Tarikat hakkında - Telvihât-ı Tis'a [Dokuz Telvih]

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻻَٓ ﺍِﻥَّ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻻَ ﺧَﻮْﻑٌ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭَﻻَﻫُﻢْ ﻳَﺤْﺰَﻧُﻮﻥَ

"İyi bilin ki, Allah'ın velileri için (özellikle ahirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir." (Yûnus sûresi, 10/62)

Bu kısım, velâyet yolları ve tarikatlar hakkındadır, "Dokuz Telvih" tir.


Birinci Telvih
"Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr u sülûk" adları altında şirin, nuranî, neşeli, ruhânî ve mukaddes bir hakikat vardır ki, zevk ve keşf ehli muhakkik zâtlar onu ilan ve tarif eden, ders veren binlerce cilt kitap yazmış, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. ﺟَﺰَﺍﻫُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ Allah onları bol hayırlarla mükâfatlandırsın. Biz o engin denizden birkaç damla hükmünde birkaç sızıntıyı şu zamanın bazı mecburiyetleri gereği göstereceğiz.

Soru: Tarikat nedir?

Cevap: Tarikatın gayesi, marifet ve iman hakikatlerinin açığa çıkması ile Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) miracının gölgesinde ve himayesi altında, kalb ayağıyla ruhanî bir seyr u sülûk, yani manevî makamlarda yolculuk neticesinde zevke ve hale ait, bir derece görülen iman ve Kur'an hakikatlerine mazhariyettir; "tarikat, tasavvuf" namıyla insanın yüce bir sırrı ve kemâlidir.

Evet, şu kâinatta insan kuşatıcı bir fihrist olduğundan, onun kalbi binlerce âlemin manevî haritası hükmündedir. İnsanın aklı sayısız telsiz, telgraf ve telefonun santral denilen merkezi misali, kâinatın bir tür manevî merkezidir. Bunu gösteren hadsiz beşerî fen ve ilim bulunduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbin de sonsuz kâinat hakikatlerinin mazharı, kaynağı, çekirdeği olduğunu had ve hesaba gelmeyen veli zâtların yazdıkları milyonlarca nuranî kitap
gösteriyor.

İşte madem insanın kalbi ve aklı bu merkezdedir; çekirdek halinde, büyük bir ağacın donanımını içerir ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinanın âletleri, çarkları onun içinde yerleştirilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fâtır'ı, insanın onu işletmesini ve potansiyal halden bilfiil vaziyete çıkarmasını, geliştirmesini ve onun hareketini irade etmiş ki, kalbi öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette kalb de akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işletmek için en büyük vasıta, velâyet mertebelerinde Cenâb-ı Hakk'ı zikretmekle tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir.


İkinci Telvih
Kalben yapılan bu manevî yolculuğun ve bu ruhani hareketin anahtarları, vesileleri Allah'ı zikretmek ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin güzellikleri saymakla bitmez. Ahirete ait sayısız faydaları ve insana kazandırdığı kemâl vasıfları bir yana, yalnız telaşlı ve ızdıraplı dünya hayatına ait küçük bir faydası şudur:

Her insan hayatın telaşından, ızdırabından ve ağır sorumluluklarından bir derece kurtulmak ve nefeslenmek için herhalde bir teselli ister, bir zevk arar, yanlızlık ve korku hissini yok edecek bir dostluğu, yakınlığı araştırır. İnsanlığın medeniyet neticesinde meydana getirdiği toplum hayatında kurulan yakınlık, on insandan bir ikisine geçici olarak, belki gafletli bir şekilde ve sarhoşça bir dostluk hissi, aşinalık ve teselli verir. Fakat insanların yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde başkalarından uzak yaşıyor, ya geçim derdi onları ücra köşelere sevk ediyor, veyahut musibetler ve ihtiyarlık gibi ahireti düşündüren vasıtalar sebebiyle cemaatlerinden gelecek dostluk ve yakınlıktan mahrumdurlar. Şu hal o hissi verip onları teselli etmez.

İşte böylelerinin hakiki tesellisi, ciddi dostluğu ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmekte, o ücra köşelerde, yalnızlık ve korku hissi veren dağlarda ve sıkıntılı derelerde kalbine yönelip "Allah!" diyerek kalp huzuruna erip o hisle, etrafında vahşetle kendisine bakan eşyanın dostça tebessüm ettiğini düşünmektedir. Böyle bir insan, "Zikrettiğim Hâlıkımın sayısız kulları her tarafta bulunduğu gibi, bana korku ve yalnızlık hissi veren bu yerdede çoktur. Ben yanlız değilim, korkmak mânâsızdır." diyerek imanlı bir hayattan dostça bir zevk alır. Hayat saadetinin mânâsını anlar, Allah'a şükreder.


Üçüncü Telvih
Velâyet bir peygamberlik delilidir, tarikat ise şeriata bir delildir. Çünkü velâyet peygamberliğin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, bir nevi kalbî şuhûd ve ruhanî zevk ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, peygamberliğin doğruluğuna kesin bir delildir. Tarikat; zevkiyle, keşfiyle, ondan istifadeyle ve feyiz almakla şeriatın ders verdiği hükümlerin hak olduğuna ve Hak'tan geldiğine apaçık bir delildir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, peygamberlik ve şeriatın delilidir; aynen öyle de İslamiyet'in bir kemâl sırrı, nurlar kaynağı, insanlığın İslamiyet sırrıyla bir yükselme madeni ve bir feyiz membaıdır.

İşte şu büyük sırrın bu derece önemiyle beraber, hak yoldan sapan bazı topluluklar onu inkâr yoluna gitmiş Kendileri mahrum kaldıkları o nurlardan başkalarının da mahrumiyetine sebep olmuşlar. En üzücüsü şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in sadece görünen mânâlara bağlı kalan bir kısım âlimleri ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e mensup bir kısım gafil siyasetçiler, tarikat ehlinin içinde gördükleri bazı sûiistimalleri ve hataları bahane ederek o büyük hazineyi kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser kaynağını kurutmak için çalışıyorlar.

Halbuki kusursuz ve her yönü hayırlı olan şeyler, meşrepler, yollar az bulunur. İster istemez bazı kusurlar ve sûiistimaller olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girerse elbette onu sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak ahirette amellerden hesaba çekme düsturuyla, rabbanî adaletini sevap-günah dengesiyle gösteriyor. Yani sevaplar üstün ve ağır gelirse mükâfatlandırır, kabul eder; günahlar üstün gelirse cezalandırır, reddeder. Günah-sevap dengesi niceliğe değil keyfiyete bakar. Bazen olur, bir tek sevap bin günaha üstün gelir, onları affettirir.

