Konuya cevap cer

Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma 

{(*): İktisad Risalesi'nin çekirdeğidir. Belki on sahife olan İktisad Risalesini kabl-el vücud on satırda okumuş.}


Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudud karakolu, hem


Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde damarları telefon, a'sabları telgraf hükmüne vaz'eylemiş. Şâmme telefonu, hem


Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem


Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilânnamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem


Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü'yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem


Taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş; hevaî gönülleri avutup, lâkaydları tehyic ile cezbetmiş. Vakta, taam girse hem


Ağıza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev'i, hem


Çeşitleri de söyler. Hacetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem


Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma. Hem


Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir, bir iştiha-yı kâzib gelir; başına çatar. Hatası, maraz ile hem


İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem


Geda beraber. Hem bahemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.


* * * 


Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir 


Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...


Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "Ne güzeldir" yerine "Ne güzel yapmış Sâni', nasıl yapmış o mâhi"


Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.


Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,


Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...


* * * 


Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer'î bizi muhtar bırakmaz 


Lezaiz çağırdıkça "Sanki yedim" demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. {(*): İstanbul'da Sanki Yedim namında bir mescid var. "Sanki yedim." diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.}


Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena'uma ihtiyar bir derece var idi.


Şimdi ise, ekserî açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i Şer'î kalmadı.


Sevad-ı a'zam, hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle onlara tâbi' olmak


Bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddide tereffüh noktasında benzemek...


* * * 


Zaman olur ki, adem-i nimet nimettir 


Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona racihtir. 


Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.


* * * 


Her musibette, bir cihet-i nimet var 


Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır


Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin


Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zamla ürkersen, "of of"la üflersen, o da aksine şişer.


Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur;


Hakikattan ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor...


* * * 


Büyük görünme küçülürsün 


Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem'iyet-i beşerde, içtimaî binada,


Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetavül edecek,


Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu'la tekavvüs edecek, eğilecek.


Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...


* * * 


Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir 


Bir haslet.. yer ayrı, sîma bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih; misali şunlardır:


Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.


Kavînin bir zaîfe karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaîfte, tezellül ve riyadır.


Bir ulü-l emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.


Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu', ciddiyeti kibirdir.


Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i sâlihtir.


Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i tâlihtir.


Tertib-i mebadide tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer'îdir.


Semere-i sa'yine, kısmetine rıza ise, memduh bir kanaattır, meyl-i sa'ye kuvvettir.


Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil; belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.


Kur'an mutlak zikreder, sâlihat ve takvayı. İbhamında remz eder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.


* * * 


"El-Hakku Ya'lû" bizzât, hem akibet muraddır 


Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: "Madem (El-hakku ya'lû) haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?"


Dedim: Dört noktaya bak! Bu müşkil de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.


Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.


Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzât, hem daima değildir.


Lâkin akibet-ül akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:


Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, haricen her dem vaki', sabit değildir.


Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir.


Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de her dem sabit değildir.


Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru' vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir.


Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.


Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelal'in iki vasf-ı kemalden iki Şer'i tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,


O da şer'-i tekvinî... Vasf-ı Kelâm'dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan


Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür,


Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;


Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de, sa'yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.


Bazan iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemi'dir. Her birine bir cihet... Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır.


İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa


Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.


Demek "El-hakku ya'lû" bizzât demektir. Hem akibet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:


Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.


Mühezzeb ve müzehheb yapmak için, muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır


Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebadide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "Akibet-ül müttakin" ona vurur bir darbe!


İşte bâtıl mağlubdur. "El-hakku ya'lû" sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.


* * * 


Bir kısım desatir-i içtimaiye 


İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.


Tenasübse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Za'f-ı kalbdir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.


İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû'-i zandır,


Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst