Kardeşin açtığı konunun devamını ekledim inşallah yardımcı olur..
Risale-i Nur, Niçin Tasavvuf Değil, Hakikattir?
Risale-i Nur Külliyatı 'nda, buna tek bir cümle ile cevap vermek zorunda kalsaydık, herhalde buna en uygunu şu cümle olacaktı: “Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır.” Bediüzzaman bu cümleyi, kendisine Muhyiddin-i Arabi (k.s.), Seyyid Abdülkadir (k.s.) gibi meşhur evliyanın kitaplarında geçen Kaf dağı, arz-ı beyza ve meşmeşiye denilen acayip hakikatlerle fen ve coğrafyadan edinilen bilgilerin çelişiyor olması sorulduğunda kullanmıştır. Ona göre bu meşhur insanlar, ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördükleri de doğrudur; fakat, şuhud haleti bir yönüyle rüyaya benzediğinden, rüyadaki adamın kendi rüyasını tabir edememesi gibi, onlar da gördüklerini o haldeyken tabir etmeye hakları yoktur. Tabire ehliyetli olanlar ise, ancak “asfiya” denilen Kur'an ve sünneti bütün incelikleriyle bilen peygamber varisleridir. Asfiyalar; şuhuda değil, Kur'an'a ve vahye gaybi olarak iman etmişlerdir. Fakat, inançlarındaki safiyet ve ihata, onları iman hakikatleri konusunda doğruya çok yaklaştırmıştır. Zaten, ehl-i şuhud olan evliyaların bir kısmı da, asfiya makamına çıktıkları vakit yanlışlarını anlamışlar ve söylediklerini tashih etmişlerdir. [19]
Bütün peygamberlerin serveri olan Resul-i Ekrem(a.s.m.) ve bütün mukaddes kitapların en parlağı olan Kur'ân-ı Hakîm; iman hakikatlerini çok parlak bir tarzda tafsilatıyla açıklamışlardır. Fakat, arkalarından gelen evliyanın; hakikati ararken elde ettikleri meşhudatlarında ve keşiflerinde birçok ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bazen ise keşiflerinin gerçekle ve doğruyla mesafelerinin oldukça açıldığı görülmüştür. Ayrıca, bir kısım evliya; hakkalyakin derecesinde tevhid hakikatinde ileri gittikleri halde, imanın diğer esaslarında aynı şekilde ilerleyemediklerine şahit olunmuştur. Hatta, o velilere tabi olanlar, daha sonraları diğer iman esaslarına gerekli ehemmiyeti de göstermemişlerdir. Bediüzzaman 'a göre bütün bunların nedeni; hakikati araştırırken araya giren binler perdelerin ve berzahların aşılamamasıdır. Gerçi, insan istidat olarak bütün kemalatın tohumlarına sahiptir. Fakat, birçok farklı arzuları vardır ve bunları yapabilecek gücü ile iradesi de oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla, hakikati keşfetmek ve hakkı bulmak için çaba gösterirken sayısız berzahlara takılmaktan kurtulamamaktadır. Bir kısım iman hakikatlerinin tam anlamıyla inkişaf etmemesinin nedeni, işte bu sırdan kaynaklanmaktadır. [20]
Tevhid inancında sade şekliyle tatmin olmayan bir kısım insanlar, kendi tasavvufi kültürlerinin ve ruhi tecrübelerinin yardımıyla tevhide yeni bir boyut getirmek istemişlerdir. Sufiler, nerdeyse tevhidi itikad alanından felsefi ve sofistik bir alana çıkarmışlardır. Sufiler, “ havassın tevhidi ” diye bahsettikleri inanç; sufi tecrübe sonucunda ulaşılan ve zevk olarak yaşandığı için, ifadesi imkansız, aklın idrak edemediği bir hal olarak kalbe tecelli eden tevhiddir. Sufilerin bir kısmı akli tevhidi avamın tevhidi olarak kabul ederler. Tevhidin en yüksek hali ise; sufinin kendisinden geçerek, sadece Allah bilincinin kaldığı derin bir ruhi şuurda zevken idrak edilmesi/“ fena ” hali olarak isimlendirilmektedir. Fena, Allah sevgisinden sarhoş olmuş bir insanın halidir. Başka bir ifadeyle, ilahi müşahedenin kapladığı bir insanın, huzur-u İlahide, kendisinden geçtiği ve zatı hakkında bilincini kaybettiği bir haldir. Onun nefsinden ve mahlukattan fani olduğunda, nefis ve mahlukat yine vardırlar. Sadece o, kendisinden ve varlıktan gafildir.