Madem ilahî adalet böyle hükmeder ve hakikat de bunu hak görür. Sünnet-i seniyye dairesindeki tarikatın sevaplarının günahlarına kesinlikle üstün olduğuna delil, tarikat ehlinin dalâlet yolundakilerin hücumu zamanında imanını muhafaza etmesidir. Basit, samimi tarikat ehli, kendini görünüşte ilim sahibi olan birinden daha iyi korur. Tarikat zevki ve evliya muhabbeti vasıtasıyla imanını kurtarır. Büyük günahlar işlemekle günahkâr olur fakat kâfir olmaz, kolayca dinsizliğe sokulamaz. Şiddetli bir muhabbet ve sağlam bir inanç ile kutub zâtlar kabul ettiği bir şeyhler silsilesini onun gözünde hiçbir kuvvet çürütemez. Bu yüzden onlara güvenini kesmez. Onlara güveni kesilmezse dinsizliğe giremez. Tarikattan hissesi bulunmayan ve kalbi harekete geçmeyen, hakikati delilleriyle bilen âlim bir zât da olsa, şimdiki dinsizlerin hilelerine karşı kendini tam muhafaza etmesi zorlaşmıştır.

Bir şey daha var ki, takva dairesinin, belki İslamiyet dairesinin dışında bir suret almış bazı meşreplerin ve hak etmediği halde kendine tarikat adını takanların günahlarıyla tarikat mahkum edilemez. Tarikatın dinî, uhrevî ve ruhanî çok mühim ve yüksek neticeleri bir yana, yalnız İslam âlemi içindeki kutsî bir bağ olan kardeşliğin gelişmesine birinci, en tesirli ve hararetli vasıta tarikatlardır. Aynı şekilde, tarikatlar küfür dünyasının ve Hıristiyan siyasetinin İslam nurunu söndürmek için mütiş hücumlarına karşı da İslamiyet'in üç mühim ve sarsılmaz kalesinden biridir. Hilâfet merkezi olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün Hıristiyan âleminin karşısında muhafaza ettiren; İstanbul'da beş yüz yerden fışkıran tevhid nurlarıdır... O islam merkezindeki müminlerin mühim bir dayanak noktası olan büyük camilerin arkasındaki tekkelerde "Allah Allah!" diyenlerin iman kuvvetidir... Ve Cenab-ı Hakk'ın marifetinden, yani O'nu bilmekten gelen ruhanî bir muhabbet ile coşup taşmalardır.

İşte ey hamiyet sahibi görünen akılsızlar ve milliyetçi görünen sahtekarlar! Tarikatın size toplum hayatınızda bu iyiliğini çürütecek hangi kötülüklerdir söyleyiniz...


Dördüncü Telvih
Velâyet yolu çok kolay olmakla beraber çok zorluğu vardır.. çok kısa olmakla beraber çok uzundur.. çok kıymetli olmakla beraber çok tehlikelidir.. çok geniş olmakla beraberçok dardır. İşte bu sırlar içindirki, o yolda gidenler bazen boğulur, bazen zarara düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.

Mesela, tarikatta "seyr-i enfüsî"(iç âleme yapılan manevî yolculuk) ve "seyr-i âfâki"(dış âlemdeki delilleri vasıta kılarak yapılan manevî yolculuk) diye tabir edilen iki meşrep var.

Birincisi enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, insan dış dünyadan gözünü çeker, kalbe bakar, benliği deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra dış âleme girer, o âlemi nuranî görür. Bu seyri çabuk bitirir. Nefsinin dairesinde gördüğü hakikati büyük ölçüde orada da görür. "Tarîk-i hafi" denilen ve sessiz zikir yapılan, işe nefisle mücadeleden başlanan tarikatların çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası, benliği ve gururu kırmak, nefsin gelip geçici arzularını terk etmek ve nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep, dış âlemden başlar, insan o büyük dairenin aynalarında Cenâb-ı Hakkı'ın isim ve sıfatlarının cilvelerini seyreder, sonra enfüsî daireye girer. Küçük bir ölçekte, kalbinin dairesinde o nurları seyredip en yakın yolu açar. Kalbin, Samed'in aynası olduğunu görür, maksadına ulaşır.

İşte birinci yoldan giden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, nefsin geçici heveslerini terk edip benliği kırmazsa şükür makamından övünme makamına, ondan da gurura düşer. Eğer muhabbetten gelen bir çekim, bir cezbe ve cezbeden gelen bir tür manevî beraber bulunursa ondan "şatahat"(menevî cezbe halindeyken söylenen, şeriata aykırı sözler) adıyla haddinden çok fazla iddia çıkar. İnsan hem kendisi zarar eder hem başkasının zarar görmesine sebep olur.

Mesela, nasıl ki bir teğmen, sahip olduğu kumandanlık zevki ve neşesiyle gururlansa kendini bir mareşal zanneder. Küçücük dairesini o büyük daire ile karıştırır. Yine mesela, küçük bir aynada görünen güneşin, denizin yüzünde haşmetiyle yansıyan güneş ile benzer yönü ikisini karıştırmaya sebep olur. Aynen öyle de, çok velâyet ehli var ki, kendini, bir sineğin bir tavus kuşuna nispeti derecesinde ondan büyük onlardan büyük görür, haklı bulur. Hatta ben gördüm ki, yalnız kalbi uyanmış, velâyetin sırrını uzaktan uzağa hissetmiş biri kendini kutb-u âzam zannedip o tavrı takınıyordu. Dedim: "Kardeşim! Nasıl ki saltanat kanununun sadrazam dairesinden ta nahiye müdürü dairesine kadar büyük küçük cilveleri var. Aynen öyle de, velâyetin ve kutbiyetin de çeşitli daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok gölgesi bulunur. Sen sadrazam gibi kutbiyetin büyük cilvesini bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende görmüş, aldanmışsın. Gördüğün doğru, fakat hükümün yanlıştır. Bir sinek için bir kap su, küçük bir denizdir." O zât bu cevabımla inşallah ayıldı ve o tehlikeden kurtuldu.

Hem ben türlü insanlar gördümki, kendilerini bir nevi mehdî biliyor ve "Mehdî olacağım" diyor. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, fakat aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin arş-ı âzam dairesinden bir tek zerreye kadar cilveleri var ve o isimlere mazhariyet de o ölçüde farklıdır. Aynı şekilde, isimlerin cilvelerine mazhariyetten ibaret olan velâyet mertebeleri de öyle farklıdır. Onları birbiriyle karıştırmanın en mühim sebebi şudur:

Bazı evliya makamlarında mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu, kutb-u âzama has bir bağ göründüğü ve Hazreti Hızır'ın o makamla hususi bir münasebeti olduğu gibi, bazı meşur zâtlarla münasebetli makamlar var. Hatta onlara "Hızır makamı, Üveys makamı, Mehdiyet Makamı" denir.

İşde bu sırdan dolayı o makama, onun küçük bir numunesine veya gölgesine girenler, kendilerini o makamla has bir şekilde münasebetli meşhur zâtlar zannediyor. Kendini Hızır kabul ediyor, mehdî olduğuna inanıyor veya kutb-u âzam olduğunu hayel ediyor. Eğer benliği makam sevgisine talip değilse mahkûm olmaz. Haddini aşan iddiaları şatahat sayılır. Bundan belki sorumlu tutulmaz. Eğer benliği perde ardında makam sevgisine yöneliyorsa, o zât benliğine mağlup olup, şükrü bırakıp övünse git gide gurura düşer. Ya divanelik seviyesine alçalır ya da hak yoldan sapar. Çünkü büyük velileri kendisi gibi kabul eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar gururlu da olsa kendi kusurunu anlar. O büyükleri de kendisiyle kıyaslayıp kusurlu zanneder. Hatta peygamberlere hürmeti azalır.

