YOĞUN EMPATİ
Empati, bir insanın, muhatabının yerine kendisini koyarak, onun içinde bulunduğu şartlar ve imkânlar çerçevesinde o kişinin davranış özelliklerini anlayabilme durumudur. Her insanın kazanımları ölçüsünde, kendine göre bir empati seviyesi vardır. Bazı insanlar, hiç empati bilmezler, yapmazlar da. Bazıları bunu, çok sathî şekilde yapar. Bazıları, kendilerini zorlayarak, bunun hakkını vermeye çalışırlar. Çok nadir olarak bazıları da, yoğun bir empati içinde yaşarlar.
Değil sadece benim ve değil sadece ülkemizde, pek çok insan tarafından ve dünyanın çoğu yerinde tanınan ve emsallerinin artmasını ümit ettiğimiz ve arzuladığımız ufuk insanlardan birisinin yaşadığı yoğun empatiden gözleyebildiklerimi ve algılayabildiklerimi sizlere aktarmak istiyorum.
Kendisini tanıdığım günden beri, benim hissedebildiğim, fark edebildiğim, algılayabildiğim kadarıyla, bazı özellikleri zaman içinde ana hatlarıyla hiç değişmemiş, fakat daha da gelişerek zirveleşmiştir. Bu özelliklerinden biri de "yoğun empati" özelliğidir.
Münasebette bulunduğu insanların konumlarını ve durumlarını, hattâ kendilerinden de iyi bilerek ve değerlendirerek, bir şey söyleyeceği veya yapılmasını isteyeceği zaman, önce kendisini o kişinin yerine koyar. Çoğu zaman da kendisini orada bırakarak, tekrar kendi konumuna geçer ve söyleyeceğini, sanki kendine söyler gibi karşıdakine söyler. Pek tabii bu durumda, isabetli karar verme ve isabetli istihdam etme nisbeti yüksek olur.
Bu yapılan işlem, muhatabın tek kişi olduğu durumda ve nadiren olsa, iş kolaydır. Fakat, bu durumun neredeyse devamlı olması yanında, onlarca, yüzlerce, hattâ binlerce iradenin söz konusu olduğu topluluklarda, çok süratli ve en uygun bir şekilde yapılması, her bir iradenin yerine kendini koyabilme, iradeler arası dengeyi muhafaza edebilme ve konjonktüre uygun kararlar alabilme herhalde kolay olmasa gerek. Bunu yapanın muhatapları tarafından kavranabilmesi ve anlaşılabilmesi de ayrı bir zorluk. Zira bu durum, muhatabın da geniş bir bakış açısı ve ufku görebilme donanımını gerektiriyor.
Bu da, sadece fizikî âlemle ilgili, yani, dört boyutta cereyan eden ve müsbet bilimler denilen fizik, kimya gibi lâboratuarlara has bilimleri değil, ülkemizde ve dünyada cereyan eden hadiseleri de, aynı zamanda metafizik dünya dediğimiz dünyayı da tanıyan ve onun gereklerini yapmayı vazife bilen bir dimağı gerektirmektedir.
Muhataplarda da böyle bir dimağ veya buna biraz yakın bir anlayış yoksa -ki çoğu zaman gerçek bu şekilde tecelli etmektedir maalesef- bu durum kişinin çoğu zaman yalnız kalmasına, dediklerinin ve demek istediklerinin anlaşılamamasına, ya da tembellik ve vurdumduymazlıktan kaynaklanan anlamak istememe gibi bir duruma yol açmaktadır. O zaman bu kişi, binlerce irade arasında da olsa, meydanları dolduran kalabalıklar içinde de olsa, özgül ağırlıkları farklı sıvıların birbirine karışmaması gibi, tek başına yalnız bir kişi olarak kalma durumuna düşmektedir. Pek tabii, dört boyutlu âlemde belki tek başına kalmıştır ama, onun metafizik âlemdeki durumunu bilemiyoruz, o da zaten bunu söylemiyor.
Bütün bunların yanında, değil boyutlardan, konjonktürden, o yürüdüğü düz yolda önündeki taştan bile haberi olmayanlarla iş yaparken, onların fikirlerini alıyor, çoğu zaman bunlara da uyuyor. Kendisini, zorlu iradesiyle bu seviyelere çekerken, muhataplarında bu hususlarda müsbete doğru bir seviye değişikliğini de göremiyor. Neye rağmen? Bazen kapı ve pencereleri sonuna kadar açarak, değil boyutları, konjonktürleri, sırlı kapıları anlatmak, onlara giden yolları ve gidenleri ayan beyan gösteriyor olmasına ve zaman zaman bunları ısrarla ve hattâ kaşlarını çatarak tekrar tekrar anlatmasına rağmen.
Yine de diyor kendisi; bütün bunlara rağmen "tekrar dünyaya gelsem, yine bu arkadaşlarım arasında olmak isterim". Niçin diye kendisine sorulmadan yine kendisi, "çünkü bu arkadaşlarda samimiyet görüyorum, ayrıca bu benim kaderim" diyor. Demek ki samimiyet çok önemli ve birçok şeyin önüne geçiyor. Tabii bunlar, muhataplarının arkasına sığınacağı mazeretler değil, kendisinin değişik açılardan mülâhazaları. Ama muhataplara düşen, değeri derecesinde ağır olan bu yükün taşınmasında azamî gayretle ona yardımcı olmalarıdır.
Zira bu azamî gayretler bile, dünyadaki hâlihazır bu kadar ağır yük karşısında ve bu kadar bilinmez denklem yanında derde deva olamamakta. Onun bilip yaşadıklarıyla bizimkiler mukayese edildiğinde, onunkiler yanında bizimkiler, tabir caizse, devede kulak bile kalmıyor. Değil o seviyelere yaklaşma, bu seviyeleri idrak edebilme bile, ayrı bir eğitim, ayrı bir kültür, ayrı bir cehd istiyor. Bu da bizim açımızdan ele alınıp kendisiyle mukayese edildiğinde yine bir bakıma bizim, gözlüğü teleskop zannederek Ay'ı gözetlemeye çalışmamıza benziyor. Ama kendisi en gelişmiş teleskop ve radarlarla, değil sadece Ay'ı, bütün bir Samanyolu'nu gözetleyip duruyor.
"Ne yapalım durum bu, malzeme bu" diyebilirsiniz. Fakat dünyanın halihazır içinde bulunduğu ekonomik, siyasî, kütürel, sosyal ve hukûkî durumlardaki sıkıntılar dikkate alındığında, durumun ciddiyeti ölçüsünde, değil insanın sadece ülkesini düşünmesi; insan olmasının gereği olarak bütün bir insanlığı radarı içine almasını, düşünmesini yani bütün bir insanlığın problemlerine çözüm teklifleri bulması gerekiyor.
İnsanı bu dünyaya gönderen de, ondan bunu istemekte ve beklemektedir. O zaman daha neyi bekliyoruz? Kendimize şu ânı milat kabul edip, bu insanı birazcık olsun anlamaya çalışarak, dertleriyle dertlenme, yüklerini biraz hafifletmeye çalışma, aslında kendi yüklerimizi azaltma ve değil sadece içinde yaşadığımız dünyada huzur bulma, fakat aynı zamanda ve esas olarak, sonsuz âlemde kendimize bir yer edinme mânâsına da gelmez mi?!.. Tekrar düşünmeye ve durum muhakemesi yapmaya ne dersiniz...
Fatih KARAHİSARLI