RİSALE-İ NUR YOLU NEDİR?

RİSALE-İ NUR YOLU NEDİR?

Evet, Bediüzzaman Hazretleri Kur’andan aldığı ve “tarîk” diye bir tabir ettiği dört hatveli, yani dört esasa istinad eden bir meslekten bahseder. Şöyle ki:

«Cenab-ı Hakk'a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle Kur'andan istifade ettiğim "Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarîkıdır. Evet acz dahi, aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letaif-i Aşere" gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk'a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta'dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.» (Mektubat sh:458)

İşte Kur’an mesleğine “tarîk” denmesinden bu mahza hakikat mesleğini ve dersini, mezkur velayet-i suğra olarak ifade edilen, yani ekser halkın anladığı tarîkat vasfında anlamak yanlış olur.

Çünkü Bediüzzaman “Lem’alar” adlı eserinin sh: 150 p.3 ve 159 p. Son’da geçen “tarîk-i hak”, “tarîk-i hakikat” ve Mesnevi-i Nuriye sh: 252 p.7’de geçen “tarîk-i Kur’ani” ve Hutbe-i Şamiye sh: 90 p.1’de geçen “tarîk-i Muhammedi” ve Kastamonu Lâhikası sh:103 p.5’te ve Şualar sh: 236’da geçen “tarîkat-ı Muhammediye” ve yine Kastamonu Lâhikası sh:104 p.1’de geçen “tarîkat-ı Ahmediye” tabirleri, cadde-i Kur’aniyeyi ve mesleğini ifade ettikleri zâhir ve bedihi olduğu gibi, mezkur dört hatveli hakikat dersinde geçen “tarîk” tabiri de aynen” cadde-i Kur’aniye” manasında olup; bilinen ve meşhur “tarikat” manasında değildir, iltibas edilmemeli. Nitekim aynı bahsin içinde “Tarîkattan ziyade hakikattir, şeriattır.” denir ve bu mesleği tarîkata te’vil etmek kapısı kapatılır.

Hatta aynı bahsin de devamında «Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'anın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözler'de geçmiştir.» (Sözler sh: 479) dedikten sonra devamında bu Kur’an mesleğiyle tarîkat arasındaki farkları izah etmek suretiyle, bu şeriat yolu olan dersin malûm tarîkat olmadığı açığa çıkmış oluyor.

Gerçi hak tarikatlar da Kur’andan alınmış, şeriatın cüz’leridir. (Bak: Mektubat sh: 451 Birinci Nükte) Fakat kâinat kitabını okutmakla aklı talim, kalbi tenvir ve nefsi terbiye eden Cadde-i Kübra-i Kur’aniye ile tarîkat arasında camiiyyet ve meslek şekli gibi cihetler de farklıdır. Bu farklılıklardan bir kısmı, aynı bahiste şöyle izah edilir:

«Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal'e verir. Hâlbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünkü kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i'dama mahkûm zannedip, "Lâ mevcude illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meşhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki i'damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur'an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır.» (Mektubat:sh: 460)

Evet, «Risalet-in Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.»
(Kastamonu Lahikası sh: 12)

KUR’AN’IN CADDE-İ KÜBRASI
Evet, İlm-i Kelam, Tasavvuf ve Cadde-i Kübra denilen üç mesleğin farklarına bakan şu ifadeler de nazara alınmalıdır. Şöyle ki:

«Ulema-i İlm-i Kelâm'ın binler cilt kitapları, akla ve mantığa istinaden te'lif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur'anın mu'cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ülema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risale-i Nur bu câmi' ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'an aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur'an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.»
(Emirdağ Lahikası-I sh:104)

«Evet, İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Hem Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına, Fahreddin-i Râzî'nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'an-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimî kazanmak için "Lâ mevcude illâ Hû" deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için "Lâ meşhude illâ Hû" deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakîm'den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir'at-ı marifet olur.» (Mektubat sh:330)
 

Tesnîm

Member
Bu eser-i alişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i namütenahi mevcut olduğundan ve biçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’anın füyuzatına varis olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın asarından ziyade feyz-i envar-ı Muhammediyi (a.s.m.) hamil bulunduğu ve Zat-ı Pak-i Risaletin ondaki hisse ve alakası ve tasarruf-u kudsisi evliyaullahın asarından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevi zatın mazhariyeti ve kemalatı ise o nisbette ali ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikar bir hakikattir.

Sualar,s.577
 
Üst