Zamandan bir parça ve çağ da demek olan vakit; sofice, hak yolcusunun üzerine akıp gelen ilahi varidat ve kurb dalga boylu tecellilerin zamanıdır ki; böyle bir varidat kendine has televvünleriyle salikin benliğini sarar -tabii herkesin istidadı ölçüsünde- ve onun ruhuna kendi ilahiliğini nakşeder.. eğer gelen varidler, havf ve hüzün eksenliyse, salik adeta, bir havf ve hüzün timsali haline gelir; şayet sürür ve inşirah televvünlüyse bu kez de onun duygu dünyasında -temkin kaydıyla- bir huzur ve coşku duyulmaya başlar.
Böyle bir salik, Hak’tan gelen bu varidlerin şuurunda ise “lütfun da hoş, kahrın da hoş” mülahazasıyla, sürekli rıza soluklar, itmi’nan içinde oturup kalkar ve teslimiyet, tevekkül, tefviz vadilerinde “sika” avlamaya çalışır... Hak’tan gelen bu esintileri, şart-ı adi planında, -hususiyle de irade ve ihtiyarın müdahalesi esas olan konularda kaçırılan fırsatlar gibi fevt edilmesi- “ebrar” ve “mukarrebin”e göre hata sayılabilir ve kalbin Hak’la muamelesinde irtifa kaybetmesinden ötürü de herkesin derecesi ölçüsünde cezalandırılabilir; cezalandırılabilir, zira bu seviyedeki hak yolcusu zamanın en küçük parçalarını bile, behemehal en rantabl şekilde değerlendirme, birleri binlere yükseltme gayreti, niyeti içinde bulunma mecburiyetindedir. Aslında bundan dolayıdır ki tasavvuf ıstılahında sofiye “İbnü’l -vakt” denilmiştir.
İbnü’l-vakt olma, salikin, yaşadığı anın gereklerini çok iyi düşünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evla ve en faydalı sayılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parçasına pek çok iş sıkıştırarak, Hakkın bahşettiği imkanları, ilahi mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren, tohumlar gibi değerlendirmeye çalışmalıdır ki; bu bir manada ilahi varidat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istikamette aktif beklemeye geçip Hakk’a tahsis-i nazar edip, iradesini Hazreti Murad’ın iradesine tabi kılarak vaktin ve halin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlana, mebdei “vakit”, müntehası da “lamekan ve lazaman aralığı olan” böyle zevki ve hali bir mertebeye ki -biz buna vücub ve imkan arası mülahazasını işaret eden “Kab-ı kavseyni ev edna” makamının izdüşümü de diyebiriz- şöyle işaret buyururlar:
صُوفِى اِبْنُ الْوَقْتِ باَشَدْ دَرْ مِثَالْ لِيكْ صَافِى فاَرِغَسْتْ أَزْ وَقْتِ وَ حَال
Sofi ibnü’l-vakt örneğidir; safiye gelince o vakitten de halden de halidir. Enbiya-ı izam, Asfiya-ı fiham, evliya-ı kiramın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro planda birer kapı aralama ve ilahi varidlerle dünyaları şereflendirme, nurlandırma vakitleridir. Bu kudsilerin neşrettikleri envarın istila ve ihatasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman parçasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyamullah (Allah günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hatta yeryüzünde büyük ölçüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğraması, vaktin kararması diyebiliriz.
Evet, Cenab-ı Hak, yolundaki kullara teveccüh buyurmak, merhametle kuşatmak isteyince, onları vakitle teyid eder ve zamanı, onların zaman üstü olmalarına bir merdiven yapar. Tabii inhiraf edenleri yalnızlığa salmak isteyince de, zamanın başına şerri dolar ve onları kararmış, bereketsiz ve Hakk’a kapalı vaktin yamaçlarında dolaştırır. Böyle uğursuz bir zaman parçasına vakit demek, sırf mukabele mülahazası ve mekanın itibarı bir buudu olması düşüncesine binaendir. Yoksa “mutlak zikir kemaline masruf” ve vakit, Hakkın şuunatının tarassut menfezlerine akan bir çağlayandır.
