ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻻَٓ ﺍِﻥَّ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻻَ ﺧَﻮْﻑٌ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭَﻻَﻫُﻢْ ﻳَﺤْﺰَﻧُﻮﻥَ
"İyi bilin ki, Allah'ın velileri için (özellikle ahirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir." (Yûnus sûresi, 10/62)
Bu kısım, velâyet yolları ve tarikatlar hakkındadır, "Dokuz Telvih" tir.
Birinci Telvih
"Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr u sülûk" adları altında şirin, nuranî, neşeli, ruhânî ve mukaddes bir hakikat vardır ki, zevk ve keşf ehli muhakkik zâtlar onu ilan ve tarif eden, ders veren binlerce cilt kitap yazmış, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. ﺟَﺰَﺍﻫُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ Allah onları bol hayırlarla mükâfatlandırsın. Biz o engin denizden birkaç damla hükmünde birkaç sızıntıyı şu zamanın bazı mecburiyetleri gereği göstereceğiz.
Soru: Tarikat nedir?
Cevap: Tarikatın gayesi, marifet ve iman hakikatlerinin açığa çıkması ile Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) miracının gölgesinde ve himayesi altında, kalb ayağıyla ruhanî bir seyr u sülûk, yani manevî makamlarda yolculuk neticesinde zevke ve hale ait, bir derece görülen iman ve Kur'an hakikatlerine mazhariyettir; "tarikat, tasavvuf" namıyla insanın yüce bir sırrı ve kemâlidir.
Evet, şu kâinatta insan kuşatıcı bir fihrist olduğundan, onun kalbi binlerce âlemin manevî haritası hükmündedir. İnsanın aklı sayısız telsiz, telgraf ve telefonun santral denilen merkezi misali, kâinatın bir tür manevî merkezidir. Bunu gösteren hadsiz beşerî fen ve ilim bulunduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbin de sonsuz kâinat hakikatlerinin mazharı, kaynağı, çekirdeği olduğunu had ve hesaba gelmeyen veli zâtların yazdıkları milyonlarca nuranî kitap
gösteriyor.
İşte madem insanın kalbi ve aklı bu merkezdedir; çekirdek halinde, büyük bir ağacın donanımını içerir ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinanın âletleri, çarkları onun içinde yerleştirilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fâtır'ı, insanın onu işletmesini ve potansiyal halden bilfiil vaziyete çıkarmasını, geliştirmesini ve onun hareketini irade etmiş ki, kalbi öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette kalb de akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işletmek için en büyük vasıta, velâyet mertebelerinde Cenâb-ı Hakk'ı zikretmekle tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir.
İkinci Telvih
Kalben yapılan bu manevî yolculuğun ve bu ruhani hareketin anahtarları, vesileleri Allah'ı zikretmek ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin güzellikleri saymakla bitmez. Ahirete ait sayısız faydaları ve insana kazandırdığı kemâl vasıfları bir yana, yalnız telaşlı ve ızdıraplı dünya hayatına ait küçük bir faydası şudur:
Her insan hayatın telaşından, ızdırabından ve ağır sorumluluklarından bir derece kurtulmak ve nefeslenmek için herhalde bir teselli ister, bir zevk arar, yanlızlık ve korku hissini yok edecek bir dostluğu, yakınlığı araştırır. İnsanlığın medeniyet neticesinde meydana getirdiği toplum hayatında kurulan yakınlık, on insandan bir ikisine geçici olarak, belki gafletli bir şekilde ve sarhoşça bir dostluk hissi, aşinalık ve teselli verir. Fakat insanların yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde başkalarından uzak yaşıyor, ya geçim derdi onları ücra köşelere sevk ediyor, veyahut musibetler ve ihtiyarlık gibi ahireti düşündüren vasıtalar sebebiyle cemaatlerinden gelecek dostluk ve yakınlıktan mahrumdurlar. Şu hal o hissi verip onları teselli etmez.
İşte böylelerinin hakiki tesellisi, ciddi dostluğu ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmekte, o ücra köşelerde, yalnızlık ve korku hissi veren dağlarda ve sıkıntılı derelerde kalbine yönelip "Allah!" diyerek kalp huzuruna erip o hisle, etrafında vahşetle kendisine bakan eşyanın dostça tebessüm ettiğini düşünmektedir. Böyle bir insan, "Zikrettiğim Hâlıkımın sayısız kulları her tarafta bulunduğu gibi, bana korku ve yalnızlık hissi veren bu yerdede çoktur. Ben yanlız değilim, korkmak mânâsızdır." diyerek imanlı bir hayattan dostça bir zevk alır. Hayat saadetinin mânâsını anlar, Allah'a şükreder.
Üçüncü Telvih
Velâyet bir peygamberlik delilidir, tarikat ise şeriata bir delildir. Çünkü velâyet peygamberliğin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, bir nevi kalbî şuhûd ve ruhanî zevk ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, peygamberliğin doğruluğuna kesin bir delildir. Tarikat; zevkiyle, keşfiyle, ondan istifadeyle ve feyiz almakla şeriatın ders verdiği hükümlerin hak olduğuna ve Hak'tan geldiğine apaçık bir delildir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, peygamberlik ve şeriatın delilidir; aynen öyle de İslamiyet'in bir kemâl sırrı, nurlar kaynağı, insanlığın İslamiyet sırrıyla bir yükselme madeni ve bir feyiz membaıdır.