İşte bu hale düşenlerin şeriat terazisini elde tutmaları, kelâm âlimlerinin düsturlarını ölçü almaları, İmam Gazalî ve İmam Rabbanî gibi hakikati delilleriyle bilen evliyanın talimatlarını reber edinmeleri, daima nefislerini itham etmeleri ve nefsin eline kusurdan, acz ve fakrdan başka şey vermemeleri gerekir. Bu meşrepteki şatahat nefsini sevmekten kaynaklanıyor. Çünkü muhabbetin gözü kusuru görmez . İnsan nefsine muhabbetinden dolayı kusurlu, liyâkatsiz ve bir cam parçası gibi olan nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bunlar içindeki en tehlikeli hatalardan biri, kalbine ilham yoluyla gelen küçük mânâları Allah kelâmı tahayyül edip onlara "ayet" demektir, bununla vahyin mukaddes ve yüce mertebesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanların ilhamlarından tut, insanlar arasında avam ve havas tabakaların ilhamlarına.. ve meleklerin avam kısmından ta havas kısmına, Allah'a en yakın meleklerinkine kadar bütün ilhamlar, Cenab-ı Hakk'ın bir nevi kelimeleridir. Fakat rabbanî kelâm, mazhar olanların ve makamların kabiliyetine göre O'nun hitabının yetmiş bin perdede parıldayan ayrı ayrı cilveleridir.

Öyle ilhamlara vahyin ve Allah kelâmının hususi ismi, en açık ve somut örneği, Kur'an'ın yıldızlarına has olan "ayet" isminin verilmesi ise hatanın ta kendisidir. On İkinci, Yirmi beşinci ve Otuz Birinci Söz'lerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük, sönük ve perdeli güneşin gökteki güneşe nispeti ne ise, o iddia sahiplerinin kalbindeki ilhamın doğrudan doğruya Allah kelâmı olan Kur'an güneşinin ayetlerine nispeti de o derecededir. Evet güneşin her bir aynada görünen misalleri onundur ve onunla münasebetli denilse doğrudur, fakat dünya o güneşçiklerin aynasına takılmaz ve onların çekimiyle bağlanmaz.

Beşinci Telvih
Tarikatın gayet mühim bir meşrebi olan "vahdet-i vücud" namı altındaki vahdet-i şuhûd ile, yani sadece Vâcibü'l Vücûd'a bakıp varlıkları o Vücûd-u Vâcib'e nispetençok zayıf birer gölge görmekle insan onların varlık ismine lâyık olmadıklarına hükmedip onları hayal perdesine sarar. Allah'tan başka her şeyi terk makamında onları hiçe saymak, hatta yok diye düşünmek, yanlız O'nun isimlerinin cilvelerine hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gitmek olur.

İşte bu meşrebin mühim bir hakikati var: Vâcibü'l Vücûd'un varlığının, iman kuvvetiyle ve hakkalyakîn derecesindeki yüksek bir velâyetle açığa çıkmasıyla mümkinâtın varlığı o derece aşağı düşer ki, o meşrepteki birinin gözünde hayal ve yokluktan başka makamları kalmaz, o insan âdeta Vâcibü'l Vücûd hesabına kâinatı inkâr eder.

Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. Birincisi şudur: İmanın şartı altıdır. Allah'a imandan başka, ahiret gününe iman gibi esaslar var. Bunlar ise mümkinâtın varlığını ister. O sağlam imanesasları hayal üstüne bina edilmez. Bunun için o meşrepteki kimsenin, istiğrak ve sekir âleminden yani iahî aşkla kendinden geçtiği manevî sarhoşluk halinden âlem-i sahve girdiği yani kendine geldiği vakit meşrebini yanına almaması gerekir. Ve o meşrep gereğince amel etmemesi lâzımdır. Hem kalbe, hale ve zevke ait olan bu meşrebi akla, söze ve ilme ait bir surete çevirmemelidir. Çünkü Kitap ve Sünnet'ten gelen akla ait kanunlar, ilmî düsturlar ve kelâm usulü o meşrebi kaldıramıyor, onun uygulanması mümkün olamıyor. Bu yüzden raşit halifelerde, müçtehit imamlarda ve selef-i sâlihînin büyüklerinde o meşrep açıkça görünmüyor. Demek, en yüce meşrep değil. Belki yüksek, fakat noksan. Çok mühim fakat çok tehlikeli, çok ağır fakat çok zevklidir. Bu zevk için ona girenler çıkmak istemiyor, kendi manevî zevklerini düşünerek onu en yüksek mertebe zannediyorlar. O meşrebin esasını ve mahiyetini Nokta Risalesi'nde, bazı Sözlerde ve Mektubat'ta bir derece ifade ettiğimizden, onlarla yetinerek burada o mühim meşrebin mühim bir tehlikesini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

O meşrep sebepler dairesinden geçip Allah'tan başka her şeyi terk sırrıyla mümkinâttan alâkasını kesen havas tabakanın en seçkinlerinin mutlak istiğrak halinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. O meşrebi sebepler içinde boğulanlara, dünyaya âşık olanlara ve maddî felsefe ile tabiata saplananlara ilmî bir surette telkin etmek, onları tabiat ve maddede boğmak ve İslam hakikatinden uzaklaştırmaktır. Çünkü dünyaya âşık ve sebepler dairesine bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir tür bekâ vermek ister. O dünya sevgilisini elinden kaçırmak istemez. Vahdet-i vücûd bahanesiyle onun bâki bir varlık olduğunu vehmeder, sevgilisi olan dünya hesabına ve bekâyı, ebediyeti ona tam mal etmesinden dolayı onu mabud derecesine çıkarır -Allah korusun- Allah'ı inkâr etme tehlikesine yol açar.

Şu asırda maddecilik fikri her yeri o derece sarmış ki, maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has müminler maddiyatı idam eder derecede önemsiz gördüklerinden, vahdet-i vücûd meşrebi ortaya atılsa belki maddeciler ona sahip çıkacak, "Biz de böyle diyoruz." diyecekler. Halbukî maddecilerin ve her şeyi tabiata verenlerin yolundan en uzak meşrep vahdet-i vücûddur. Çünkü vahdet-i vücûd ehli, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına iman kuvveti ile o kadar önem veriyor ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyor. Maddeciler ise mevcudata o kadar önem veriyor ki, kâinat hesabına Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?

Mümkinât: Allah'ın bütün yarattıklarına verilen isim. Yoktan var edilenler. Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ından başka her şey.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Altıncı Telvih

Üç "nokta" dır.

Birinci Nokta: Velâyet yolları içinde en güzeli, en doğrusu, en parlağı, en zengini sünnet-i seniyyeye uymaktır. Yani amel ve hareketlerinde sünnet-i seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak, onu taklit etmek, davranış ve hareketlerinde şeriatın hükümlerini rehber edinmektir.