Vaktin gerçek kahramanları her zaman bugünü düşünmüş, bugünü değerlendirmiş, dünü, yarını da bugünün mebdei ve akıbeti olması itibariyle mülahazaya almış ve sonrakileri birer atkı, ilkini de hayat dantelamızın örgüsüne esas unsur olarak kabul etmişlerdir. Bunların bir adım daha önünde bulunan zaman üstü hak erlerine gelince, onlar, zamanın her parçasını Hakk’a tahsis-i nazar etmek yoluyla, öyle sihirli bir hale getirmişlerdir ki: مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ fehvasınca onların örfanesine iştirak etmeyen, ne onların mazhar oldukları varidat sağanağını, ne de girdaplar sırlılığındaki marifet ve haz ufuklarını kavrayabilir. İşte böylelerinin idrak ufku itibariyle vakit; sağnak sağnak yağmurla coşan bir sema ve üfül üfül yeşilliklerle salınan bir zemin halini alınca, salik yer yer geçmiş varidleri düşünerek hep: أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا ‘Ya ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?” der, iki büklüm olur; zaman zaman da minnet hislerini kelam-ı nefsiye dönüştürerek iç mülahazalarının enginliklerinde kendini şükran dalgalarının kucaklayıcılığına salar ki, böyle bir kutlunun nazarında sorumluluklar hep hayra ve berekete, hayır ve bereketler de temkin ve tedbir çizgisinde bir salih daireye inkılab ederek sürer gider.
Nimetlerin kaynağına vukuf ve ruhun böyle bir teveccühdeki iltifatı kavraması sayesinde salik, tasavvurlar üstü bir haz derinliğine ulaşır, hatta nimetleri birer nimet gibi hissetmeye başlar ki, böyle bir mazhariyet belli bir meşreb ve mizaçtaki bazı ruhlar için laubalilik ve şatahat kapılarını aralamasına mukabil, seyr-i süluklarını “sünnet-i seniyye” rehberliğinde sürdürenler, her zaman temkinle televvünü bir arada duyar ve ilahi ahkama inkıyatla, Hakk’a yakınlıklarını mehafet ve mehabetle süsler, yer yer ilim ve marifet kanatlarıyla velayet semasının derinliklerinde pervaz ederken de “Her şey Sen’den” der ve kilometrelerle ifade edilmeyecek bir irtifaı, sonsuz mahviyetle bir arada götürürler.. götürür ve sürekli halden hale intikalle temkin kasesi ile televvün yudumlarlar.
Bunun ötesinde son bir adım daha atabilenler için, eşya ve hadiseler bütün bütün silinip gider.. mazi-müstakbel birbirine karışır., vakit ve zaman dediğimiz izafi şeyler de Hazreti Sahibü’l-Vakt’in namütenahiliğinde eriyerek salike bakan yönüyle tamamen yok olur.. ve bu vadide yolculuğunu sürdüren salik, “cem” televvünlerini zevk ederek her şeyin “tecelli-i vahidiyet’ içindeki mütelaşi manzarası karşısında hayret buudlu bir istiğrak, ürperten bir dehşet, hatta tecelliyi tezahüre karıştırmak gibi bir ruh haleti yaşar ki, böyle bir zirve, insanın duygu, düşünce ve zevk aleminde pek çok iltibasa kapıların aralandığı bir noktadır.. ve böyle bir noktada bazı mizaçlar, tecelli-zuhur iltibasına girdikleri gibi, damlayı derya, zerreyi güneş, sıfırı sonsuz ve hiçi de her şey görerek
"أَنَا الْحَقُّ" "مَا أَعْظَمَ شَأْنِى" مَا فِى الْوُجُودِ اِلاَّ الله" "مَا ثَمَّ مَوْجُودٍ عَلَى الْحَقِّ اِلاَّ الله"
gibi sözler söyleyebilirler.. hem de temkin, tedbir ve fark mülahazasının yol vermemesine rağmen söyleyebilirler.