İşte şu büyük sırrın bu derece önemiyle beraber, hak yoldan sapan bazı topluluklar onu inkâr yoluna gitmiş Kendileri mahrum kaldıkları o nurlardan başkalarının da mahrumiyetine sebep olmuşlar. En üzücüsü şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in sadece görünen mânâlara bağlı kalan bir kısım âlimleri ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e mensup bir kısım gafil siyasetçiler, tarikat ehlinin içinde gördükleri bazı sûiistimalleri ve hataları bahane ederek o büyük hazineyi kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser kaynağını kurutmak için çalışıyorlar.
Halbuki kusursuz ve her yönü hayırlı olan şeyler, meşrepler, yollar az bulunur. İster istemez bazı kusurlar ve sûiistimaller olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girerse elbette onu sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak ahirette amellerden hesaba çekme düsturuyla, rabbanî adaletini sevap-günah dengesiyle gösteriyor. Yani sevaplar üstün ve ağır gelirse mükâfatlandırır, kabul eder; günahlar üstün gelirse cezalandırır, reddeder. Günah-sevap dengesi niceliğe değil keyfiyete bakar. Bazen olur, bir tek sevap bin günaha üstün gelir, onları affettirir.
Madem ilahî adalet böyle hükmeder ve hakikat de bunu hak görür. Sünnet-i seniyye dairesindeki tarikatın sevaplarının günahlarına kesinlikle üstün olduğuna delil, tarikat ehlinin dalâlet yolundakilerin hücumu zamanında imanını muhafaza etmesidir. Basit, samimi tarikat ehli, kendini görünüşte ilim sahibi olan birinden daha iyi korur. Tarikat zevki ve evliya muhabbeti vasıtasıyla imanını kurtarır. Büyük günahlar işlemekle günahkâr olur fakat kâfir olmaz, kolayca dinsizliğe sokulamaz. Şiddetli bir muhabbet ve sağlam bir inanç ile kutub zâtlar kabul ettiği bir şeyhler silsilesini onun gözünde hiçbir kuvvet çürütemez. Bu yüzden onlara güvenini kesmez. Onlara güveni kesilmezse dinsizliğe giremez. Tarikattan hissesi bulunmayan ve kalbi harekete geçmeyen, hakikati delilleriyle bilen âlim bir zât da olsa, şimdiki dinsizlerin hilelerine karşı kendini tam muhafaza etmesi zorlaşmıştır.
Bir şey daha var ki, takva dairesinin, belki İslamiyet dairesinin dışında bir suret almış bazı meşreplerin ve hak etmediği halde kendine tarikat adını takanların günahlarıyla tarikat mahkum edilemez. Tarikatın dinî, uhrevî ve ruhanî çok mühim ve yüksek neticeleri bir yana, yalnız İslam âlemi içindeki kutsî bir bağ olan kardeşliğin gelişmesine birinci, en tesirli ve hararetli vasıta tarikatlardır. Aynı şekilde, tarikatlar küfür dünyasının ve Hıristiyan siyasetinin İslam nurunu söndürmek için mütiş hücumlarına karşı da İslamiyet'in üç mühim ve sarsılmaz kalesinden biridir. Hilâfet merkezi olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün Hıristiyan âleminin karşısında muhafaza ettiren; İstanbul'da beş yüz yerden fışkıran tevhid nurlarıdır... O islam merkezindeki müminlerin mühim bir dayanak noktası olan büyük camilerin arkasındaki tekkelerde "Allah Allah!" diyenlerin iman kuvvetidir... Ve Cenab-ı Hakk'ın marifetinden, yani O'nu bilmekten gelen ruhanî bir muhabbet ile coşup taşmalardır.
İşte ey hamiyet sahibi görünen akılsızlar ve milliyetçi görünen sahtekarlar! Tarikatın size toplum hayatınızda bu iyiliğini çürütecek hangi kötülüklerdir söyleyiniz...
Dördüncü Telvih
Velâyet yolu çok kolay olmakla beraber çok zorluğu vardır.. çok kısa olmakla beraber çok uzundur.. çok kıymetli olmakla beraber çok tehlikelidir.. çok geniş olmakla beraberçok dardır. İşte bu sırlar içindirki, o yolda gidenler bazen boğulur, bazen zarara düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.
Mesela, tarikatta "seyr-i enfüsî"(iç âleme yapılan manevî yolculuk) ve "seyr-i âfâki"(dış âlemdeki delilleri vasıta kılarak yapılan manevî yolculuk) diye tabir edilen iki meşrep var.
Birincisi enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, insan dış dünyadan gözünü çeker, kalbe bakar, benliği deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra dış âleme girer, o âlemi nuranî görür. Bu seyri çabuk bitirir. Nefsinin dairesinde gördüğü hakikati büyük ölçüde orada da görür. "Tarîk-i hafi" denilen ve sessiz zikir yapılan, işe nefisle mücadeleden başlanan tarikatların çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası, benliği ve gururu kırmak, nefsin gelip geçici arzularını terk etmek ve nefsi öldürmektir.
İkinci meşrep, dış âlemden başlar, insan o büyük dairenin aynalarında Cenâb-ı Hakkı'ın isim ve sıfatlarının cilvelerini seyreder, sonra enfüsî daireye girer. Küçük bir ölçekte, kalbinin dairesinde o nurları seyredip en yakın yolu açar. Kalbin, Samed'in aynası olduğunu görür, maksadına ulaşır.
İşte birinci yoldan giden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, nefsin geçici heveslerini terk edip benliği kırmazsa şükür makamından övünme makamına, ondan da gurura düşer. Eğer muhabbetten gelen bir çekim, bir cezbe ve cezbeden gelen bir tür manevî beraber bulunursa ondan "şatahat"(menevî cezbe halindeyken söylenen, şeriata aykırı sözler) adıyla haddinden çok fazla iddia çıkar. İnsan hem kendisi zarar eder hem başkasının zarar görmesine sebep olur.
Mesela, nasıl ki bir teğmen, sahip olduğu kumandanlık zevki ve neşesiyle gururlansa kendini bir mareşal zanneder. Küçücük dairesini o büyük daire ile karıştırır. Yine mesela, küçük bir aynada görünen güneşin, denizin yüzünde haşmetiyle yansıyan güneş ile benzer yönü ikisini karıştırmaya sebep olur. Aynen öyle de, çok velâyet ehli var ki, kendini, bir sineğin bir tavus kuşuna nispeti derecesinde ondan büyük onlardan büyük görür, haklı bulur. Hatta ben gördüm ki, yalnız kalbi uyanmış, velâyetin sırrını uzaktan uzağa hissetmiş biri kendini kutb-u âzam zannedip o tavrı takınıyordu. Dedim: "Kardeşim! Nasıl ki saltanat kanununun sadrazam dairesinden ta nahiye müdürü dairesine kadar büyük küçük cilveleri var. Aynen öyle de, velâyetin ve kutbiyetin de çeşitli daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok gölgesi bulunur. Sen sadrazam gibi kutbiyetin büyük cilvesini bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende görmüş, aldanmışsın. Gördüğün doğru, fakat hükümün yanlıştır. Bir sinek için bir kap su, küçük bir denizdir." O zât bu cevabımla inşallah ayıldı ve o tehlikeden kurtuldu.
Hem ben türlü insanlar gördümki, kendilerini bir nevi mehdî biliyor ve "Mehdî olacağım" diyor. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, fakat aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin arş-ı âzam dairesinden bir tek zerreye kadar cilveleri var ve o isimlere mazhariyet de o ölçüde farklıdır. Aynı şekilde, isimlerin cilvelerine mazhariyetten ibaret olan velâyet mertebeleri de öyle farklıdır. Onları birbiriyle karıştırmanın en mühim sebebi şudur:
Bazı evliya makamlarında mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu, kutb-u âzama has bir bağ göründüğü ve Hazreti Hızır'ın o makamla hususi bir münasebeti olduğu gibi, bazı meşur zâtlarla münasebetli makamlar var. Hatta onlara "Hızır makamı, Üveys makamı, Mehdiyet Makamı" denir.
İşde bu sırdan dolayı o makama, onun küçük bir numunesine veya gölgesine girenler, kendilerini o makamla has bir şekilde münasebetli meşhur zâtlar zannediyor. Kendini Hızır kabul ediyor, mehdî olduğuna inanıyor veya kutb-u âzam olduğunu hayel ediyor. Eğer benliği makam sevgisine talip değilse mahkûm olmaz. Haddini aşan iddiaları şatahat sayılır. Bundan belki sorumlu tutulmaz. Eğer benliği perde ardında makam sevgisine yöneliyorsa, o zât benliğine mağlup olup, şükrü bırakıp övünse git gide gurura düşer. Ya divanelik seviyesine alçalır ya da hak yoldan sapar. Çünkü büyük velileri kendisi gibi kabul eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar gururlu da olsa kendi kusurunu anlar. O büyükleri de kendisiyle kıyaslayıp kusurlu zanneder. Hatta peygamberlere hürmeti azalır.
İşte bu hale düşenlerin şeriat terazisini elde tutmaları, kelâm âlimlerinin düsturlarını ölçü almaları, İmam Gazalî ve İmam Rabbanî gibi hakikati delilleriyle bilen evliyanın talimatlarını reber edinmeleri, daima nefislerini itham etmeleri ve nefsin eline kusurdan, acz ve fakrdan başka şey vermemeleri gerekir. Bu meşrepteki şatahat nefsini sevmekten kaynaklanıyor. Çünkü muhabbetin gözü kusuru görmez . İnsan nefsine muhabbetinden dolayı kusurlu, liyâkatsiz ve bir cam parçası gibi olan nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bunlar içindeki en tehlikeli hatalardan biri, kalbine ilham yoluyla gelen küçük mânâları Allah kelâmı tahayyül edip onlara "ayet" demektir, bununla vahyin mukaddes ve yüce mertebesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanların ilhamlarından tut, insanlar arasında avam ve havas tabakaların ilhamlarına.. ve meleklerin avam kısmından ta havas kısmına, Allah'a en yakın meleklerinkine kadar bütün ilhamlar, Cenab-ı Hakk'ın bir nevi kelimeleridir. Fakat rabbanî kelâm, mazhar olanların ve makamların kabiliyetine göre O'nun hitabının yetmiş bin perdede parıldayan ayrı ayrı cilveleridir.
Öyle ilhamlara vahyin ve Allah kelâmının hususi ismi, en açık ve somut örneği, Kur'an'ın yıldızlarına has olan "ayet" isminin verilmesi ise hatanın ta kendisidir. On İkinci, Yirmi beşinci ve Otuz Birinci Söz'lerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük, sönük ve perdeli güneşin gökteki güneşe nispeti ne ise, o iddia sahiplerinin kalbindeki ilhamın doğrudan doğruya Allah kelâmı olan Kur'an güneşinin ayetlerine nispeti de o derecededir. Evet güneşin her bir aynada görünen misalleri onundur ve onunla münasebetli denilse doğrudur, fakat dünya o güneşçiklerin aynasına takılmaz ve onların çekimiyle bağlanmaz.
Beşinci Telvih
Tarikatın gayet mühim bir meşrebi olan "vahdet-i vücud" namı altındaki vahdet-i şuhûd ile, yani sadece Vâcibü'l Vücûd'a bakıp varlıkları o Vücûd-u Vâcib'e nispetençok zayıf birer gölge görmekle insan onların varlık ismine lâyık olmadıklarına hükmedip onları hayal perdesine sarar. Allah'tan başka her şeyi terk makamında onları hiçe saymak, hatta yok diye düşünmek, yanlız O'nun isimlerinin cilvelerine hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gitmek olur.
İşte bu meşrebin mühim bir hakikati var: Vâcibü'l Vücûd'un varlığının, iman kuvvetiyle ve hakkalyakîn derecesindeki yüksek bir velâyetle açığa çıkmasıyla mümkinâtın varlığı o derece aşağı düşer ki, o meşrepteki birinin gözünde hayal ve yokluktan başka makamları kalmaz, o insan âdeta Vâcibü'l Vücûd hesabına kâinatı inkâr eder.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. Birincisi şudur: İmanın şartı altıdır. Allah'a imandan başka, ahiret gününe iman gibi esaslar var. Bunlar ise mümkinâtın varlığını ister. O sağlam imanesasları hayal üstüne bina edilmez. Bunun için o meşrepteki kimsenin, istiğrak ve sekir âleminden yani iahî aşkla kendinden geçtiği manevî sarhoşluk halinden âlem-i sahve girdiği yani kendine geldiği vakit meşrebini yanına almaması gerekir. Ve o meşrep gereğince amel etmemesi lâzımdır. Hem kalbe, hale ve zevke ait olan bu meşrebi akla, söze ve ilme ait bir surete çevirmemelidir. Çünkü Kitap ve Sünnet'ten gelen akla ait kanunlar, ilmî düsturlar ve kelâm usulü o meşrebi kaldıramıyor, onun uygulanması mümkün olamıyor. Bu yüzden raşit halifelerde, müçtehit imamlarda ve selef-i sâlihînin büyüklerinde o meşrep açıkça görünmüyor. Demek, en yüce meşrep değil. Belki yüksek, fakat noksan. Çok mühim fakat çok tehlikeli, çok ağır fakat çok zevklidir. Bu zevk için ona girenler çıkmak istemiyor, kendi manevî zevklerini düşünerek onu en yüksek mertebe zannediyorlar. O meşrebin esasını ve mahiyetini Nokta Risalesi'nde, bazı Sözlerde ve Mektubat'ta bir derece ifade ettiğimizden, onlarla yetinerek burada o mühim meşrebin mühim bir tehlikesini söyleyeceğiz. Şöyle ki:
O meşrep sebepler dairesinden geçip Allah'tan başka her şeyi terk sırrıyla mümkinâttan alâkasını kesen havas tabakanın en seçkinlerinin mutlak istiğrak halinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. O meşrebi sebepler içinde boğulanlara, dünyaya âşık olanlara ve maddî felsefe ile tabiata saplananlara ilmî bir surette telkin etmek, onları tabiat ve maddede boğmak ve İslam hakikatinden uzaklaştırmaktır. Çünkü dünyaya âşık ve sebepler dairesine bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir tür bekâ vermek ister. O dünya sevgilisini elinden kaçırmak istemez. Vahdet-i vücûd bahanesiyle onun bâki bir varlık olduğunu vehmeder, sevgilisi olan dünya hesabına ve bekâyı, ebediyeti ona tam mal etmesinden dolayı onu mabud derecesine çıkarır -Allah korusun- Allah'ı inkâr etme tehlikesine yol açar.
Şu asırda maddecilik fikri her yeri o derece sarmış ki, maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has müminler maddiyatı idam eder derecede önemsiz gördüklerinden, vahdet-i vücûd meşrebi ortaya atılsa belki maddeciler ona sahip çıkacak, "Biz de böyle diyoruz." diyecekler. Halbukî maddecilerin ve her şeyi tabiata verenlerin yolundan en uzak meşrep vahdet-i vücûddur. Çünkü vahdet-i vücûd ehli, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına iman kuvveti ile o kadar önem veriyor ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyor. Maddeciler ise mevcudata o kadar önem veriyor ki, kâinat hesabına Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?
