Şükür Hakkında

Ahmet.1

Well-known member
Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan,

"Hâlâ şükretmez mi onlar? Hâlâ şükretmezler mi?" (Yâsin sûresi, 36/35, 73)
"Biz şükredenleri elbette ödüllendireceğiz." (Âl-i İmran sûresi, 3/145)
"Eğer şükrederseniz, nimetlerimi daha da artırırım..." (İbrahim sûresi, 14/7)
"Bilakis, sen yalnız Allah'a kulluk et ve O'na şükredenlerden ol!" (Zümer sûresi, 39/66)


gibi ayetlerle tekrar tekrar gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahman'ın kullarından istediği en mühim iş şükürdür. O, Furkan-ı Hâkim'de, yani sonsuz hikmet kaynağı Kur'an'da kullarını gayet önemle şükre davet ediyor ve şükretmemeyi, nimetleri yalanlama ve inkâr olarak gösterip Rahman sûresinde "O halde Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edebilirsiniz?" (Rahman sûresi, 55/13, 16, 18; ...)fermanıyla otuz bir defa şiddetli ve dehşetli bir şekilde tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir yalanlama ve inkâr olduğunu bildiriyor.

Evet, Kur'an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü yaratılışın neticesi olarak gösteriyor. Aynı şekilde, büyük bir Kur'an hükmünde olan şu kâinat da gösteriyor ki, âlemin yaratılışının en mühim neticesi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın yapısı, işleyişi şükrü netice verecek bir surettedir, her şey bir derece şükre bakıyor ve ona yöneliyor. Âdeta şu yaratılış ağacının en mühim meyvesi ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsullerin en yücesi şükürdür.

Çünkü âlemin yaratılışında görüyoruz ki, varlıklar bir daire şeklinde teşkil edilip içinde merkez noktası olarak hayat yaratılmış. Bütün varlıklar hayata bakar, ona hizmet eder, hayat için lâzım olan şeyleri yetiştirir. Demek, kâinatı yaratan Zât ondan o hayatı şeçiyor.

Sonra görüyoruz ki, canlılar âlemini bir daire şeklinde var edip insanı merkez noktasına koyuyor. Âdeta canlılardan gaye olan hususlar onda toplanıyor; bütün canlıları insanın etrafında bir araya getirip ona hizmetkâr ediyor, onun emrine veriyor, onu canlılara hâkim kılıyor. Demek Hâlık-ı Zülcelâl, canlılar içinde insanı seçiyor, âlemde onu irade buyuruyor ve tercih ediyor.

Sonra görüyoruz ki, insanlık âlemi de, belki hayvanlar âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve merkezine rızık konulmuş. Cenâb-ı Hak bütün insanlığı, hatta hayvanları rızka âdeta âşık edip tamamen ona hizmetkâr ve bağımlı kılmış. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da
o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, sonsuz nimetleri içerir. Hatta rızkın çok çeşidinden yanlız birinin tatlarını tanıması için dile tat alma duyusu denilen bir donanımla yiyecekler sayısınca manevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinatta en hayret verici, en zengin, en garip, en şirin, en kuşatıcı, en benzersiz hakikat rızıktadır.

Şimdi görüyoruz, her şey nasıl rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Aynı şekilde rızık da her çeşidiyle, maddî-manevî, hâl ve söz ile şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, onu gösteriyor. Çünkü rızka iştah ve arzu, bir çeşit fıtrî şükürdür. Lezzet ve zevk almak da şuurluca olmayan bir şükürdür ki, bütün hayvanlarda vardır. Yanlız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.

Hem rızık olan nimetlerdeki gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatlar şükrün davetçisidir; canlıları şevke davet eder ve onları şevkle bir çeşit takdir ve hürmete yöneltir, mânen şükrettirir. Şuur sahiplerinin dikkatini çeker, onlarda beğenip takdir etmeye arzu uyandırır. Onları nimetlere hürmete teşvik eder; böylece sözle ve fiilen şükre yol gösterir ve şuur sahiplerini şükrettirir. Ve şükür içinde en yüksek ve tatlı lezzeti, zevki onlara tattırır. Yani o lezzetli rızık ve nimetin, şükür sayesinde, kısa ve geçici olan görünüşteki lezzetiyle beraber Rahman'ın daimî, hakiki, sonsuz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifatını kazandırdığını gösterir. Rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîm'inin sonsuz lezzetli iltifatını düşündürüp şu dünyada dahi cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymetli, zengin ve engin bir hazine olduğu halde, şükürsüzlükle son derece alçalır.

