Cevap: Zühre - Sayfa: 230
İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.
İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zât olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sahife, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zât olabilir. Öyle ise, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.
İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedit bir his ile onun muhafazasına çalışır—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh, güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görünen güneş, âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf değil. Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsı onunla değil; belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı, güneşin cilvesine tâbidir.
Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i bekà, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâkî-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى
1 de. Yani, madem Sen varsın ve bâkisin. Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!
[NOT]Dipnot-1 Ey Bâkî! Sadece Sen bâkisin, ebedîsin.
[/NOT]
Bâkî-i Zülcelâl: kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah | Levh-i Mahfuz: her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası; Allah’ın ilminin bir adı |
Zât: Allah | acib: hayret verici, şaşırtıcı |
adem: yokluk, hiçlik | aktâr: bölgeler |
alâka: ilişki | anâsır: unsurlar, elementler |
arz: yeryüzü | bekà: devamlılık, kalıcılık |
belâhet: aptallık | bâki: devamlı olan, sonsuz |
cilve: görüntü, yansıma | derk etmek: anlamak, algılamak |
ebed: sonsuzluk | ebleh: ahmak |
edvâr: devirler, dönemler | ehemmiyet: değer, önem |
emel: arzu, istek | ezel ve ebed: başlangıcı ve sonu olmaksızın bütün zamanlar, öncesizlik ve sonsuzluk |
fenâ: son bulma | fıtrat: yaratılış, mizaç |
halâskâr: kurtarıcı | hayattar: canlı |
hususan: özellikle | hâcât: ihtiyaçlar |
hükmetmek: emri altında tutmak, hâkim olmak | hüviyet: temel, özellik |
intişar etmek: yayılmak | istidad: kabiliyet |
kasr-ı garip: şaşkınlık uyandıran saray | kasr-ı İlâhî: İlâhî köşk |
kasır: saray | mahiyet: nitelik, özellik |
medet: yardım | melce: sığınak |
menzil: konaklama yeri | muhabbet: sevgi |
muhabbet-i bekà: sonsuz yaşamayı sevme, arzu etme | mâbûd: kendisine ibadet edilen |
mâlik: bir şeyin sahibi | mütevakkıf: bağlı |
rabıta: bağlantı | remiz: işaret |
saray-ı acip: hayranlık uyandıran saray | semâ: gökyüzü |
semâvât: gökler | tabi: bağlı |
tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek | ukbâ: ahiret, öbür dünya |
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat | âlem: dünya |
âlem-i ervah: ruhlar âlemi | âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem |
şedit: şiddetli |
|