İşte sünnete uyma vasıtasıyla insanın basit halleri, örfî yani âdetlerle ilgili muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber, her bir ameli de sünneti ve şeriatı düşündürmekle dinin bir hükmünü hatırlatıyor. O hatırlatma, Sahib-i Şeriatı (aleyhissalâtü vesselam) düşündürüyor. O düşünme ise Cenâb-ı Hakk'ı hatıra getiriyor. Bu da insana bir çeşit huzur veriyor. O halde ömür dakikaları sürekli huzur içinde bir ibadet hükmüne geçirebilir. İşte bu geniş cadde, velâyet-i kübrâ yani en büyük velâyet olan peygamber varisliğinin, sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.

İkinci Nokta: Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâstır. Çünkü insan ihlâs ile gizli şirklerden kurtulur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en kesin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet sevdiğinde bahane aramaz ve onun kusurlarını görmek istemez; mükemmelliğini gösteren zayıf emareleri kuvvetli deliller kabul eder. Daima sevdiğine taraftardır.

Bu sırdandır ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha yani Allah'ı bilmeye yönelen zâtlar, şüphe ve itirazlara kulak vermez, kolayca kurtulurlar. Binlerce şeytan toplansa hakiki sevgililerinin kemâline işaret eden bir emareyi onların gözünde yok edemez. Eğer muhabbet olmazsa o vakit kendi nefsi, şeytanı ve dışarıdaki şeytanların itirazları içinde çok çırpınır. Kahramanca, sağlam bir duruş, iman kuvveti ve dikkatli bir nazar lâzımdır ki kendini kurtarsın.

İşte bu sırdan dolayı, bütün velilik mertebelerinde marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir tehlikesi var; kulluğun sırrı olan niyazdan, tevazudan naza ve bir şey dava etmeye atlar,ölçüsüz hareket eder. Allah'tan başka şeylere yönelmesi sırasında mânâ-yı harfîden (bir şeyin kendi sahibini, sanatkârını gösteren mânâsından) mânâ-yı ismîye (bir şeyin kendine bakan mânâsına) geçmesiyle muhabbet ilaç iken zehir olur. Yani insan Allah'tan başkasını sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına, O'nun namına, O'nun isimlerinin bir aynası olması yönüyle sevdiğine kalben bağlanması lâzımken, bazen o zâtı kendi hesabına, şahsî kemâli ve zâtına ait güzelliği adına düşünüp mânâ-yı ismîyle sever. Allah'ı ve peygamberi düşünmeden yine sevebilir. Bu muhabbet Allah'ı sevmeye vesile değil perde oluyor. Fakat mânâ-yı harfî ile Allah'ı sevmeye vesile olur, belki onun cilvesidir denilebilir.

Üçüncü Nokta: Bu dünya hikmet yurdu, hizmet yurdudur; ücret ve mükâfat alma yeri değil. Buradaki amel ve hizmetlerin ücreti berzahta ve ahirettedir. Buradaki ameller berzahta ve ahirette meyve verir.

Madem hakikat budur, ahirete ait amellerin neticelerini dünyada istememek gerekir. Verilse de memnun değil, mahzun bir şekilde kabul etmek lâzımdır. Çünkü cennet meyveleri gibi kopardıkça yerine aynısının gelmesi sırrıyla, bâki hükmünde olan ahirete ait amel meyvesini
bu dünyada fâni bir surette yemek akıl kârı değildir. Bâki bir lambayı bir dakika yanacak ve sönecek bir lambayla değiştirmek gibidir.

Bu sırdan dolayı, veli zâtlar hizmeti, zorluğu, musibeti ve zahmeti hoş görüyor, nazlanmıyor, şikâyet etmiyorlar. Elhamdülillahi alâküllihal "Bize uygun gördüğü her halimizden ötürü hamdolsun Rabbimize." diyorlar. Keşif, keramet, zevk ve nurlar verildiği vakit bunu bir tür ilahî iltifat kabul edip gizlemeye çalışıyorlar. Övünmeye değil, aksine şükre, kulluğa daha fazla giriyorlar. Çokları o hallerin gizlenmesini ve kesilmesini istemiş ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim ilahî ihsan, ihsanı ona hissettirmemektir, ta ki niyazdan naza ve şükürden övünmeye geçmesin.

İşte bu hakikattendir ki, velâyeti ve tarikatı isteyenler eğer velâyetin bazı sızıntıları olan zevk ve kerametleri isterse, onlara yönelmişse ve onlardan hoşlanırsa; bâki, uhrevî meyveleri fâni dünyada, fâni bir surette yemiş gibi olmakla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâyetin kaçmasına yol açarlar.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Yedinci Telvih

Dört "nükte" dir.

Birici Nükte: Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz , ehadiyet sırrı ve mutlak rubûbiyet noktasında ilahî hitabın neticesidir. Tarikat ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın küçük kısımları hükmüne geçer; daima ona vesile, giriş ve hizmetkâr hükmündedir. Neticeleri şeriatın kesin ve sağlam hükümleridir. Yani tarikat ve hakikat yolları, şeriat hakikatlerine yetişmek için vesile, hizmetkâr ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, şeriatın özünde bulunan hakikatin mânâsına ve tarikat sırrına döner. O vakit, büyük şeriatın kısımları olurlar. Yoksa tasavvuf ehlinden bazılarının zannettiği gibi, şeriatı görünüşteki bir kabuk; hakikati de onun içi, neticesi ve gayesi olarak düşünmek doğru değildir. Evet, şeriat insan tabakalarına göre ayrı ayrı açığa çıkar. Şeriatın avam tabakaya görünen yüzünü onun hakikati zannedip havas tabakaya açılmış olan şeriat mertebesine "hakikat ve tarikat" demek yanlıştır. Şeriatın bütün tabakalara bakan mertebeleri var.

İşte bu sırdandır ki, tarikat ehli ve hakikat yolunda olanlar ileri gittikçe şeriat hakikatları karşısında cezbeleri, şiddetli arzuları artıyor, ona daha fazla uyuyorlar. En küçük bir sünnet-i seniyyeyi en büyük maksat gibi görüp ona uymaya çalışıyor, onu taklit ediyorlar. Çünkü vahiy ilhamdan ne kadar yüksekse, vahyin meyvesi olan şeriât âdâbı da ilhamın neticesi olan tarikat âdâbından o derece yüksek ve mühimdir. Onun için tarikatın en mühim esası, sünnet-i seniyyeye uymaktır.

İkinci Nükte: Tarikat ve hakikatin vesilelikten çıkmaması gerekir. Eğer bizzat gaye hükmüne geçerlerse, o vakit şeriatın kesin ve sağlam hükümleri, uygulamaları ve sünnet-i seniyyeye uymak resmî kalır; kalb öteki tarafa yönelir. O takdirde insan, namazdan çok zikir halkasını düşünür, farzlardan çok evradının cezbesine tutulur, büyük günahlardan kaçmaktan çok tarikat âdâbına muhalefetten kaçar. Halbuki tarikat evradı şeriatın kesin ve sağlam hükümlerinden olan farzların tek bir tanesine karşılık gelemez, onun yerini dolduramaz. Tarikat âdâbı ve tasavvuf evradı, o fazların içindeki hakiki zevke teselli vesilesi olmalı, kaynak değil. Yani tekke, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkâna vesile olmalı. Yoksa camideki namazı çabuk, resmî şekilde kılıp hakiki zevki ve kemâli tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor!