Altıncı Söz'de ifede edildiği gibi, dildeki tat alma duyusu Cenâbı-ı Hak hesabına, yani manevî şükür vazifesiyle rızka baktığı vakit, O'nun sonsuz rahmetinin sayısız sofralarına şükreden bir müfettiş, hamdeden kıymetli bir nezaretçi hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızka ve nimete onu verene şükrü düşünmeden baksa, dildeki o tat alma duyusu yüksek kıymete sahip bir nezaretçi makamından karın fabrikasının yasakçısı ve mide ahırının bir kapıcısı seviyesine düşer. Nasıl ki rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu kadar alçalıyor, aynı şekilde rızkın mahiyeti ve diğer hizmetkârları da alçalır. En yüksek makamdan en aşağı seviyeye inerler. Kâinat Hâlıkı'nın hikmetine zıt ve muhalif bir vaziyete düşerler.

Şükrün ölçüsü kanaat, iktisat, rıza ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün ölçüsü hırs, israf ve hürmetsizliktir; haram-helâl demeyip önüne geleni yemektir.

Evet, hırs şükürsüzlük olduğu gibi, hem mahrumiyet hem de zillete düşme sebebidir. Hatta bir tür toplum hayatına sahip olan mübarek karınca dahi, âdeta hırs yüzünden ayaklar altında kalmıştır, ezilir. Çünkü senede birkaç tane buğday yeterken kanaat etmeyip elinden gelse binlerce taneyi toplar. Mübarek arı ise âdeta kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar, balı insanlara Allah'ın emriyle ihsan eder, yedirir.

Evet, Zât-ı Akdes'in Zât'ına ait nişanı ve en yüce ismi olan "Allah" lafzından sonra en yüce ismi olan Rahman, rızka bakar ve ona rızıktaki şükürle ulaşılır. Hem Rahman'ın en açık mânâsı, Rezzak'tır.

Hem şükrün çeşitleri var; en kuşatıcısı ve hepsinin fihristi hükmünde olan, namazdır. Hem şükür içinde saf bir iman, hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen insan, o şükürle bunu ilan eder: "Bu elma, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın kudret elini hatırlatır ve rahmet hazinesinin hediyesidir." Böyle demekle ve buna inanmakla -cüzî olsun küllî olsun- her şeyi O'nun kudret eline teslim eder ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakiki bir imanı ve hâlis bir tevhidi şükürle bildirir. Gafil insanın nimete nankörlük etmekle ne kadar zarara düştüğünün pek çok yönünden yalnız birini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

İnsan lezzetli bir nimeti yediğinde eğer şükretse o nimet o şükür vasıtasıyla bir nur, ahirete ait bir cennet meyvesi olur. Verdiği lezzetle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin iltifatının eseri olduğunu düşündürür; büyük ve daimî bir lezzet ve zevk verir. Bu gibi manevî çekirdekleri, özleri ve manevî şeyleri yüce makamlara gönderip maddî kısmını, posasını ve kabuğunu -yani vezifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri- aslına, yani elementlere dönüştürmeye gider.
İnsan eğer şükretmezse o geçici lezzet yok olup gitmekle bir elem ve keder bırakır, kendisi de pis ve artık bir made olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre döner. Oysa şükürle, yok olup giden rızıklar daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel suretten çirkin bir surete döner. Çünkü şükretmeyen gafile göre rızkın sonu, geçici bir lezzetin ardından fuzuli hale gelmektir. Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da şükürle görünür. Yoksa gafillerin ve dalâlet yolundakilerin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Dalâlet ve gaflet ehlinin daha ne kadar zarar ettiğini buna kıyasla.

Canlı türleri içinde rızkın her çeşidine en çok muhtaç olan, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün isimlerine kuşatıcı bir ayna.. bütün rahmet hazinelerinde toplanmış şeyleri tartacak, tanıyacak donanıma sahip bir kudret mucizesi.. ve bütün isimlerinin cilvelerindeki vaziyetlerin inceliklerini ölçecek âletlere sahip, yeryüzünün bir halifesi suretinde yaratmıştır. Bunun için insana sonsuz bir ihtiyaç verip onu maddî ve manevî sayısız çeşit rızka muhtaç etmiştir. İnsanı bu engin mahiyetine göre en yüce makam olan ahsen-i takvime çıkarmanın vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa insan esfel-i sâfilîne, yani aşağıların aşağısı seviyeye düşer, büyük bir zulmü işler.

Kısacası, en yüce ve en yüksek yol olan kulluk ve mahbubiyetin dört esasından en büyüğü şükürdür... O dört esas şöyle ifade edilmiş:

Der tarîk-i acz-mendî lâzım âhmed çâr çiz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz! *

*Ey aziz kardeşim! Allah'a karşı aciz ve muhtaç olduğunu hissetme esasına dayanan bu yolda şu dört şey lazımdır: Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür.


Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hak sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lâzımdır.
İşârât-ül İ'caz
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Mülk, 23. Ayet: De ki: "O, sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve kalpler verendir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!"
 

Ahmet.1

Well-known member
En a'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz...

Mektubat
 

Ahmet.1

Well-known member
Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünki noksanları tedarik, mevcudları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır. Çünki şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def'eder. Zira nimet zâil olduğunda, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. Mesnevi-i Nuriy
 
Üst