların aynı odada kalıp yattıklarında onların çıplak bedenlerini görmemesi için izinsiz olarak içeriye girmemeleri için buluğa ermemiş çocukları da belirtmiştir (bk. Nur suresi, 31). Bunu belirtirken de Kuran-ı Kerim’in bir mucizesi olarak ‘çocuklardan kadınların cinsel organını tanımayan (evi’t-tıfli’l-lezine lem-yezheru alâ avrati’n-nisâi)’ tabirini kullanmıştır. Hâlbuki burada buluğa ermeyen ifadesi kullanılabilirdi. Hem de akıl ve mantık açısından daha uygun düşerdi. Çünkü Kuran-ı Kerim’in çok yerinde bu tabir, yani buluğ kelimesi geçmektedir. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) bu ayette kadınların ‘çocuklardan kadınların cinsel organını tanımayan’ ifadesi ile bu çocukların hassas bir noktalarına vurgu yapmakta, onların hadım edilme kompleksi etkisi altında olduklarına dikkati çekmekte, böyle bir kompleksin etkisi altındaki çocuğun anne ve babasını çıplak olarak görmesinin uygun olmayacağını dolaylı bir şekilde ifade etmektedir. Kısacası bu Kuran-ı Kerim’in büyük bir mucizesidir.

Ben bu mucizeyi görünce çok şaşırdım. Bir de şöyle düşündüm: Keşke bunu Freud da görseydi… Acaba bunu nasıl karşılardı? Kuran-ı Kerim’in kendi keşfini desteklemesine ne derdi? Onun Allah kelamı olduğuna iman eder miydi? Bunlar kafamdan çokça geçti. Ama Allah’ı (c.c.) inkâr eden bir insanın O’nun kitabındaki bir ayetine inanacağına pek ihtimal vermedim. Çünkü zaten dünyadaki, evrendeki her şey Allah’ın (c.c.) varlığına ve birliğine işaret edip dururken bu insanın sadece keşfini doğrulayan bir ayetteki bir işaretle inancını değiştirebileceğini pek sanmıyorum. Bu durum olsa olsa onu kendi nefis hesabına biraz sevindirirdi.

Freud nefsin dilini başarıyla çözümlemiştir. Özellikle nefsanî rüyaları çok başarılı bir şekilde ele almıştır. Hak rüyalara zaten hiç inanmamıştır. Emmare nefis sahibi kişiye zaten hak rüya görme pek nasip olmaz. Bu rüyaları çözümlemede kullandığı serbest çağrışım gerçekten isabetli bir yöntemdir. Daha sonra bu tekniği hastalarında hastalık nedenini bulmada, bilinçdışını ortaya sermede de kullandı. Ayrıca dalgınlıkla, yanlışlıkla yapılan işlerin, söylenen sözlerin bilinçdışını ortaya serdiğini söylemesi ve bu konuda sunduğu malzemeler de kayda değerdir. Kısacası Freud, insan nefsini tanımada bizlere büyük bir hazine sunmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ demiştir. Psikanaliz ise baştan sona nefsi konu almaktadır. İnsan psikanalize bu açıdan bakınca büyük bir hazine ile karşı karşıya olduğunun farkına varmaktadır. Oysa aynı psikanaliz bazıları için ruhu, Allah’ı inkâra kadar götüren bir alan olmaktadır. Bunun en başlıca sebebi onların psikanalizden çıkamamaları, insanı ruh boyutuyla bir bütün olarak görememeleridir.

Tasavvuf yüzyıllarca psikanalizin yaptığı işi yaptı. Hasta ruhlara şifa dağıttı. Bunu yaparken kişinin nefsanî yapısını kırmaya, düzeltmeye; ruhunu beslemeye özen gösterdi. Nefis Allah rızası için iş görmekle, çeşitli mahrumiyetlere katlanmakla (oruç, çile, erbain) ezilir, düzelir, kendisine gelir; ruh ise zikirle nurlanır ve feyizlenir. Nefsini Allah’ın kitabına göre terbiye eden, ruhunu ibadetlerle besleyen bir insanın ruh hastalıklarının esiri olarak kalmasına imkân yoktur. Böyleleri hem dünyada hem ahrette mutluluğa ererler.

Psikanalizin tasavvuf erbabı tarafından doğru bir şekilde anlaşılırsa onları büyük bir marifete götüreceğine, en azından bu sayede nefs-i emmareyi iyi bir şekilde tanıyacaklarına inanmaktayım. Peygamberimizin (s.a.s) buyurduğu gibi ‘İlim Çin’de bile olsa alınız.’ Yine başka bir hadis-i şerifte, ‘İlim Müslüman’ın yitik malıdır, nerede bulursa alır.’ Psikanaliz kuşkusuz sakıncaları bulunan bir ilimdir. Biz bu yazımızda bunların en başlıcalarını zikrettik. Bunun yanında psikanaliz nefs-i emmareyi tanımada adeta bir hazine değerindedir. Bu yönü ile asla ihmal edilmemesi gerekir, kanaatindeyim. Çünkü dinin de tasavvufun da bilgi ve hizmet sahası öncelikle nefis gerçeğini bütün yönleriyle en iyi şekilde tanımakla gerçekleşmektedir.

Freud hayatının sonlarına doğru yazdığı bir makalede psikanalizin hastaları iyileştirmedeki başarısızlığını itiraf etmiştir. Onun bu yazısı da benim için çok ilginçtir. Zira farenin, buluşu olduğunu iddia ettiği psikanaliz labirentinden bir türlü çıkamadığını kabul etmesi beni çok şaşırtmıştır. Bir insanın acizliğini anlaması, büyük bir hikmete kapı açabilirdi. Daha doğrusu hidayete gelmesine vesile olabilirdi veya bu konuda önemli bir rol oynayabilirdi. Ama ne yazık ki, hayatının sonlarında yakalandığı ağız kanseri gibi çok zor bir hastalık da, ayrıca psikanaliz hakkındaki bu karamsar görüşü ve bu konuda aczini ifade etmesi de onu inançsızlık buhranından kurtaramamış, hayatının sonlarında daha çok ateistliğini vurgulayan yazılar yazmasını engelleyememiştir.

Allah (c.c.) nefsi en iyi şekilde bilmeyi ve şerlerinden korunmayı müyesser kılsın, cümlemize imanla çene kapamayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 
Üst