Mümkinât: Allah'ın bütün yarattıklarına verilen isim. Yoktan var edilenler. Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ından başka her şey.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
ﺍَﻻَٓ ﺍِﻥَّ ﺍَﻭْﻟِﻴَٓﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻻَ ﺧَﻮْﻑٌ ﻋَﻠَﻴْﻬِﻢْ ﻭَﻻَﻫُﻢْ ﻳَﺤْﺰَﻧُﻮﻥَ
"İyi bilin ki, Allah'ın velileri için (özellikle ahirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir." (Yûnus sûresi, 10/62)
Bu kısım, velâyet yolları ve tarikatlar hakkındadır, "Dokuz Telvih" tir.
Birinci Telvih
"Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr u sülûk" adları altında şirin, nuranî, neşeli, ruhânî ve mukaddes bir hakikat vardır ki, zevk ve keşf ehli muhakkik zâtlar onu ilan ve tarif eden, ders veren binlerce cilt kitap yazmış, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. ﺟَﺰَﺍﻫُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﻛَﺜِﻴﺮًﺍ Allah onları bol hayırlarla mükâfatlandırsın. Biz o engin denizden birkaç damla hükmünde birkaç sızıntıyı şu zamanın bazı mecburiyetleri gereği göstereceğiz.
Soru: Tarikat nedir?
Cevap: Tarikatın gayesi, marifet ve iman hakikatlerinin açığa çıkması ile Resûl-u Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) miracının gölgesinde ve himayesi altında, kalb ayağıyla ruhanî bir seyr u sülûk, yani manevî makamlarda yolculuk neticesinde zevke ve hale ait, bir derece görülen iman ve Kur'an hakikatlerine mazhariyettir; "tarikat, tasavvuf" namıyla insanın yüce bir sırrı ve kemâlidir.
Evet, şu kâinatta insan kuşatıcı bir fihrist olduğundan, onun kalbi binlerce âlemin manevî haritası hükmündedir. İnsanın aklı sayısız telsiz, telgraf ve telefonun santral denilen merkezi misali, kâinatın bir tür manevî merkezidir. Bunu gösteren hadsiz beşerî fen ve ilim bulunduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbin de sonsuz kâinat hakikatlerinin mazharı, kaynağı, çekirdeği olduğunu had ve hesaba gelmeyen veli zâtların yazdıkları milyonlarca nuranî kitap
gösteriyor.
İşte madem insanın kalbi ve aklı bu merkezdedir; çekirdek halinde, büyük bir ağacın donanımını içerir ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinanın âletleri, çarkları onun içinde yerleştirilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fâtır'ı, insanın onu işletmesini ve potansiyal halden bilfiil vaziyete çıkarmasını, geliştirmesini ve onun hareketini irade etmiş ki, kalbi öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette kalb de akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işletmek için en büyük vasıta, velâyet mertebelerinde Cenâb-ı Hakk'ı zikretmekle tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir.
İkinci Telvih
Kalben yapılan bu manevî yolculuğun ve bu ruhani hareketin anahtarları, vesileleri Allah'ı zikretmek ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin güzellikleri saymakla bitmez. Ahirete ait sayısız faydaları ve insana kazandırdığı kemâl vasıfları bir yana, yalnız telaşlı ve ızdıraplı dünya hayatına ait küçük bir faydası şudur:
Her insan hayatın telaşından, ızdırabından ve ağır sorumluluklarından bir derece kurtulmak ve nefeslenmek için herhalde bir teselli ister, bir zevk arar, yanlızlık ve korku hissini yok edecek bir dostluğu, yakınlığı araştırır. İnsanlığın medeniyet neticesinde meydana getirdiği toplum hayatında kurulan yakınlık, on insandan bir ikisine geçici olarak, belki gafletli bir şekilde ve sarhoşça bir dostluk hissi, aşinalık ve teselli verir. Fakat insanların yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde başkalarından uzak yaşıyor, ya geçim derdi onları ücra köşelere sevk ediyor, veyahut musibetler ve ihtiyarlık gibi ahireti düşündüren vasıtalar sebebiyle cemaatlerinden gelecek dostluk ve yakınlıktan mahrumdurlar. Şu hal o hissi verip onları teselli etmez.
İşte böylelerinin hakiki tesellisi, ciddi dostluğu ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmekte, o ücra köşelerde, yalnızlık ve korku hissi veren dağlarda ve sıkıntılı derelerde kalbine yönelip "Allah!" diyerek kalp huzuruna erip o hisle, etrafında vahşetle kendisine bakan eşyanın dostça tebessüm ettiğini düşünmektedir. Böyle bir insan, "Zikrettiğim Hâlıkımın sayısız kulları her tarafta bulunduğu gibi, bana korku ve yalnızlık hissi veren bu yerdede çoktur. Ben yanlız değilim, korkmak mânâsızdır." diyerek imanlı bir hayattan dostça bir zevk alır. Hayat saadetinin mânâsını anlar, Allah'a şükreder.
Üçüncü Telvih
Velâyet bir peygamberlik delilidir, tarikat ise şeriata bir delildir. Çünkü velâyet peygamberliğin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, bir nevi kalbî şuhûd ve ruhanî zevk ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, peygamberliğin doğruluğuna kesin bir delildir. Tarikat; zevkiyle, keşfiyle, ondan istifadeyle ve feyiz almakla şeriatın ders verdiği hükümlerin hak olduğuna ve Hak'tan geldiğine apaçık bir delildir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, peygamberlik ve şeriatın delilidir; aynen öyle de İslamiyet'in bir kemâl sırrı, nurlar kaynağı, insanlığın İslamiyet sırrıyla bir yükselme madeni ve bir feyiz membaıdır.
