Ya çile, ya saadet!..

durmuþ göktekin

Active member
Ya çile, ya saadet!..

Feribotla Çanakkale’nin Lâpseki ilçesine geçiyordum. Şu Ağustos sıcağında; yüzlerindeki zoraki tebessümlerden, günübirlik yaşadıkları, anlık keyiflerinden anlaşılan insanlar, bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı. Onda dördünün ya göbeği veya karnı dışarı taşmış bu insanlar hep mutluluk peşindeydiler. Rast gele bir hayat içinde olduklarını fark etmeden yaşayan o kadar insan gördüm ki, hepsi birbirinden farklı. Açık yerleri kapalı yerlerinden fazla olanlar, başına bone takıp, başörtüsü ile örten, diz kapağı altı ile üstü arasında streç biçimindeki kot pantolonunu lime, lime edip giyenler, örtünmüş gibi görünüp, daha açık giyinenleri gördüm. İçimden: “Keşke başına o boneyi takmasaydın, başörtüsünü kirletmeseydin” diye geçirdim.

Bunların hepsi Ayşe, Fatma, Ahmet ve Mehmetlerdi. Ama kimliklerinden haberleri yoktu ve ölçüsüz oldukları da belliydi. Müslümanlığı çamura düşürenlerdi. Hâlbuki mensup oldukları din, hayatı a’dan z’ye programlamış, ölçüler vermiş, insanı ruhen kemale erdirmeye çalışan ve insanlaştıran kurallar koymuştu. Ne yazık ki bunlar terk edilmiş, nefse göre yaşanıyordu. Farkına varmadan dinlerini yiyorlardı. Nefislerine köle olmuş görünüyorlardı. Yanlış yaşayan Müslümanların yüzünden diğer Müslümanlar, dövülüyor, sövülüyordu. Gözyaşı ve çile Müslümanların hayatı olmuştu. Olumsuzlukların faturasını kader diyerek Allah’a yükleyenler en büyük suçu işliyordu.

İslam dininden başka, hayatı baştan sona programlayan bir başka din yoktu. Ölçüler ve ahenkler manzumesi olan din mensupları, bugün ayaklar altında sürünmekte. Programlanmış bir hayatı yaşamaktan uzak duran Müslüman toplumlar sürünmeyi kendileri seçmiştir. İşin korkunç tarafı olumsuzlukların hep karşı tarafta aranmasıdır. Hıristiyan âlemi, programsız, kuralsız, plansız bir hayat yaşanamayacağını anlamış, İslam dininin pek çok prensiplerini, kurallarını hayata geçirmiş. Müslüman toplumları da Hıristiyanların dinlerini hayat edinmişler. Yani; onların hayatı bizim dinimiz, bizim hayatımız onların dini olmuş. Avrupa’ya giden bizim insanımız neden memleketine dönmüyor, hiç düşündünüz mü? Orada hayat daha rahat, daha kolay yaşanıyor da ondan. Toplum içinde yaşayan insan, kandırılmadığını, aldatılmadığını, gittiği yerde işinin yokuşa sürülmediğini görüyor. İşi yapan bir şey beklemiyor, iş yaptıranda da herhangi bir endişe olmuyor. Mesele bu kadar açıkken böyle bir hayatı yaşamayan Müslümanların hali hayret verici değil mi? Bunları, Avrupa’yı, Amerika’yı görmüş ve gözlemlemiş bir insan olarak yazdım. Milyonlarca Müslüman birbirini kırıyor, Hıristiyan âlemi seyrediyor.

Sabah kalkarken nasıl kalkılacağı, hangi sözlerin söyleneceği, nasıl yenip içileceği, yemekten önce ve sonra ne yapılacağı, günün beşe bölünerek neler yapılacağı, alış-verişin nasıl yapılacağı, çalışmanın ve üretimin nasıl olması gerektiği, hülasa hayatta tek boşluk bırakmadan istisnasız her şey planlanmış, programlanmış. Böyle bir sistemi yaşamayan toplumun hali bugünkünden farklı olmaz! Kimsenin feryat etmeye hakkı yok. Avrupa’daki kanunlar bizde de var. Onlarda iş gören kanunlar bizde iş görmüyor. Kanun, düzenleyici bir sistemdir. Sistemi kullanan da insandır. Kerpeten bir kenarda dururken, elle çivi sökmek ne ise; kanunları uygulamayan toplum da ona benzer.

Halimiz şu hikâyedeki örneğe benziyor: Bir gün, iki kurbağa ayran kazanına düşmüş. Çıkmak için Çırpınmaya başlamışlar. Biri, bir süre çırpındıktan sonra kurtulamayacağını zannetmiş kendini salıvermiş, boğulup gitmiş. Diğeri ise ümidini kaybetmemiş, çırpınmaya devam etmiş. Çırpındıkça, ayranda yağ oluşmuş. Bir topak yağ olunca çıkıp yağın üzerine oturmuş, beklemeye başlamış. Kurtulduğunu zannetmiş. Zannettiği gibi olmamış. Yaptığı iş ayran sahibinin hoşuna gitmiş. Ayran sahibi, kurbağayı diğer kazana atarak yağ çıkartmaya devam etmiş. Hikâyedeki gerçeği anlayan Hıristiyan âlemi Müslümanları kendi haline bırakır mı?. Müslümanlar bundan kurtulmak için kendi değerlerine dönmelidirler. Yoksa ayran kazanından çıkması mümkün görünmüyor. Herkes tercihte serbest! Ya çile, ya saadet…
30. 08. 2014
Durmuş Göktekin
 
Üst