Üçüncü Nükte: "Sünnet-i seniyye ve şeriatın hükümleri dışında tarikat var mıdır, olabilirmi?" diye soruyorlar.

Cevap: Hem var hem yoktur. Vardır, çünkü bazı kâmil evliya şeriat kılıcıyla idam edilmiş. Yoktur, çünkü hakikati delilleriyle bilen evliya , Sa'dî Şirazî'nin şu düsturunda birleşmişler:

ﻣُﺤَﺎﻟَﺴْﺖْ ﺳَﻌْﺪِﻯ ﺑَﺮَﺍﻩِ ﺻَﻔَﺎ ٭ ﻇَﻔَﺮْ ﺑُﺮْﺩَﻥْ ﺟُﺰْ ﺩَﺭْ ﭘَﻰِ ﻣُﺼْﻄَﻔَﻰ
Yani, "Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) caddesinin dışında olanın, onun arkasından gitmeyenin hakikat nurlarına ulaşması imkansızdır."

Bu meselenin sırrı şudur: Madem Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Hâtemü'ül-enbiyâ'dır yani peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanlık adına Cenâb-ı Hakk'ın muhatabıdır. Elbette insan, onun caddesi dışında gidemez ve bayrağı altında bulunmaya mecburdur. Ve madem cezbe ve istiğrak ehli kimseler muhalefetlerinden mesul olamaz.. ve madem insanda bazı latifeler (manevî hisler) var ki teklif altına giremez, o latife hâkim olduğu vakit insan dinin emirlerine muhalefetinden sorumlu tutulmaz.. ve madem insanda bazı latifeler var ki teklif altına girmediği gibi irade altına da girmez, hatta aklın idaresine de girmez; kalbi ve aklı dinlemez. Elbette o latife bir insanda hâkim olduğu zaman -yanlız o zamana hahsus- o zât şeriata muhalefet etse velâyet derecesinden düşmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla: Şereiat hakikatlerine ve iman kaidelerine karşı bir inkâr, bir küçük görme, bir hafife alma olmamalıdır. Hükümleri yerine getirmesede hak bilmesi gerekir. Yoksa o hale mağlup olup -Allah korusun- o sağlam hakikatlere karşı inkâr ve yalanlamayı hissettirecek bir vaziyet, alçalma alâmetidir!

Kısacas: Şeriat dairesinin dışında bulunan tarikat ehli iki kısımdır:

Bir kısmı -daha önce geçtiği gibi- ya hale, istiğraka, cezbeye ve manevî sarhoşluğa yenik düşüyor ya da teklifi dinlemeyen veya iradeyi işitmeyen latifelerin mahkûmu olup şeriat dairesinin dışına çıkıyor. Fakat o çıkış, şeriatın hükümlerini beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburen, iradesiz terktir. Böyle veli zâtlar var. Hem mühim veliler bunların içinde geçici olark bulunmuş. (Hatta hakikati delilleriyle bilen bazı evliya, böylelerinden değil yalnız şeriat dairesinin, belki İslamiyet dairesinin dışında bulunanlar olduğuna hükmetmişler.) Fakat bir şartla: Hazreti Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselam)
getirdiği hükümlerin hiçbirini yalanlamamak... O kısım belki ya düşünmüyor ya o hakikatlere yönelemiyor veyahut bilmiyor, bilemiyor. Bilse ve kabul etmese olmaz!

İkinci kısım ise tarikat ve hakikatin parlak zevklerine kapılıp kendi zevk makamından çok yüksek olan şeriat hakikatlerinin zevk derecesine yetişemediği için onu zevksiz, resmî bir şey gibi görüp şeriata karşı kayıtsız kalır. Gitgide şeriatı bir kabuk zanneder. Bulduğu hakikati esas ve gaye sayar. "Onu buldum, o bana yeter." der, şeriatın hükümlerine muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar yaptıklarından sorumludur; alçalıyor, belki kısmen şeytana maskara olyuyorlar.

Dördüncü Nükte: Dalâlet ehlinden ve bid'atçılardan bir kısım zâtlar, ümet nazarında makbul oluyor. Aynen onlar gibi zâtlar var, görünüşte hiçbir fark yokken ümmet onları reddediyor. Buna hayret ediyordum. Mesela Zemahşerî gibi Mutezile mezhebinde en tutucu fertlerden birini Ehl-i Sünnet'ten hakikati delilleriyle bilen zâtlar o şiddetli itirazlarına rağmen küfür ve dalâletle itham etmiyor, belki onun için bir kurtuluş yolu arıyorlar. Zemahşerî'den çok daha az şiddetli olan Ebû Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını ise reddedilmiş ve kovulmuş sayıyorlar. Bu sır çok zaman merakımı uyandırıyordu. Sonra Allah'ın lütfuyla anladım ki, Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnet'e itirazları, hak zannettiği yolunda hakka muhabbetten ileri geliyordu. Yani mesela, hakiki tenzih, Cenâb-ı Hakk'ı bütün noksanlıklardan uzak sayma onun nazarında hayvanların kendi fiillerini yaratmasıyla oluyor. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ı tenzihe olan muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in fiillerin yaratılması meselesindeki düsturunu kabul etmiyor. Reddedilmiş başka Mutezile imamları, hakka muhabbetten çok Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden, geniş Ehl-i Sünnet kaideleri dar fikirlerine sığmadığından ve onları inkâr ettiklerinden reddedilmişlerdir. Aynen kelâm ilminde Mutezile'nin Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e muhalefeti gibi, sünnet-i seniyye dışındaki bir kısım tarikat ehlinin muhalefeti de iki şekildedir:

Biri, Zemahşerî gibi, haline ve meşrebine çok bağlılık sebebiyle, zevk derecesine yetişemediği şeriat âdâbına karşı bir derece kayıtsız kalır.

Diğer kısım ise -hâşâ- şeriat âdâbına, tarikat düsturlarına nispeten önemsiz diye bakar. Çünkü dar anlayışı o geniş zevkleri kavrayamıyor ve küçük makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member

Sekizinci Telvih

Sekiz tehlikeyi bildirir.

Birincisi: Sünnet-i seniyyeye tamamen uymayan bir kısım tarikat ehli, velâyeti peygamberliğe tercih etmekle tehlikeye düşer. Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Söz'lerde, peygamberliğin ne kadar yüksek olduğu ve velâyetin ona nispeten ne kadar sönük kaldığı ispatlanmıştır.

İkincisi: Tarikat ehlinden aşırıya giden bir kısım, evliyasını sahabeye tercih etmekle, hatta peygamber derecesinde görmekle tehlikeye düşer. On İkinci ve Yirmi yedinci Sözlerde ve o Söz'ün "Sahabiler Hakkındaki Zeyl"inde şu husus kesinlikle ispat edilmiştir: Sahabilerde sohbetin öyle bir hususiyeti var ki, ona velâyet ile yetişilmez, sahabilerin önüne geçilmez ve veliler hiçbir zaman peygamberlere erişemez.