İşte şu büyük sırrın bu derece önemiyle beraber, hak yoldan sapan bazı topluluklar onu inkâr yoluna gitmiş Kendileri mahrum kaldıkları o nurlardan başkalarının da mahrumiyetine sebep olmuşlar. En üzücüsü şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in sadece görünen mânâlara bağlı kalan bir kısım âlimleri ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e mensup bir kısım gafil siyasetçiler, tarikat ehlinin içinde gördükleri bazı sûiistimalleri ve hataları bahane ederek o büyük hazineyi kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser kaynağını kurutmak için çalışıyorlar.
Halbuki kusursuz ve her yönü hayırlı olan şeyler, meşrepler, yollar az bulunur. İster istemez bazı kusurlar ve sûiistimaller olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girerse elbette onu sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak ahirette amellerden hesaba çekme düsturuyla, rabbanî adaletini sevap-günah dengesiyle gösteriyor. Yani sevaplar üstün ve ağır gelirse mükâfatlandırır, kabul eder; günahlar üstün gelirse cezalandırır, reddeder. Günah-sevap dengesi niceliğe değil keyfiyete bakar. Bazen olur, bir tek sevap bin günaha üstün gelir, onları affettirir.
Madem ilahî adalet böyle hükmeder ve hakikat de bunu hak görür. Sünnet-i seniyye dairesindeki tarikatın sevaplarının günahlarına kesinlikle üstün olduğuna delil, tarikat ehlinin dalâlet yolundakilerin hücumu zamanında imanını muhafaza etmesidir. Basit, samimi tarikat ehli, kendini görünüşte ilim sahibi olan birinden daha iyi korur. Tarikat zevki ve evliya muhabbeti vasıtasıyla imanını kurtarır. Büyük günahlar işlemekle günahkâr olur fakat kâfir olmaz, kolayca dinsizliğe sokulamaz. Şiddetli bir muhabbet ve sağlam bir inanç ile kutub zâtlar kabul ettiği bir şeyhler silsilesini onun gözünde hiçbir kuvvet çürütemez. Bu yüzden onlara güvenini kesmez. Onlara güveni kesilmezse dinsizliğe giremez. Tarikattan hissesi bulunmayan ve kalbi harekete geçmeyen, hakikati delilleriyle bilen âlim bir zât da olsa, şimdiki dinsizlerin hilelerine karşı kendini tam muhafaza etmesi zorlaşmıştır.
Bir şey daha var ki, takva dairesinin, belki İslamiyet dairesinin dışında bir suret almış bazı meşreplerin ve hak etmediği halde kendine tarikat adını takanların günahlarıyla tarikat mahkum edilemez. Tarikatın dinî, uhrevî ve ruhanî çok mühim ve yüksek neticeleri bir yana, yalnız İslam âlemi içindeki kutsî bir bağ olan kardeşliğin gelişmesine birinci, en tesirli ve hararetli vasıta tarikatlardır. Aynı şekilde, tarikatlar küfür dünyasının ve Hıristiyan siyasetinin İslam nurunu söndürmek için mütiş hücumlarına karşı da İslamiyet'in üç mühim ve sarsılmaz kalesinden biridir. Hilâfet merkezi olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün Hıristiyan âleminin karşısında muhafaza ettiren; İstanbul'da beş yüz yerden fışkıran tevhid nurlarıdır... O islam merkezindeki müminlerin mühim bir dayanak noktası olan büyük camilerin arkasındaki tekkelerde "Allah Allah!" diyenlerin iman kuvvetidir... Ve Cenab-ı Hakk'ın marifetinden, yani O'nu bilmekten gelen ruhanî bir muhabbet ile coşup taşmalardır.
İşte ey hamiyet sahibi görünen akılsızlar ve milliyetçi görünen sahtekarlar! Tarikatın size toplum hayatınızda bu iyiliğini çürütecek hangi kötülüklerdir söyleyiniz...
Dördüncü Telvih
Velâyet yolu çok kolay olmakla beraber çok zorluğu vardır.. çok kısa olmakla beraber çok uzundur.. çok kıymetli olmakla beraber çok tehlikelidir.. çok geniş olmakla beraberçok dardır. İşte bu sırlar içindirki, o yolda gidenler bazen boğulur, bazen zarara düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.
Mesela, tarikatta "seyr-i enfüsî"(iç âleme yapılan manevî yolculuk) ve "seyr-i âfâki"(dış âlemdeki delilleri vasıta kılarak yapılan manevî yolculuk) diye tabir edilen iki meşrep var.
Birincisi enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, insan dış dünyadan gözünü çeker, kalbe bakar, benliği deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra dış âleme girer, o âlemi nuranî görür. Bu seyri çabuk bitirir. Nefsinin dairesinde gördüğü hakikati büyük ölçüde orada da görür. "Tarîk-i hafi" denilen ve sessiz zikir yapılan, işe nefisle mücadeleden başlanan tarikatların çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası, benliği ve gururu kırmak, nefsin gelip geçici arzularını terk etmek ve nefsi öldürmektir.