Bediüzzaman , nefis, akıl ve kalbin hakikate ulaşma yollarını, Zühre ismiyle nakışlı bir çiçek, Ay'a aşık bir katre ve Güneş'e bakan safvetli bir reşha yardımı ile açıklamıştır. Güneşin, çiçeğe, katreye ve reşhaya ikişer yolla yöneldiğinden ve feyiz verdiğinden bahsetmektedir. Birincisi, doğrudan doğruya, berzahsız, perdesizdir. İkincisi ise, berzahlar ve perdelerin araya girmesiyle, sınırlı ve vasıtalıdır. İlki, nübüvvetin yolu, ikincisi velayet mesleğinin yoludur. Birinci yolda gidenler; “Ben bütün alemi aydınlatan güneşin aynasıyım,” diyebilirken; ikinci yolda gidenler ancak; “Ben kendi güneşimin aynasıyım,” diyebilirler. Çünkü, ikinci yolda gidenler; perdelerin, berzahların varlığı nedeniyle bütün alemi aydınlatan güneşi göremezler ve bilemezler. Bu nedenle, yeryüzünü ısıtmak, aydınlatmak, bütün bitkilere ve hayvanlara hayat kaynağı olmak, gezegenleri etrafında döndürmek gibi hayret verici icraatları, kendi güneşlerine vermeleri “şuhud-u kalbi” ile mümkün olamamaktadır. Çünkü, inançları ile gördükleri, şahit oldukları birbiriyle çatışmaktadır. Ancak, aklî ve imanî bir tarzda inançlarını koruyabilirler. [21]
İman hakikatleri gibi mutlak hakikatlerin, sınırlı algılarla hatasız ve eksiksiz bilinemeyeceğini, Yirmi Dördüncü Söz'ün İkinci Dal'ında acib bir temsil ile izah edildiğini söyleyen Bediüzzaman , Yirmi Beşinci Söz'de ise daha kolay bir temsile yer vermiştir. Bu temsile göre; denizin derinliklerinde sayısız değerli mücevherlerle dolu bir define bulunmaktadır. Gavvas dalgıçlar, defineye ait mücevherleri gözleri kapalı olduğu için, el yordamıyla çıkarmaya çalışmaktadırlar. Dalgıçlardan bir kısmı, uzun bir elması, diğer bir kısmı küresel bir yakut, daha bir başka küresel bir kehribar bulmaktadır. Her biri de, elindeki mücevherin definenin aslı ve en büyüğü olduğuna inanmaktadır. Başkalarının da, bir kısım mücevherleri bulduklarını duyduklarında ise, onların hazinenin teferruatına ait bir kısım parçalara sahip olabileceklerini düşünmektedirler. İşte kendi keşiflerine güvenen tasavvuf ehlinin ve filozofların münevver kısmı İşrakiyyun hekimlerinin durumlarını, temsildeki gözleri kapalı gavvasa benzetmektedir, Bediüzzaman. Onlar Kur'an'dan ders aldıkları halde, sünnetin ölçüleriyle tartmadıkları ve kendi meşhudatlarına güvendikleri ve külli hakikatin yalnızca bir yönünü görüp, cazibesine kapılarak onda hapsoldukları için ifrat ve tefritlere düşerek hakikatlerin tenasübünü koruyamamışlardır. alıntı