Üçüncüsü: Aşırı tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, tarikat âdâb ve evradını sünnet-i seniyyeye tercih ederek sünnete muhalefetle onu terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle kendisine şeriat âdâbına karşı bir kayıtsızlık hali gelir, tehlikeye düşer.

Çok Söz'de ispat edildiği ve İmam Gazalî, İmam Rabbanî gibi hakikati delilleriyle bilen tarikat ehli zâtların dediği gibi: "Bir tek sünnet-i seniyyeye uymakla elde edilen makbuliyet, yüz âdâb ve hususi nafileden gelemez. Bir farz bin sünnete üstün olduğu gibi, bir sünnet-i seniyye de bin tasavvuf âdâbından üstündür."

Dördüncüsü: Aşırıya giden bir kısım tasavvuf ehli, ilhamı vahiy gibi zanneder ve vahiy türünden kabul eder, tehlikeye düşer. Vahyin derecesinin ne kadar yüksek, küllî ve kutsî; ilhamların ona nispeten ne derece küçük ve sönük olduğu On İkinci Söz'de, Kur'an'ın mucizelerine dair Yirmi Beşinci Söz'de ve başka risalelerde kesin bir şekilde ispat edilmiştir.

Beşincisi: Tarikat sırrını anlamayan bir kısım tasavvuf ehli, zayıfları kuvvetlendirmek, gevşekleri cesaretlendirmek ve hizmetin şiddetinden gelen usaç ve zorluğu hafifletmek için istenmeden verilen zevk, nur ve kerametleri tatlı görüp onlara bağlanır; onları ibadet, hizmet ve evrada tercih ederek tehlikeye düşer. Bu risalenin Altıncı Telvih'inin Üçüncü Nokta'sında kısaca ifade edildiği ve başka Sözlerde kesinlikle ispatlandığı üzere, bu dünya hizmet yurdudur, ücret alma yeri değil. Burada ücretini isteyenler bâki, daimî meyveleri fâni ve geçici bir surete çevirmekle beraber, dünyada kalıcı olmak hoşlarına gidiyor, berzaha arzuyla bakamıyorlar. Âdeta bir yönden dünya hayatını sever, çünkü içinde bir bakıma ahireti bulurlar.

Altıncısı: Hakikat yolunda olmayan bir kısım tarikat ehli, velâyet makamlarının gölgelerini ve küçük numunelerini, asıl ve büyük makamlarla karıştırarak tehlikeye döşer. Yirmi Dördüncü Söz'ün İkinci Dalı'ında ve başka Söz'lerde kesinlikle ispat edilmiştir ki, nasıl göneş aynalar vasıtasıyla çoğalır, binlerce misalî güneş, tıpkı güneş gibi ışık ve sıcaklığa sahip olur. Fakat o misalî güneşler hakiki güneşe nispeten çok zayıftır. Aynen onun gibi, peygamberlerin ve büyük evliyanın makamlarının bazı gölgeleri var. Manevî makamlarda yolculuk yapan tarikat ehli onlara girer, kendini o büyük velilerden daha büyük görür. Belki peygamberleri geçtiğini zanneder, tehlikeye düşer. Bütün bu tehlikelerden zarar görmemek için iman ve şeriat esaslarını daima rehber edinmeli ve esas tutmalı, manevî âlemde gördüklerini ve zevkini onlara karşı muhalefetinde itham etmelidir.

Yedincisi: Bir kısım zevk ve şevk ehli, manevî makamlardaki yolculuğunda övünmeyi, nazı, şatahatı, insanların alâkasını ve bir şeye merci olmayı; şükre, niyaza, çaresizce yakarışlara ve insanlardan istiğnaya, yani kimsenin minneti altına girmemeye tercih etmekle tehlikeye düşer. Halbuki en yüksek mertebe Allah Resûlü'nün kulluğudur ki, "mahbubiyet" unvanıyla anılır. Kulluğun ise esas sırrı niyaz, şükür, tevazu içinde yakarış, huşû, acz, fakr, halktan istiğna yönüyle o hakikatin kemâline mazhar olmaktır. Bazı büyük veliler övünme, naz ve şatahata geçici olarak, iradeleri dışında girmişler fakat o noktada, iradeyle onlara uyulmaz; hidayeti, doğru yolu gösterirler ama ona götüremezler, arkalarından gidilmez!

Sekizincisi: Maneî zevklerine tutkun, aceleci bir kısım tarikat ehli, ahirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini dünyada yemek ister ve manevî yolculuğunda onları istemekle tehlikeye düşer. Halbuki
ﻭَﻣَﺎ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓُ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﺍِﻻَّ ﻣَﺘَﺎﻉُ ﺍﻟْﻐُﺮُﻭﺭِ "Bu dünya hayatı aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir." (Âl-i İmran sûresi, 3/185)gibi ayetlerle ilan edildiği ve çok Söz'de kesin bir şekilde ispatlandığı üzere, bekâ âleminde bir tek meyve fâni dünyanın bin bahçesine tercih edilir. Onun için o mübarek meyveleri burada yememeli! Eğer istenmeden yedirilirse şükretmeli! Onlar mükâfat değil, belkiteşvik için ilahî bir ihsan olarak görülmeli!..

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dokuzuncu Telvih

Tarikatın pek çok meyve ve faydasından burada yalnız dokuz tanesini kısaca söyleyeceğiz.

Birincisi: İstikametli tarikat vasıtasıyla, ebedî saadetteki ebedî hazinelerin anahtarı, kaynağı ve madeni olan iman hakikatlerinin açığa çıkması ve aynelyakîn derecesinde görünmesidir.

İkincisi: İnsan makinesinin merkezi ve zembereği olan kalbi tarikat vasıtasıyla işletmekle diğer latifeleri harekete geçirip yaradılışlarının neticesine sevk ederek hakiki insan olmaktır.

Üçüncüsü: Berzah âleminde ve ahiret seferinde, tarikat silsilelerinden birine katılıp o nuranî kafile ile sonsuzların sonsuzu ahiret yolunda arkadaş olmak, yalnızlık ve korku hissinden kurtulmak, onlarla dünyada ve berzahta mânen yakınlık kurmak, vehim ve şüphelerin hücumuna karşı tarikat ehlinin icmâ ve ittifakına dayanıp her bir üstadını kuvvetli bir senet ve delil derecesinde görerek hatıra gelen dalâlet ve şüpheleri defetmektir.

Dördüncüsü: İmandaki marifetullahın, yani Allah'ı bilmenin ve o marifetteki muhabbetullahın, yani Allah sevgisinin zevkini saf tarikat vasıtasıyla anlamak, böylece dünyanın mutlak yalnızlık ve ürkütücülüğünden, insanın kâinattaki mutlak gurbetinden kurtulmaktır. Birçok Söz' ispat etmişiz ki, iki cihan saadeti, elemsiz lezzet, yalnızlık ve korku hissi bulunmayan dostluk, hakiki zevk ve ciddi saadet, iman ve İslamiyet hakikatindedir. İkinci Söz'de denildiği gibi, iman cennetteki tûbâ ağacının bir çekirdeğini taşıyor. İşte tarikat terbiyesiyle o çekirdek büyüyüp boy atar.