İkinci meşrep, dış âlemden başlar, insan o büyük dairenin aynalarında Cenâb-ı Hakkı'ın isim ve sıfatlarının cilvelerini seyreder, sonra enfüsî daireye girer. Küçük bir ölçekte, kalbinin dairesinde o nurları seyredip en yakın yolu açar. Kalbin, Samed'in aynası olduğunu görür, maksadına ulaşır.
İşte birinci yoldan giden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, nefsin geçici heveslerini terk edip benliği kırmazsa şükür makamından övünme makamına, ondan da gurura düşer. Eğer muhabbetten gelen bir çekim, bir cezbe ve cezbeden gelen bir tür manevî beraber bulunursa ondan "şatahat"(menevî cezbe halindeyken söylenen, şeriata aykırı sözler) adıyla haddinden çok fazla iddia çıkar. İnsan hem kendisi zarar eder hem başkasının zarar görmesine sebep olur.
Mesela, nasıl ki bir teğmen, sahip olduğu kumandanlık zevki ve neşesiyle gururlansa kendini bir mareşal zanneder. Küçücük dairesini o büyük daire ile karıştırır. Yine mesela, küçük bir aynada görünen güneşin, denizin yüzünde haşmetiyle yansıyan güneş ile benzer yönü ikisini karıştırmaya sebep olur. Aynen öyle de, çok velâyet ehli var ki, kendini, bir sineğin bir tavus kuşuna nispeti derecesinde ondan büyük onlardan büyük görür, haklı bulur. Hatta ben gördüm ki, yalnız kalbi uyanmış, velâyetin sırrını uzaktan uzağa hissetmiş biri kendini kutb-u âzam zannedip o tavrı takınıyordu. Dedim: "Kardeşim! Nasıl ki saltanat kanununun sadrazam dairesinden ta nahiye müdürü dairesine kadar büyük küçük cilveleri var. Aynen öyle de, velâyetin ve kutbiyetin de çeşitli daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok gölgesi bulunur. Sen sadrazam gibi kutbiyetin büyük cilvesini bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende görmüş, aldanmışsın. Gördüğün doğru, fakat hükümün yanlıştır. Bir sinek için bir kap su, küçük bir denizdir." O zât bu cevabımla inşallah ayıldı ve o tehlikeden kurtuldu.
Hem ben türlü insanlar gördümki, kendilerini bir nevi mehdî biliyor ve "Mehdî olacağım" diyor. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, fakat aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin arş-ı âzam dairesinden bir tek zerreye kadar cilveleri var ve o isimlere mazhariyet de o ölçüde farklıdır. Aynı şekilde, isimlerin cilvelerine mazhariyetten ibaret olan velâyet mertebeleri de öyle farklıdır. Onları birbiriyle karıştırmanın en mühim sebebi şudur:
Bazı evliya makamlarında mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu, kutb-u âzama has bir bağ göründüğü ve Hazreti Hızır'ın o makamla hususi bir münasebeti olduğu gibi, bazı meşur zâtlarla münasebetli makamlar var. Hatta onlara "Hızır makamı, Üveys makamı, Mehdiyet Makamı" denir.
İşde bu sırdan dolayı o makama, onun küçük bir numunesine veya gölgesine girenler, kendilerini o makamla has bir şekilde münasebetli meşhur zâtlar zannediyor. Kendini Hızır kabul ediyor, mehdî olduğuna inanıyor veya kutb-u âzam olduğunu hayel ediyor. Eğer benliği makam sevgisine talip değilse mahkûm olmaz. Haddini aşan iddiaları şatahat sayılır. Bundan belki sorumlu tutulmaz. Eğer benliği perde ardında makam sevgisine yöneliyorsa, o zât benliğine mağlup olup, şükrü bırakıp övünse git gide gurura düşer. Ya divanelik seviyesine alçalır ya da hak yoldan sapar. Çünkü büyük velileri kendisi gibi kabul eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar gururlu da olsa kendi kusurunu anlar. O büyükleri de kendisiyle kıyaslayıp kusurlu zanneder. Hatta peygamberlere hürmeti azalır.
İşte bu hale düşenlerin şeriat terazisini elde tutmaları, kelâm âlimlerinin düsturlarını ölçü almaları, İmam Gazalî ve İmam Rabbanî gibi hakikati delilleriyle bilen evliyanın talimatlarını reber edinmeleri, daima nefislerini itham etmeleri ve nefsin eline kusurdan, acz ve fakrdan başka şey vermemeleri gerekir. Bu meşrepteki şatahat nefsini sevmekten kaynaklanıyor. Çünkü muhabbetin gözü kusuru görmez . İnsan nefsine muhabbetinden dolayı kusurlu, liyâkatsiz ve bir cam parçası gibi olan nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bunlar içindeki en tehlikeli hatalardan biri, kalbine ilham yoluyla gelen küçük mânâları Allah kelâmı tahayyül edip onlara "ayet" demektir, bununla vahyin mukaddes ve yüce mertebesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanların ilhamlarından tut, insanlar arasında avam ve havas tabakaların ilhamlarına.. ve meleklerin avam kısmından ta havas kısmına, Allah'a en yakın meleklerinkine kadar bütün ilhamlar, Cenab-ı Hakk'ın bir nevi kelimeleridir. Fakat rabbanî kelâm, mazhar olanların ve makamların kabiliyetine göre O'nun hitabının yetmiş bin perdede parıldayan ayrı ayrı cilveleridir.
