Risale-i Nur, Kur’ân’ın imanî âyetlerini tefsir eden bir eserdir, fıkıh ve ilmihal kitabı değildir. Nitekim fıkhî konuların detaylarıyla ilgili sorulara muhatap olduğunda Said Nursî’nin verdiği cevaplar bu eksendedir. Gerçi eserlere serpiştirdiği örnekler, onun bu tür teferruat bahislerinde de isabetli fetva verebilecek bir yetkinliğe sahip olduğunu gösterir, ancak onun asıl ve öncelikli iştigal alanı “fıkh-ı ekber” tabir edilen imandır.
Bununla beraber, gerek imanî konuları işlerken, gerekse hizmet metoduna ilişkin prensipleri verirken, günlük hayatta karşı karşıya kalınan birçok meselenin nasıl çözüleceğine ışık tutan temel ölçü ve kriterleri de okuruna kazandırır.
Onun için, Risale-i Nur’u anlayarak, hazmederek okuyan bir insan, dinin gereklerini günlük akış içinde en güzel şekilde yaşayıp, bunu yaparken toplumsal ilişkilerinde temel esaslardan taviz vermeden ölçülü bir esnekliği yakalamasını sağlayacak prensipleri de hayatına hakim kılar.
Ve bu, çok fıtrî bir süreç içinde gerçekleşir.
Bu sebeple, yazarın soruları boşlukta kalıyor:
“Kendi içlerinde bir fetva makamından yoksun olduklarından, bu konuda hangi kaynağa başvuracaklar? Laik rejimin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığına mı, yoksa El Ezher gibi İslâm âleminin diğer yetkin merkezlerine mi?”
Kaldı ki, özellikle ibadet ve muamelâta ilgili konularda verilecek fetvaların çerçevesi dört mezhep kapsamındaki içtihadlarla çizildiğine ve bunlar Diyanet’i de, El Ezher’i de bağladığına göre, yazarın bahsettiği türden bir ayrıma gerek yok.
Kamu hukuku ve ukubat gibi alanlarda ise tüm İslâm âlemini kuşatıp kapsayacak yeni yorum ve içtihadlara ihtiyaç olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıp kavranan bir başka çok önemli gerçek.
Öte yandan, laik Ankara rejimi Diyanet’i, Kahire rejimi El Ezher’i kısıtlıyor ve kendi kıstaslarına göre “fetva” vermeye zorluyorlarsa, tartışılması gereken sorunlardan biri de bu.
Konunun bir başka boyutu, Bediüzzaman’ın Osmanlı döneminde Meşihat’ı tüm İslâm âleminin ihtiyaçlarına cevap verecek bir kurum olarak yeniden yapılandırma projesi bağlamında geliştirdiği teklifler. Sünuhat isimli eserinde yer alan ilgili bahis, günümüzde Diyanet eksenli yeni bir projeye de uyarlanabilecek bir dinamizme sahip.
Gelelim, Prof. Ceylan’ın diğer sualine:
“(Nurcular) Modern çağda İslâmca yaşamanın kodlarını başka bir kaynaktan alacak olsalar, acaba hâlâ barışçıl, şiddetten uzak çizgilerini koruyabilecekler mi? Çünkü dine uygun yaşamak adına modern yaşamla çatışan, tavır koyan, hattâ şiddeti mubah gören birçok İslâmî akım mevcuttur.”
Bu suale vereceğimiz cevap da belli ve açık:
Hizmet metodunu, inanç ve değerlerinden taviz vermeden barışçı ve şiddetten uzak bir eksene bina eden, şiddeti değil, iknayı esas alan Risale-i Nur hareketinin, kendisini farklı ve orijinal kılan en önemli özelliklerinden biri bu iken, bundan vazgeçip başka akımlardan model ve metod aktarmaya ihtiyacı olabilir mi?
Başından beri müsbet hareketi şiar edinmiş ve bu sayede çok büyük zorluk ve engelleri aşarak, Türkiye’nin, astığı astık kestiği kestik tek parti diktasından, bir ölçüde de olsa demokrasinin, hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu bugünkü noktaya gelmesine kimsenin burnunu bile kanatmadan büyük katkılar sağlamış bir hareket başkalarını örnek almaz, ama onlara örnek olur.