Beşincisi: Dinin emirlerindeki latif hakikatleri, tarikattan ve Cenâb-ı Hakk'ı zikirden gelen kalbî bir uyanış vasıtasıyla hissetmek, takdir etmektir. O vakit insan ibadeti zoraki ve ciddiyetsizce yapmaz, aksine Allah'ın emirlerine şevkle itaat edip kulluğunu yerine getirir.

Altıncısı: Hakiki zevke, ciddi teselliye, kedersiz lezzete, yalnızlık ve korku hissi bulunmayan arkadaşlığa gerçek vesile ve vasıta olan tevekkül makamını, teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

Yedincisi: Tarikatlardaki manevî yolculukların en mühim şartı ve neticesi olan ihlâs vasıtasıyla gizli şirkten, riya ve yapmacıklık gibi rezilliklerden kurtulmak ve tarikatın fiilî kısmı, yani nefsi terbiye edip temize çıkarmak vasıtasıyla nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

Sekizincisi: Tarikatta kalben zikir ve aklen tefekkür ile kazanılan teveccüh, huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadete çevirmek ve dünyevî işlerini ahirete ait ameller hükmüne geçirip ömür sermayesini güzelce kullanmakla, dakikalarını ebedî hayatın sümbüllerini verecek çekirdekler haline getirmektir.

Dokuzuncusu: Kalben manevî yolculuk, ruhen cihad ve manevî yükseliş ile kâmil bir insan olmak için çalışmak.. yani hakiki mümin ve tam bir Müslüman olmak.. yalnız görünüşte değil gerçekten iman ve İslam hakikatini kazanmak.. şu kâinat içinde ve bir yönden kâinatın temsilcisi hükmünde doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâl'ine kul ve muhatap, dost ve ayna olmak.. ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle insanoğlunun meleklere üstünlüğünü ispat etmek.. şeriatın iman ve amele ait taraflarıyla yüce makamlarda üçmak.. ve bu dünyada ebedî saadete bakmak, belki de o saadete girmektir..

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Bu küçük ilavenin büyük önemi var. Herkese faydalıdır.
İnsanı Cenâb-ı Hakk'a ulaştıracak yollar pek çoktur ve bütün hak yollar Kur'an'dan alınmıştır. Fakat onların bazısı diğerlerinden daha kısa , daha emniyetli ve daha geniştir. O yollar içinde, benim dar kavrayışımla Kur'an'dan anladığım, "acz, fakr, şefkat ve tefekkür" yoludur.

Evet, acz de aşk gibi, belki ondan daha emniyetli bir yoldur ki, kulluk vasıtasıyla insanı Allah tarafından sevilme makamına kadar götürür.

Fakr, insanı Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ismine ulaştırır.

Şefkat, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir yoldur ki, insanı Rahîm ismine kavuşturur.

Tefekkür de aşk gibi, hatta daha zengin, daha parlak, daha geniş bir yoldur ki, insanı Allah'ın Hakîm ismine götürür.

Bu yol, "tarik-i hafi" denilen ve sessiz zikir yapılan, ise nefisle mücadeleden başlanan tarikatlar gibi on adımdan değil, "tarik-i cehriye" denilen ve yüksek sesle zikir yapılan, işe tabiat putunu kırmakla başlanan tarikatlar gibi nefsin yedi mertebesine atılan adımlardan da değil; sadece dört mertebeden ibarettir. Tarikattan ziyade hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın, aczini, fakrını ve kusurunu Cenâb-ı Hak karşısında görmek demektir, yoksa insanlara göstermek değildir.

Şu kısa yolun esası, sünnete uymak, farzları işlemek ve büyük günahları terk etmektir. Bilhassa namazı tâdil-i erkânla kılmak ve ardından tesbihatı yapmaktır.


Birinci mertebeye "öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın, kendinizi hatasız görmeyin." (Necm sûresi, 53/32) ayeti işaret ediyor.

İkinci mertebeye "Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerine, kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!" (Haşir sûresi, 59/19) ayeti, üçüncü mertebeye "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir." (Nisâ sûesi, 4/79) ayeti, dördüncü mertebeye ise "O'nun Vechi (Zâtı ve rızası) dışında her şey yok olup gitmeye mahkûmdur." (Kasas sûresi, 28/88) ayeti işaret ediyor.

Bu dört mertebenin kısaca izahı şudur:

Birinci mertebede:
"öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın, kendinizi hatasız görmeyin." (Necm sûresi, 53/32) ayetinin işaret ettiği gibi, nefsi temize çıkarmamak... Çünkü insan, yaradılışı gereği nefsini sever. Hatta önce ve bizzat, yalnız onu sever, her şeyi nefsine feda eder. Nefsini ibadete lâyıkmış gibi metheder, ayıplardan uzak görüp temize çıkarır. Elden geldiğince kusurları kendine yakıştırmaz ve kabul etmez. Nefsini taparcasına, şiddetle savunur. Hatta fıtratına yerleştirilmiş, Hakiki Mabud'u hamd ve tesbih etmesi için kendisine verilmiş donanım ve kabiliyetleri nefsi için kullanarak "(Baksana) şu kendi heva ve heveslerini ilah edinen kimseye!" (Furkan sûresi, 25/43; Câsiye sûresi, 45/23) ayetinin tehdidine muhatap olur. Sadece kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte bu mertebede nefsin asıl temizliği, onu temize çıkarmamaktır.

İkinci mertebede:
"Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerine, kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!" (Haşir sûresi, 59/19) ayetinin ders verdiği gibi, insan kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Ölümü bile başkasına yakıştırır. Fâniliği ve yokluğu görse üstüne alınmaz. Zahmet ve hizmet sırasında nefsini unutmak, ücret alma ve lezzetlerden istifade etme vaktinde ise kendini düşünmek, şiddetle savunmak ve çok mühim görmek nefs-i emmarenin gereğidir.

Nefsin bu makamdaki temizliği, arınması, terbiyesi şu halin zıddıyla mümkündür. Yani, nefsi haz ve ihtiraslarda unutmak, ölümde ve hizmette ise düşünmek...

Üçüncü mertebede:

"Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir." (Nisâ sûesi, 4/79) ayetinin ders verdiği gibi, nefis tabiatı gereği, iyiliği daima kendinden bilip övünür ve kibre girer. Bu mertebede insan, nefsinde yanlız kusuru, noksanlığı, aczi ve fakrı görüp bütün güzelliklerin ve faziletlerin kendisine Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlar; övünmek yerine şükreder, kendini beğenmek yerine hamd eder.

Şu mertebede nefsin temizliği,
"Nefsini Maddî ve manevî kirlerden arındıran, kurtuluşa erer." (Şems sûresi, 91/9) sırrıyla, kemâlini kusurda, kudretini aczde, zenginliği fakrda bilmektir.

