Cevap: Reşhalar - Sayfa: 40
değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbî ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.
SEKİZİNCİ REŞHA: Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azimle, küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz’î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetlerle doldurmuştur.
Evet, Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’ın (radıyallahü teâlâ anh) İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleye güzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesinden binlerce harikalar vardır. O zâtın, o zamandaki icraatına harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda, o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!
DOKUZUNCU REŞHA: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü, bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübâli bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev âdi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir dâvâda yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi?
İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü
Hazret-i Ömer İbnü'l-Hattâb: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] | ahlâk: huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı |
asabî: sinirli | azim: kesin karar |
bilâhare: daha sonra | cemaat: topluluk |
cezb ve celb etmek: bir şeyi çekmek | cezire: yarımada |
cüz'î: küçük; ferdî | evvel: önce |
filozof: felsefe ile uğraşan, felsefeci | haslet: huy, özellik |
hasım: düşman | haysiyet: itibar |
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı | hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Allah’ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur’ân |
hâkim: hükmeden, idareci | hâşâ: asla öyle değil |
icraat: faaliyet, iş | icraat-ı esasiye: temel faaliyetler |
itiyad edilen: alışkanlık hâline gelen | kavim: topluluk, millet |
keza: aynı, aynı biçimde | lâübâli: saygısız, çekinmesi olmayan, dikkatsiz |
mahbub: sevgili | mahcup olmak: utanmak |
misal: örnek, benzer | muallim: öğreten, yetiştiren |
muvaffak olmak: başarmak | münazara: tartışma |
mürebbî: terbiye edici, eğitici | müşkilât: zorluklar |
nefis: bir kimsenin kendisi | nezih: temiz, pâk |
pervasız: korkusuz | radıyallahü teâlâ anh: Allah ondan razı olsun |
ref etmek: ortadan kaldırmak | reşha: "sızıntı " mânâsını taşıyan başlıklardan her birisi |
saltanat: egemenlik, hâkimiyet | saltanat-ı bâtıniye: insanların iç dünyalarında kurulan hâkimiyet, egemenlik |
tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmak | teshir etmek: boyun eğdirmek; etkisi altına almak |
tiryaki: bağımlı | vahşet-âbâd: vahşetlerle dolu |
vahşî: medenî olmayan, kaba | vazifedar: görevli |
velev: eğer, gerçi | zahmet: zorluk, sıkıntı |
zât-ı mürşid: insanlara doğru yolu gösteren, Hz. Muhammed (a.s.m.) | zât-ı nurânî: etrafını nuruyla aydınlatan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.) |
âdet: alışkanlık | âdi: basit, sıradan |
ıslah: düzelme, iyileşme | şedit: çok şiddetli |