Konuya cevap cer


Nurları sıradanlaştırma çabası (3)                                                                                                                


M. Latif SALİHOĞLU - 06.02.2012



Sakatlık, "sadeleştirme" tâbirinden başlıyor



Risâle–i Nur'u okuyan bir kimse "Okunan bahisten benim anladığım mânâ  budur" diyebilir. Altına kendi imzasını koymak şartıyla, o bahisten ne  anladığını söz veya yazıyla pekâla neşredebilir.


Bunun ruhsatı vardır ve böyle yapmanın herhangi bir zararı, bir sakıncası da yoktur.


Fakat,  Risâle'nin lisânına müdahale edip tahrif ettiği halde, yine de tutup  "Risâle–i Nur Külliyatı"ndan diyerek, aynı Risâle ismini (meselâ  "Lem'âlar" ismini) kullanıp altına da "Bediüzzaman Said Nursî" imzasını  atmak sûretiyle bunu neşretme cihetine gitmek, hiçbir şekilde kabul  edilebilir değil.


Hele hele, tutup bu yapılan işi bir de  "sadeleştirme" diye yutturmaya çalışmak, bize göre tamamıyla çığırdan  çıkmak ve haddini aşmak anlamına gelir.


Bugüne kadar Risâleleri okuyup istifade eden milyonların tasdikiyle da sabittir ki, Nur'un lisânı zaten sadedir.

Sade olduğu için feyizlidir.


Feyizli olduğu için de, tekraren okunması bıktırmıyor, usandırmıyor.


İşte, bu gibi hususiyetlerdir (sade, nurlu, feyizli...) ki, anlamayı ve anlaşılmayı da kolaylaştırıyor.


Kezâ,  bu Nur lisânı—tıpkı mânâsı gibi—Doğu ilminin veya Batı fenninin tesiri  altında değildir. Doğrudan doğruya feyz–i Kur'ân'ın semâsından nebeân ve  âyetlerin nücûmundan, yıldızlarından inzâl edip gelmiş.


"Evet, ben  Risâletü’n–Nur’un has şakirtlerini işhad ederek derim: Risâletü’n–Nur  sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış.  Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’-dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan  başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında  bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ–i  Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor."  (Birinci Şuâ, "24. Ayet" bahsi.)


Acaba, böylesi bir lisândan daha  güzel, daha mûnis, daha feyizyâb, daha sâfi, daha sade bir "Türkçe  lisân" var mı? Hiç olabilir mi?


O halde, Nur Risâleleri, hakikatte en safi, en sade bir lisân ile telif edilmiş demektir.


İşte,  bu hakikate binanen biz dahi iddia ediyoruz ki: Böylesine "kudsî  menba"lı bir lisânı bozmaya, yahut değiştirmeye yönelik bir müdahalenin  adı asla ve kat'a "sadeleştirme" olmaz, olamaz.


Olsa olsa, bunun adı "tahrifat" olur ve yapılan iş basitleştirme, yahut sıradanlaştırma hesabına geçer.


Yani, Risâleler de sair kitaplar gibi bir–iki defa okunduktan sonra bir kenara bırakılsın, terk edilsin dursun, demek olur.

Demek  ki, Nur'un lisânına ilişmek, o lisanı değiştirip başkalaştırmak  sûretiyle "İşte Nur Risâleleri budur, Bediüzzaman'ın telifatı olan  Sözler, Lem'âlar, Mektubat budur" demek başka, kendi imzasıyla bir  çalışma yapmak ve "Benim Sözler'den, Lemâ'lardan anladığım budur" demek  başka şeydir.


İkinci şıkka ruhsat bulunabilir; ancak, birincisine asla ve kat'a.


Risâle  dilini tahrif etmenin ötesinde, ayrıca orijinal ismi bulunan bir  risâleyi tutup "Risâle–i Nur Külliyatından ......Müellifi: Bediüzzaman  Said Nursî" şeklinde takdim etmek ve bütün bu müdahalelerin ismini de  "sadeleştirmek" diye lanse etmeye çalışmanın ardında yatan sebepler  nedir diye düşündüğümüzde, şu ihtimaller hatıra geliyor:


1) "Sadeleştirme" adı altında tahrifat yapanın bizzat kendi aklı ve kalbi sadeliğini kaybetmiş ve karışık hale gelmiştir.


