Çeliğe su verince kavileşir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanır, budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz hayat vermiş olursunuz. Nasırlı ve çatlak köylü elleri gibi kıraç topraklar suya hasrettir. Onlara da su götürürseniz yemyeşil zümrütten bir kâse halini alır susuz vadi. Ak kayalar, kara kayalar, kınalı kayaların süslediği dağlar suya hasrettir. Yeşil kâkülünü düzeltir ormanın su Zümrüt bir gömlek giydirir dağlara, bayırlara. Velhasıl bütün küre-i arza bir baharla gelen ab-ı hayat..
Ceylanlar su kenarlarında olur. Keklikler su içmek istediklerinde turnalara yoldaş olurlar. Kelebekler, böcekler hep suyun o hayat verici yudumlarına muhtaçtırlar.
Ya yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, yağmura hasret dudaklar, kirpikler ve yanaklar.. Gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz kâselerimize akacak rahmeti beklemezler mi? Madde içinde gökyüzünü arayanlar, siyah bir zeminden başka ne görebilirler ki? Çünkü o sadece katı ve sert şeylere hasrettir ve onu görür. Mananın yumuşak ve sıcacık sarışından fersah fersah uzaktır ama yine içindeki öz daima bir yağmur bekler. Kurumaya yüz tutmuş kalb çekirdeği bir neme muhtaçtır. İnsanın nefesine benzer bir nem. Musa’nın asasına benzer sihirli bir değneğin dokunmasına muhtaçtır gönüldeki Nil. İçindeki Firavun’u boğmak için. Süleyman’ın sırçalı köşkünde şaşıran Belkıs gibi dünyanın sihrine tutulmuştur O. Artık bir Gül-ü Muhammedi’nin nefis ve mis gibi kokusunu almaktadır ama bu çetin sihirden h bir kurtulabilse... Koşacak Nebiler Nebisine Ammar bin Yasir gibi “Yazık ettim kendime!” diyecek. ‘Beni affet!’ diyecek. Kucağında bu ra’şe inleyecek Nebiler Nebisi’nin. “Ah!” bir kurtulabilse bu sihirden...
Yıllar var ki çorak sinemiz çatlak çatlak platolar gibi suya hasret kaldı. İçimizdeki bu yangın mahşere dek sürecek mi Akif’in diliyle:
“Bu uğursuz gecelerin yok mu sabahı
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı”
diyecek miyiz? Hayır, bu yangın sürmeyecek ve biz böyle demeyeceğiz. Çok yakın bir zamanda beşaret verenlerin beşaretiyle Rahmet-i Rahman bizi rahmetiyle kucaklayacak. Ağlayan gözlerimizi silecektir.
‘Tuba lil-ğuraba, tuba lil-ğuraba...” sesleri gökyüzünü ihtizaza getirecek.. Yepyeni bir baharla ağaçlar sündüs-misal elbiselerini giyecek, çiçekten formalarını takıp bir resm-i geçit tarzında kendilerini takdim edecekler. Renk renk böcekler, yeşil, san, kırmızı yapraklarda bu dirilişin nağmesini söyleyecekler. Çünkü ab-ı hayat gelmiştir yerden, gökten; sulamıştır susuz vadileri, kaskatı toprakları.. Ruh vermiştir taşa, toprağa, beşere ve bütün kâinata.
‘Erdi yine ürd-i behişt oldu hava amber sirişt
Âlem behişt ender behişt her güşe bir bağı irem’’
(Nef'i)
diyen Şair gibi, bu rahmet yağmuru yeryüzünü çemen zara ve bu fırtınalı kış günlerini Cennet-asa bir bahara çevirecek, inşallah.
Ceylanlar su kenarlarında olur. Keklikler su içmek istediklerinde turnalara yoldaş olurlar. Kelebekler, böcekler hep suyun o hayat verici yudumlarına muhtaçtırlar.
Ya yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, yağmura hasret dudaklar, kirpikler ve yanaklar.. Gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz kâselerimize akacak rahmeti beklemezler mi? Madde içinde gökyüzünü arayanlar, siyah bir zeminden başka ne görebilirler ki? Çünkü o sadece katı ve sert şeylere hasrettir ve onu görür. Mananın yumuşak ve sıcacık sarışından fersah fersah uzaktır ama yine içindeki öz daima bir yağmur bekler. Kurumaya yüz tutmuş kalb çekirdeği bir neme muhtaçtır. İnsanın nefesine benzer bir nem. Musa’nın asasına benzer sihirli bir değneğin dokunmasına muhtaçtır gönüldeki Nil. İçindeki Firavun’u boğmak için. Süleyman’ın sırçalı köşkünde şaşıran Belkıs gibi dünyanın sihrine tutulmuştur O. Artık bir Gül-ü Muhammedi’nin nefis ve mis gibi kokusunu almaktadır ama bu çetin sihirden h bir kurtulabilse... Koşacak Nebiler Nebisine Ammar bin Yasir gibi “Yazık ettim kendime!” diyecek. ‘Beni affet!’ diyecek. Kucağında bu ra’şe inleyecek Nebiler Nebisi’nin. “Ah!” bir kurtulabilse bu sihirden...
Yıllar var ki çorak sinemiz çatlak çatlak platolar gibi suya hasret kaldı. İçimizdeki bu yangın mahşere dek sürecek mi Akif’in diliyle:
“Bu uğursuz gecelerin yok mu sabahı
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı”
diyecek miyiz? Hayır, bu yangın sürmeyecek ve biz böyle demeyeceğiz. Çok yakın bir zamanda beşaret verenlerin beşaretiyle Rahmet-i Rahman bizi rahmetiyle kucaklayacak. Ağlayan gözlerimizi silecektir.
‘Tuba lil-ğuraba, tuba lil-ğuraba...” sesleri gökyüzünü ihtizaza getirecek.. Yepyeni bir baharla ağaçlar sündüs-misal elbiselerini giyecek, çiçekten formalarını takıp bir resm-i geçit tarzında kendilerini takdim edecekler. Renk renk böcekler, yeşil, san, kırmızı yapraklarda bu dirilişin nağmesini söyleyecekler. Çünkü ab-ı hayat gelmiştir yerden, gökten; sulamıştır susuz vadileri, kaskatı toprakları.. Ruh vermiştir taşa, toprağa, beşere ve bütün kâinata.
‘Erdi yine ürd-i behişt oldu hava amber sirişt
Âlem behişt ender behişt her güşe bir bağı irem’’
(Nef'i)
diyen Şair gibi, bu rahmet yağmuru yeryüzünü çemen zara ve bu fırtınalı kış günlerini Cennet-asa bir bahara çevirecek, inşallah.