Dördüncü mertebede:
"O'nun Vechi (Zâtı ve rızası) dışında her şey yok olup gitmeye mahkûmdur." (Kasas sûresi, 28/88) ayetinin ders verdiği gibi, nefis kendini serbest, tek başına ve bizzat mevcut bilir. O sebeple bir tür rubûbiyet dava eder, Mabud'una karşı düşmanca bir isyan içine girer.

İşte nefis, şu hakikati anlamakla bu halden kurtulur:

Her şey, nefsinde mânâ-yı ismiyle, yani kendisine bakan yönüyle fânidir, kayıptır, sonradan olmadır, ölüdür. Fakat mânâ-yı harfiyle, yani Sanatkârına, Yaratıcısına bakan yönüyle, Sani-i Zülcelâl'in isimlerine ayna olması ve vazifesi itibari ile şahittir, gözle görülür, vücuda getiricidir, mevcuttur.

Bu makamda nefsin temizliği şöyledir: Varlıkta yokluk, yoklukta varlık bulunur. Yani kendini varlığının sahibi bilse, kendine kıymet verse kâinat kadar büyük bir yokluk karanlığı içinde kalır. Kendi varlığına güvenip Hakiki Yaratıcı'yı unutsa, ateş böceği gibi kendi şahsî, zayıf ışığıyla sonsuz yokluk karanlıklarında ve ayrılıklar içinde boğulur. Fakat benliğini ve gururu bırakıp bizzat nefsinin hiç olduğunu ve aslında Hakiki Yaratıcı'nın bir tecelli aynası bulunduğunu görse bütün mevcudatı ve sonsuz bir varlığı kazanır. Zira bütün varlıkların, isimlerinin cilvelerine mazhar olduğu Vâcibü'l-Vücud Zât'ı bulan, her şeyi bulmuştur.



HATİME(Sonsöz)
Şu acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolundaki dört mertebenin izahı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'an'ın hikmetine dair yirmi altı adet Söz'de yapılmıştır. Burada yalnız bir iki noktaya kısaca işaret edeceğiz.

Evet, bu yol daha kısadır, çünkü dört mertebedir. Acz yolunun yolcusu, elini nefisten çekse doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl'e yönelir. Halbuki en keskin yol olan aşkın yolcusu, nefisten elini çeker, mecazî bir sevgiliye yapışır. Ancak onun yokluğunu gördükten sonra Hakiki Sevgili'ye gider.

Hem bu yol daha emniyetlidir. Çünkü bu yolda nefsin hakka aykırı, mübalağalı, yalan iddiaları bulunmaz. İnsan, nefsinde acz, fakr ve kusurdan başka bir şey balamaz ki haddini aşsın.

Hem bu yol çok daha umumidir, geniş bir caddedir. Çünkü bu yolun yolcusu, vadet-i vücûd meşrebindekiler gibi, daimî huzuru kazanmak için kâinatı yokluğa mahkûm zannedip "Lâ mevcude illâ Hû"
Vücûd-u Vâcib'e nispeten başka şeylere var denilmemeli... onlar varlık unvanına lâyık değildir.) hükmüne varmaya veyahut vahdet-i şuhûd ehli gibi, daimi huzur için kâinatı mutlak bir unutuş perdesinde hapse mahkûm kabul edip "Lâ meşhude illâ Hû" Görünen sadece O'dur") demeye mecbur olmuyor. Belki Kur'an onu ebedî yokluktan ve hapisten açıkça bağışladığı için bu yolun yolcusu da varlıkları kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına kullanıyor. Her şeyi Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerinin tecellilerine mazhar ve onların aynası olmakla vazifeli görüyor. Varlıklara mânâ-yı harfî ile, yani Yaratıcılarını gösteren yüzlerine bakıp mutlak gafletten kurtularak daima O'nun huzurunda olma şuurunu kazanıyor. Her şeyde Cenâb-ı Hakk'a bir yol buluyor.

Kısacası, varlıklara kendileri hesabına, yani mânâ-yı ismî ile bakmıyor.


Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Kastamonu Lahikası

Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi-meşreb zâtlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa Risale-i Nur'a karşı rakibane başka bir çığır açmak ile hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur'aniyeye bilmeyerek zarar verir; zındıkaya bir nevi yardım olur. Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Tarîkat nedir?

Elcevab:

Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.


Tarîkat: Manevi terbiye yolu, yol.
Gaye-i maksadı: Maksadın gayesi, kastedilen ve istenilen gaye.
Marifet: Bilme, tanıma.
İnkişaf-ı hakaik-i imaniye: İmanla ilgili gerçeklerde gelişme ve yükselme.
Mi'rac-ı Ahmedî': Hz. Muhammedin(asm) mi'racı (Allah(cc) ile görüşüp konuşacak makama yükselmesi).
Saye: Koruma, sahip çıkma, himaye.
Kalb: Gönül. *Yürek.
Seyr ü sülûk-u ruhanî: Ruha ait bir terbiye yoluna girip devam etme.
Zevkî: Zevk ile ilgili, zevke ait.
Halî: Vaziyet ile.
Şuhudî: Görmeyle ilgili.
Hakaik-i imaniye: İmana ait hakikatlar, inançla ilgili gerçekler.
Mazhariyet: Mazhar olma, nail olma.
Tasavvuf: İslâmiyetin temel prensiplerine dayanarak, nefsi dünya alâkalarından ve sevgisinden kesip Allah'a(cc) ulaşma yolundaki kalbe, ahlâka, nefse, ruha, marifete, makama ve batına ait bilgiler, mutasavvıfların ilmi, Allah'a ulaşma bilgisi ve yaklaşımı. *Kişinin kalbini dünya ilgilerinde kesip gönlünü Allah sevgisine bağlaması.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Sırr-ı insanî: İnsana ait sır, insanda bulunan ve açıkça bilinemeyen manevî bir duygu ve yetenek.
Kemal-i beşerî: İnsanla ilgili gelişme ve olgunlaşma.


Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitablar gösteriyorlar.

Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Fihriste-i câmia: Kapsamlı bir özet listesi.
Harita-i maneviye: Manevî harita.
Dimağ: Akıl, şuur, beyin.
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Misillü: Gibi, benzeri.
Nevi: Çeşit, tür.
Merkez-i manevî: Manevî merkez.
Fünun: Fenler, ilimler.
Ulûm-u beşeriye: İnsan eliyle ortaya konan ilimler, insan aklının ürünü olan ilimler.
Mahiyet: Temel özellik, temel gerçek.
Hakaik-i kâinat: Kâinatın gerçekleri.
Mazhar: Kazanma, ulaşma, sahip olma.
Medar: Sebeb, vesile.
Hadd ü hesab: Sınır ve sayı.
Ehl-i velayet: Evliyalar, ermişler.
Nuranî: Nurlu.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Feyzi kardeşim!
Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur'un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risale-i Nur'la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü'mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü'minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Isparta'lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a'zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Bediüzzaman
 

Ahmet.1

Well-known member
Vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer'iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba' etmektir. Mektûbat
 

Ahmet.1

Well-known member
Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru' etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi' olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet'in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın mu'cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.

Said Nursî
 

Ahmet.1

Well-known member
Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.

İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikîsinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.

İşte bu sırra binaendir ki; umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah'ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. Mektubat
 
Üst