Oysa ki her şeyin O’ndan olması ve O’nunla kaim bulunması başka, 0 olması bütün bütün başkadır. Ne var ki hadiselerin bize peygamber meşalesi altında yine peygamberine bir basiret ve şuurla yorumlanacağı ve seyr-i sülük-u ruhaninin temyiz ve temkin yörüngeli hale geleceği ana kadar bazı mizaçların bu iltibaslardan kurtulmaları oldukça zordur.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ وَ صَلَّى الله عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ آلِهِ أَجْمَعِينَ!
Böyle bir salik, Hak’tan gelen bu varidlerin şuurunda ise “lütfun da hoş, kahrın da hoş” mülahazasıyla, sürekli rıza soluklar, itmi’nan içinde oturup kalkar ve teslimiyet, tevekkül, tefviz vadilerinde “sika” avlamaya çalışır... Hak’tan gelen bu esintileri, şart-ı adi planında, -hususiyle de irade ve ihtiyarın müdahalesi esas olan konularda kaçırılan fırsatlar gibi fevt edilmesi- “ebrar” ve “mukarrebin”e göre hata sayılabilir ve kalbin Hak’la muamelesinde irtifa kaybetmesinden ötürü de herkesin derecesi ölçüsünde cezalandırılabilir; cezalandırılabilir, zira bu seviyedeki hak yolcusu zamanın en küçük parçalarını bile, behemehal en rantabl şekilde değerlendirme, birleri binlere yükseltme gayreti, niyeti içinde bulunma mecburiyetindedir. Aslında bundan dolayıdır ki tasavvuf ıstılahında sofiye “İbnü’l -vakt” denilmiştir.
İbnü’l-vakt olma, salikin, yaşadığı anın gereklerini çok iyi düşünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evla ve en faydalı sayılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parçasına pek çok iş sıkıştırarak, Hakkın bahşettiği imkanları, ilahi mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren, tohumlar gibi değerlendirmeye çalışmalıdır ki; bu bir manada ilahi varidat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istikamette aktif beklemeye geçip Hakk’a tahsis-i nazar edip, iradesini Hazreti Murad’ın iradesine tabi kılarak vaktin ve halin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlana, mebdei “vakit”, müntehası da “lamekan ve lazaman aralığı olan” böyle zevki ve hali bir mertebeye ki -biz buna vücub ve imkan arası mülahazasını işaret eden “Kab-ı kavseyni ev edna” makamının izdüşümü de diyebiriz- şöyle işaret buyururlar:
صُوفِى اِبْنُ الْوَقْتِ باَشَدْ دَرْ مِثَالْ لِيكْ صَافِى فاَرِغَسْتْ أَزْ وَقْتِ وَ حَال
Sofi ibnü’l-vakt örneğidir; safiye gelince o vakitten de halden de halidir. Enbiya-ı izam, Asfiya-ı fiham, evliya-ı kiramın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro planda birer kapı aralama ve ilahi varidlerle dünyaları şereflendirme, nurlandırma vakitleridir. Bu kudsilerin neşrettikleri envarın istila ve ihatasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman parçasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyamullah (Allah günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hatta yeryüzünde büyük ölçüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğraması, vaktin kararması diyebiliriz.
Evet, Cenab-ı Hak, yolundaki kullara teveccüh buyurmak, merhametle kuşatmak isteyince, onları vakitle teyid eder ve zamanı, onların zaman üstü olmalarına bir merdiven yapar. Tabii inhiraf edenleri yalnızlığa salmak isteyince de, zamanın başına şerri dolar ve onları kararmış, bereketsiz ve Hakk’a kapalı vaktin yamaçlarında dolaştırır. Böyle uğursuz bir zaman parçasına vakit demek, sırf mukabele mülahazası ve mekanın itibarı bir buudu olması düşüncesine binaendir. Yoksa “mutlak zikir kemaline masruf” ve vakit, Hakkın şuunatının tarassut menfezlerine akan bir çağlayandır.
Vaktin gerçek kahramanları her zaman bugünü düşünmüş, bugünü değerlendirmiş, dünü, yarını da bugünün mebdei ve akıbeti olması itibariyle mülahazaya almış ve sonrakileri birer atkı, ilkini de hayat dantelamızın örgüsüne esas unsur olarak kabul etmişlerdir. Bunların bir adım daha önünde bulunan zaman üstü hak erlerine gelince, onlar, zamanın her parçasını Hakk’a tahsis-i nazar etmek yoluyla, öyle sihirli bir hale getirmişlerdir ki: مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ fehvasınca onların örfanesine iştirak etmeyen, ne onların mazhar oldukları varidat sağanağını, ne de girdaplar sırlılığındaki marifet ve haz ufuklarını kavrayabilir. İşte böylelerinin idrak ufku itibariyle vakit; sağnak sağnak yağmurla coşan bir sema ve üfül üfül yeşilliklerle salınan bir zemin halini alınca, salik yer yer geçmiş varidleri düşünerek hep: أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا ‘Ya ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?” der, iki büklüm olur; zaman zaman da minnet hislerini kelam-ı nefsiye dönüştürerek iç mülahazalarının enginliklerinde kendini şükran dalgalarının kucaklayıcılığına salar ki, böyle bir kutlunun nazarında sorumluluklar hep hayra ve berekete, hayır ve bereketler de temkin ve tedbir çizgisinde bir salih daireye inkılab ederek sürer gider.
Nimetlerin kaynağına vukuf ve ruhun böyle bir teveccühdeki iltifatı kavraması sayesinde salik, tasavvurlar üstü bir haz derinliğine ulaşır, hatta nimetleri birer nimet gibi hissetmeye başlar ki, böyle bir mazhariyet belli bir meşreb ve mizaçtaki bazı ruhlar için laubalilik ve şatahat kapılarını aralamasına mukabil, seyr-i süluklarını “sünnet-i seniyye” rehberliğinde sürdürenler, her zaman temkinle televvünü bir arada duyar ve ilahi ahkama inkıyatla, Hakk’a yakınlıklarını mehafet ve mehabetle süsler, yer yer ilim ve marifet kanatlarıyla velayet semasının derinliklerinde pervaz ederken de “Her şey Sen’den” der ve kilometrelerle ifade edilmeyecek bir irtifaı, sonsuz mahviyetle bir arada götürürler.. götürür ve sürekli halden hale intikalle temkin kasesi ile televvün yudumlarlar.
Bunun ötesinde son bir adım daha atabilenler için, eşya ve hadiseler bütün bütün silinip gider.. mazi-müstakbel birbirine karışır., vakit ve zaman dediğimiz izafi şeyler de Hazreti Sahibü’l-Vakt’in namütenahiliğinde eriyerek salike bakan yönüyle tamamen yok olur.. ve bu vadide yolculuğunu sürdüren salik, “cem” televvünlerini zevk ederek her şeyin “tecelli-i vahidiyet’ içindeki mütelaşi manzarası karşısında hayret buudlu bir istiğrak, ürperten bir dehşet, hatta tecelliyi tezahüre karıştırmak gibi bir ruh haleti yaşar ki, böyle bir zirve, insanın duygu, düşünce ve zevk aleminde pek çok iltibasa kapıların aralandığı bir noktadır.. ve böyle bir noktada bazı mizaçlar, tecelli-zuhur iltibasına girdikleri gibi, damlayı derya, zerreyi güneş, sıfırı sonsuz ve hiçi de her şey görerek
"أَنَا الْحَقُّ" "مَا أَعْظَمَ شَأْنِى" مَا فِى الْوُجُودِ اِلاَّ الله" "مَا ثَمَّ مَوْجُودٍ عَلَى الْحَقِّ اِلاَّ الله"
gibi sözler söyleyebilirler.. hem de temkin, tedbir ve fark mülahazasının yol vermemesine rağmen söyleyebilirler.
Oysa ki her şeyin O’ndan olması ve O’nunla kaim bulunması başka, 0 olması bütün bütün başkadır. Ne var ki hadiselerin bize peygamber meşalesi altında yine peygamberine bir basiret ve şuurla yorumlanacağı ve seyr-i sülük-u ruhaninin temyiz ve temkin yörüngeli hale geleceği ana kadar bazı mizaçların bu iltibaslardan kurtulmaları oldukça zordur.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ وَ صَلَّى الله عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ آلِهِ أَجْمَعِينَ!