Ki, Filistin’den Çeçenistan’a, Irak’tan Mısır’a, İran’dan Pakistan’a; İslâm coğrafyasının sancılı alanlarında yaşananlar, bu gerçeğin her geçen gün daha iyi görülüp anlaşılması dersini veriyor.
Çıkış yolu da bu dersin gereğinin yapılması.
Kazım GÜLEÇYÜZ
Bununla beraber, gerek imanî konuları işlerken, gerekse hizmet metoduna ilişkin prensipleri verirken, günlük hayatta karşı karşıya kalınan birçok meselenin nasıl çözüleceğine ışık tutan temel ölçü ve kriterleri de okuruna kazandırır.
Onun için, Risale-i Nur’u anlayarak, hazmederek okuyan bir insan, dinin gereklerini günlük akış içinde en güzel şekilde yaşayıp, bunu yaparken toplumsal ilişkilerinde temel esaslardan taviz vermeden ölçülü bir esnekliği yakalamasını sağlayacak prensipleri de hayatına hakim kılar.
Ve bu, çok fıtrî bir süreç içinde gerçekleşir.
Bu sebeple, yazarın soruları boşlukta kalıyor:
“Kendi içlerinde bir fetva makamından yoksun olduklarından, bu konuda hangi kaynağa başvuracaklar? Laik rejimin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığına mı, yoksa El Ezher gibi İslâm âleminin diğer yetkin merkezlerine mi?”
Kaldı ki, özellikle ibadet ve muamelâta ilgili konularda verilecek fetvaların çerçevesi dört mezhep kapsamındaki içtihadlarla çizildiğine ve bunlar Diyanet’i de, El Ezher’i de bağladığına göre, yazarın bahsettiği türden bir ayrıma gerek yok.
Kamu hukuku ve ukubat gibi alanlarda ise tüm İslâm âlemini kuşatıp kapsayacak yeni yorum ve içtihadlara ihtiyaç olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıp kavranan bir başka çok önemli gerçek.
Öte yandan, laik Ankara rejimi Diyanet’i, Kahire rejimi El Ezher’i kısıtlıyor ve kendi kıstaslarına göre “fetva” vermeye zorluyorlarsa, tartışılması gereken sorunlardan biri de bu.
Konunun bir başka boyutu, Bediüzzaman’ın Osmanlı döneminde Meşihat’ı tüm İslâm âleminin ihtiyaçlarına cevap verecek bir kurum olarak yeniden yapılandırma projesi bağlamında geliştirdiği teklifler. Sünuhat isimli eserinde yer alan ilgili bahis, günümüzde Diyanet eksenli yeni bir projeye de uyarlanabilecek bir dinamizme sahip.
Gelelim, Prof. Ceylan’ın diğer sualine:
“(Nurcular) Modern çağda İslâmca yaşamanın kodlarını başka bir kaynaktan alacak olsalar, acaba hâlâ barışçıl, şiddetten uzak çizgilerini koruyabilecekler mi? Çünkü dine uygun yaşamak adına modern yaşamla çatışan, tavır koyan, hattâ şiddeti mubah gören birçok İslâmî akım mevcuttur.”
Bu suale vereceğimiz cevap da belli ve açık:
Hizmet metodunu, inanç ve değerlerinden taviz vermeden barışçı ve şiddetten uzak bir eksene bina eden, şiddeti değil, iknayı esas alan Risale-i Nur hareketinin, kendisini farklı ve orijinal kılan en önemli özelliklerinden biri bu iken, bundan vazgeçip başka akımlardan model ve metod aktarmaya ihtiyacı olabilir mi?
Başından beri müsbet hareketi şiar edinmiş ve bu sayede çok büyük zorluk ve engelleri aşarak, Türkiye’nin, astığı astık kestiği kestik tek parti diktasından, bir ölçüde de olsa demokrasinin, hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu bugünkü noktaya gelmesine kimsenin burnunu bile kanatmadan büyük katkılar sağlamış bir hareket başkalarını örnek almaz, ama onlara örnek olur.
Ki, Filistin’den Çeçenistan’a, Irak’tan Mısır’a, İran’dan Pakistan’a; İslâm coğrafyasının sancılı alanlarında yaşananlar, bu gerçeğin her geçen gün daha iyi görülüp anlaşılması dersini veriyor.
Çıkış yolu da bu dersin gereğinin yapılması.
Kazım GÜLEÇYÜZ