2)  Hakikat–i hali bilmeden işin içine girmiş (ya da itilmiş) olduğu halde,  vahâmetin farkına varmadan hakikatin ruhunu incitiyordur.


3) İşin  içine "enaniyet damarı" girmiş; tıpkı 5. Desise–i Şeytaniye'de ifade  edildiği gibi, Risâle–i Nur'a karşı ahbap canibinden kıskançlıktan  kaynaklanan gizli bir muaraza, zımnî bir muhalefet damarı depreşmiş,  içerden bozmaya çalışıyor demektir. Ki, en tehlikelisinin de bu olduğu  bilhassa nazara veriliyor.


4) Haricî cereyanlardan Risâle–i Nur'a  karşı gizli ve örtülü bir sûikast plânı var; ancak, bu plân açıktan ve  merdane bir sûrette değil, belki dost perdesi altında tatbik edilmeye  çalışılıyor demektir.


Bunların dışında, daha başka menfî sebepler de söz konusu olabilir.


Buna  rağmen, bazıları çıkıp şöyle bir savunmada da bulunabilirler: "Hayır,  bizim gizli, ya da menfî bir niyetimiz yoktur. Risâleler daha iyi  anlaşılsın diye biz bu işi yapıyoruz. Hem, siz gizli niyet okuyucusu  musunuz?"


Bu tarz açıklamalarda bulunanların, eğer söylediklerinde  samimi iseler, yaptıkları işin doğru olmadığını zamanla öğrenip  anlayarak, bu işten muhakkak vazgeçeceklerine inanıyoruz.


Zira, bu  kimseler, Risâle–i Nur'da hakiki mânâdaki "anlama ve anlaşılma"nın  esasen "istifade ve istifaza"dan geçtiğini ve bunun da ancak aslına  sâdık kalmakla, orijinalini muhafaza etmekle ve "aynen okumak"la mümkün  olduğunu fark edip anlayacaklardır. (Bkz: Sözler, Konferans Risâlesi.)


* * *


Evet,  Nur Müellifi Hz. Bediüzzaman'ın defaatle ifade ettiği gibi, Risâle–i  Nur'un herkes herbir meselini tam anlamaz; fakat hissesiz de kalmaz.  Anladığı kadarı, ona kâfi gelir. Tepeden zorlamaya gelmez. İsteyen kişi,  kendi zorlar, gayret gösterir, daha fazlasını öğrenmeye çalışır. Bu yol  zaten herkese açıktır.


Kezâ, Risâle–i Nur bir bahçe gibidir. Bir  bahçenin bütün meyveleri, nimetleri yerde olmaz. Bazı meyveler yukarıda  olur, yüksek dallarda bulunur. Herkesin eli yüksek dallara yetişmez.  Yetişmek isteyen, gayret gösterir, ağaca tırmanır, merdiven kullanır,  vesaire...


Hakiki ilim ancak bu sûretle elde edilir. Hakiki ilim,  kişinin ayağına gelmez ve getirilmez. İlmin ayağına gidilir, uğraşarak,  gayret ederek ilmin basamakları çıkılır.


Bunun tersini yapmak, aksini zorlamak, ilmin izzetiyle, ulviyetiyle, haysiyetiyle bağdaşmaz.


Bütün bu ulviyet ve haysiyeti ayağa düşürürcesine yapılan faaliyet ve gayretler, geri tepmeye mahkûmdur.


Risâle–i  Nur gibi "ledûn ilmi"yle yazılan ve lisânen dahi Kur'ân'ın takdir ve  tahsinine mazhar olan (Birinci Şuâ) eserler manzumesinin asliyetini indî  mülâhazalarla değiştirmeye, tahrif etmeye, başkalaştırmaya, dejenere  ile orijinalitesini bozmaya çalışmak, öncelikle bu işi yapanı sıkıntıya  sokar, vicdan azabını çektirir, neticede bedbaht eder. Belki de şefkat  tokadına, inat ederse daha şiddetli tokada müstehak kılar.


Bize düşen, burada hakikati izâh ile herkese dostane ve kardeşane hatırlatmada bulunmaya çalışmak.


Gerisi, Cenâb–ı Hakk'a ve herkesin kendi durumuna/derecesine göre tâbi tutulduğu imtihan sırrına kalmış.



http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5229



Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst