Nurları sıradanlaştırma çabası (2)
M. Latif SALİHOĞLU - 06.02.2012
Risâle-i Nurlar, bu asırda dûçar olduğumuz ferdî ve içtimaî problemlerimize çare olabilecek harikulâde eserler manzumesidir.
Ancak bu eserlerin okunması veya okutulması esnasında, eserlerin dili ile ilgili bazı itirazlara, tenkitlere, tekliflere rastlamaktayız. Şöyle ki: "Risâle-i Nur'un lisânı ağır ve ağdalıdır; bu yüzden anlaşılamamaktadır. Bu eserler herkesin daha rahat anlayabilmesi için sadeleştirilmelidir..."
Yukarıda da ifade edildiği şekliyle, bu zamanın en büyük tehlikesi, imanı tehlikeye düşüren menhus cereyanlar karşısında, Lisân-ı Nur'un târifiyle, ehl–i iman olanlar dahi, "Bu zamanda, âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih ediyor" (3) durumuna düşebilmektedir.
Bize göre asıl mesele; dilin zorluğu, lisanın anlaşılmaması falan değildir. Asıl yapılmak istenen, imanları sarsan gaflet tabakasının kalınlaşması, dalâletin yaygınlaştırılması, basiretin körelmesi, kalp ve kafa midesinin bulandırılması yolunda bu tehlikeleri bertaraf edecek olan Risâle–i Nurların diline müdahale ederek onun tesirinin azaltılması veya ortadan kaldırılmasıdır.
Yakın tarihimizde, milletimizin tarihi ve dini bağlarıyla ilişkisini kopartmak için dil üzerinde oynanan oyunlar herkesin gözü önünde cereyan etmiştir.
Esasen dil, milletin tarihî, dinî, kültürel bağlarıyla ilişkisini sağlayan önemli bir araçtır. Dilin sadeleştirilmesi, bilinmeyen kelimelerin bu dilden ayıklanması gibi girişimler, bu sağlam bağı kopartmak anlamına gelmektedir.
Risâle-i Nurlar, bu köprüyü kuran, lisânıyla bunu daha da sağlamlaştıran eserlerdir. İşte, bunun için de nur lâzımdır; nurlu, feyizli bir lisân gerekmektedir.
Bu meyanda ihtiyaç duyulan reçete, Risâle-i Nur'un orijinalitesinde vardır. Bu orijinaliteye müdahale edildiği zaman, o nur zayıflar, o kuvvet, o feyiz ve bereket sönmeye yüz tutar, o köprü de büyük sarsıntı geçirir.
Risâle-i Nur'un, Kur'ân'ın feyzine dayanan sünûhât ve ilhamât ile telif edildiğini muhtelif bahislerde (Birinci Şuâ, 24. âyetin tevili) ifade eden Bediüzzaman, Birinci Şuâ'nın son bahsinde de, Kur'ân'ın bazı âyetlerine istinaden şu dokunulmaz ve cerhedilmez kudsî hakikati serdetmektedir: "...Âyet, Risâle-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder. ...Âyet, mânâ–i remzî cihetinde, vazife–i irsiyeti yapan Risâle–i Nur'u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân–ı Kur'ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor." (4)
İşte, Risâle-i Nur'un nurlu lisânını Kur'ân takdir ve tahsin ettiğine göre, bu mesele başkasının kesbî müdahalesine açık değil, kapalıdır demektir. Böyle bir hassasiyete, yani müellifin kendi görüşlerine ve tasarruflarına herkesin hürmet göstermesi gerekmez mi?
Bediüzzaman, başka bahislerde de, telifatı olan Risâle-i Nur'un değil lisânına ilişilmesine, tabirâtına dahi dokunulmasına kesinlikle müsaade etmemekte ve müsamaha göstermemektedir.
Risâle-i Nur'un nurlu lisânı, lâfızdan ziyade mânâya bakar, mânâya ehemmiyet verir. Bu itibarla da, Risâle-i Nur'un lisânı yeterince arıdır, durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir...
Nur'un lisânı, "şerh, tanzim ve izâh ruhsatı"nın (Mektûbât, s. 413) ötesinde, asliyetine zerrece dokunulmayacak kadar açık ve anlaşılır bir sadelik arz etmektedir.
Ayrıca bu anlaşılma meselesi de herkesin kabiliyetine, gayretine ve samimiyetine göre ayrı ayrı derecelenmektedir. Kur'ân'ın bu zamanda bir "mu'cize-i mâneviyesi" olan, Kur'ân'ın semâsından nüzûl eden, Kur'ân-ı Hakîm'in feyzinden nebeân ile ziyâsından iktibas olunan Risâle-i Nur'un (5) lisân ve üslûbundaki sadeliğini, cezâletini, fesâhatini, vuzûhatını ve usandırmayan halâvetini anlamayanlar olduğu gibi, anlamak istemeyenler yahut da anladığı halde kabullenmek istemeyenler de vardır.
Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Hemen her fırsatta ve bazen de hiç gereksiz yere Risâle-i Nur'un lisânına ilişenler, asliyetine müdahale edenler, orijinalitesini bozmak isteyenler, değişik niyet ve emeller tahtında hareket etmektedirler veya bu tarzda hareket edenlere bilmeden yardımcı olmaktadırlar.
Bunların bir kısmı gerçekten de samimîdir, kalbîdir, hasbîdir. Mesele onlara izah edildiğinde, aynı samimiyetle Nurları okumaya ve hizmetinde bulunmaya devam ederler.
Bir kısmı art niyetlidir. Risâle-i Nur'un asliyetini kasten bozmak isterler. Tâ ki, me'hazındaki kuvve-i kudsiye zayıflasın, dağılsın, kaybolsun. Risâle-i Nur'u hiç olmazsa "sıradanlaştırmak" isteyen bu sûiniyet sahipleri karşısında durmak ve tahribatını izâle etmek de, çok zor bir hadise değildir.
Diğer bir kısmı ise, Risâle-i Nur'a ilmen olduğu kadar lisânen de "kıskançlığından" dolayı müdahale etmek ister. Kıskançlığı sebebiyle, bunlar da Nur'un lisânını bozmak, (hâşâ) adileştirmek ve sıradanlaştırmak isterler. Tâ ki, kendi ilmî/fikrî düzeylerine insin. Kendileri o yüksek seviyeye çıkamadıkları, çıkmaları da mümkün olmadığı için, "Nur'un kıymetinin tenzîlini arzu eder"ler. (Mektûbât, s. 413)
"Kardeşlerim!" nidâsıyla Nur Talebeleri'ne seslenen Bediüzzaman, adı geçen eserin aynı sayfasında "Bir şey daha kaldı, en tehlikesi de odur ki" diye başlayan paragrafta, ürpertici bir hakikati şu cümlelerle sürdürür: "İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl–i ilim de var. Ehl–i ilmin bir kısmında bir enâniyet–i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan Risâlelere karşı muaraza ister. Kalbi Risâleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet–i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder–tâ ki kendi mahsulât–ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın." (6)
Gerek İşârâtü'l-İ'câz ve gerekse Münâzarât isimli eserlerinin başlarında, Risâle–i Nur'da kullandığı lisâna ilişilmesine ve tâbiratına dokunulup değiştirilmesine kesinlikle râzı olmadığını belirten Bediüzzaman, bunun bir gerekçesini şöyle izah ediyor: "...Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder." (7)
Bediüzzaman'ın Risâle-i Nur'daki söz ve tâbirleri, bir nevi "patent" gibidir. Orijinal haliyle nerede görünse, nerede okunsa hemen fark edilir. "İşte bu söz Risâle-i Nur'dandır; Üstad Bediüzzaman'ın sözüdür" şeklinde kendisini fark ettirecek tarzda orijinalliğe sahiptir.
Sözde sadeleştirmeyle, bu patent elden gider ve orijinalindeki kuvvet dağılır, kudsiyet zayi olur. Daha, tekrâren okunmasına da ihtiyaç kalmaz.
Oysa Risâleler, hem ferden, hem de müçtemian tekrar be-tekrar okunan, okunması gereken ve ortak bir dil oluşturarak cemaatleşme şuurunu yerleştiren, geliştiren eserlerdir.
Sadeleştirme adı altında sıradanlaştırıldığında ise, tâ seksen beş yıl evvel Barla'da mayalanan o ulvî, kudsî, mânevî "cemaatleşme şuuru" da Risâle-i Nurların ortaya koyduğu sair ulvî hakikatlerle birlikte zayi olup gider.
Belki de, böyle bir neticeyi hâsıl etmek adına yapılıyor, bütün bu işgüzârlıklar.
Bu ise, Risâle-i Nur'a karşı bilerek yahut bilmeyerek yapılan bir sûikast hesabına geçer ki, dost, kardeş ve talebe olanlar, böyle bir durum karşısında dikkatli ve müteyakkız davranmaları iktiza ediyor.
Dipnotlar
3) Nursî, Hutbe–i Şamiye, YAN, İst., 2004, s. 17.
4) Nursî, Said, Şuâlar, YAN, İst., 2004, s. 625.
5) Nursî, Şuâlar, YAN, İst., 2004, s. 6, 612.
6) Nursî, Mektubat, YAN, İst., 2004, s. 413.
7) Nursî, Münâzarât, YAN, İst., 2004, s. 17.
http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5217