Öyle ilhamlara vahyin ve Allah kelâmının hususi ismi, en açık ve somut örneği, Kur'an'ın yıldızlarına has olan "ayet" isminin verilmesi ise hatanın ta kendisidir. On İkinci, Yirmi beşinci ve Otuz Birinci Söz'lerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük, sönük ve perdeli güneşin gökteki güneşe nispeti ne ise, o iddia sahiplerinin kalbindeki ilhamın doğrudan doğruya Allah kelâmı olan Kur'an güneşinin ayetlerine nispeti de o derecededir. Evet güneşin her bir aynada görünen misalleri onundur ve onunla münasebetli denilse doğrudur, fakat dünya o güneşçiklerin aynasına takılmaz ve onların çekimiyle bağlanmaz.
Beşinci Telvih
Tarikatın gayet mühim bir meşrebi olan "vahdet-i vücud" namı altındaki vahdet-i şuhûd ile, yani sadece Vâcibü'l Vücûd'a bakıp varlıkları o Vücûd-u Vâcib'e nispetençok zayıf birer gölge görmekle insan onların varlık ismine lâyık olmadıklarına hükmedip onları hayal perdesine sarar. Allah'tan başka her şeyi terk makamında onları hiçe saymak, hatta yok diye düşünmek, yanlız O'nun isimlerinin cilvelerine hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gitmek olur.
İşte bu meşrebin mühim bir hakikati var: Vâcibü'l Vücûd'un varlığının, iman kuvvetiyle ve hakkalyakîn derecesindeki yüksek bir velâyetle açığa çıkmasıyla mümkinâtın varlığı o derece aşağı düşer ki, o meşrepteki birinin gözünde hayal ve yokluktan başka makamları kalmaz, o insan âdeta Vâcibü'l Vücûd hesabına kâinatı inkâr eder.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. Birincisi şudur: İmanın şartı altıdır. Allah'a imandan başka, ahiret gününe iman gibi esaslar var. Bunlar ise mümkinâtın varlığını ister. O sağlam imanesasları hayal üstüne bina edilmez. Bunun için o meşrepteki kimsenin, istiğrak ve sekir âleminden yani iahî aşkla kendinden geçtiği manevî sarhoşluk halinden âlem-i sahve girdiği yani kendine geldiği vakit meşrebini yanına almaması gerekir. Ve o meşrep gereğince amel etmemesi lâzımdır. Hem kalbe, hale ve zevke ait olan bu meşrebi akla, söze ve ilme ait bir surete çevirmemelidir. Çünkü Kitap ve Sünnet'ten gelen akla ait kanunlar, ilmî düsturlar ve kelâm usulü o meşrebi kaldıramıyor, onun uygulanması mümkün olamıyor. Bu yüzden raşit halifelerde, müçtehit imamlarda ve selef-i sâlihînin büyüklerinde o meşrep açıkça görünmüyor. Demek, en yüce meşrep değil. Belki yüksek, fakat noksan. Çok mühim fakat çok tehlikeli, çok ağır fakat çok zevklidir. Bu zevk için ona girenler çıkmak istemiyor, kendi manevî zevklerini düşünerek onu en yüksek mertebe zannediyorlar. O meşrebin esasını ve mahiyetini Nokta Risalesi'nde, bazı Sözlerde ve Mektubat'ta bir derece ifade ettiğimizden, onlarla yetinerek burada o mühim meşrebin mühim bir tehlikesini söyleyeceğiz. Şöyle ki:
O meşrep sebepler dairesinden geçip Allah'tan başka her şeyi terk sırrıyla mümkinâttan alâkasını kesen havas tabakanın en seçkinlerinin mutlak istiğrak halinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. O meşrebi sebepler içinde boğulanlara, dünyaya âşık olanlara ve maddî felsefe ile tabiata saplananlara ilmî bir surette telkin etmek, onları tabiat ve maddede boğmak ve İslam hakikatinden uzaklaştırmaktır. Çünkü dünyaya âşık ve sebepler dairesine bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir tür bekâ vermek ister. O dünya sevgilisini elinden kaçırmak istemez. Vahdet-i vücûd bahanesiyle onun bâki bir varlık olduğunu vehmeder, sevgilisi olan dünya hesabına ve bekâyı, ebediyeti ona tam mal etmesinden dolayı onu mabud derecesine çıkarır -Allah korusun- Allah'ı inkâr etme tehlikesine yol açar.
Şu asırda maddecilik fikri her yeri o derece sarmış ki, maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has müminler maddiyatı idam eder derecede önemsiz gördüklerinden, vahdet-i vücûd meşrebi ortaya atılsa belki maddeciler ona sahip çıkacak, "Biz de böyle diyoruz." diyecekler. Halbukî maddecilerin ve her şeyi tabiata verenlerin yolundan en uzak meşrep vahdet-i vücûddur. Çünkü vahdet-i vücûd ehli, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına iman kuvveti ile o kadar önem veriyor ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyor. Maddeciler ise mevcudata o kadar önem veriyor ki, kâinat hesabına Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?
Mümkinât: Allah'ın bütün yarattıklarına verilen isim. Yoktan var edilenler. Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ından başka her şey.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.