Tanınmış akademisyen – yazar Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Namaza nasıl başladığını yazdı.
İşte Prof. Dr. Öke’nin ilk kez Konya’da yerel bir gazete de yayımlanan ve her paragrafı anlam yüklü, düşündüren öyküsü…
“Mir’acın Senin!”
İmanı ibadetle tamamlamak gençlik yıllarıma nasip oldu. “Bu eşiği geçişim, gurbetteki eğitimim sırasında, kendimle yüzleşme ile başladı” gibime geliyor.
Avrupa’da Pazar günleri Hıristiyanların ibadet günleridir. Kilise çanlarıyla başlayan bu günde, Hıristiyanlar en temiz elbiselerini giyerek, ailece kiliselere koşarlar. O gün spor müsabakaları, hatta bazı yerlerde barlar, restoranlar bile kapalıdır. İşte böyle bir ortam da yedi yıl yaşadım ben…
Pazarları dinlenme günümdü. Ama yapacak bir meşgale bulamaz; kendimi bu
haftalık teneffüs sürecinde, yalnızlaş(tırıl)mış hissederdim. Hatta birazda galiba, Hıristiyanlara imrenirdim. Onların o günü ulvî bir atmosfer içinde geçirmelerini kıskanırdım. O zaman sormaya başladım kendime;
“Sen nesin?”
Dinin kişinin kimliğinde temel taşı olmasını kavramıştım çok şükür. Ama ya ben?
Evet, ailem daha küçükken bazı sure ve ayetleri ezberletmişti. Hatta yatmadan önce Allah’a dua etmem” de tembihlenmişti. İyi niyetli ebeveynlerim şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlatlarını, adeta “Protestanlaştırılmış bir din telâkkisi” içinde, “modern” Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, “kabahat de ibadet de gizlidir” zihniyetiyle, Allah’a gecenin o ıssızlığında el açmamızın uygun düştüğünü belletmişlerdi bana. Din şahsi, belki de mahrem bir olguydu onlara göre… Üniversite ise sorgulama insiyakı açar insanda. Benim okulum da dünyanın en saygın üniversitesiydi. Kuruluşu XII. Yüzyıla inen bir müessese. Akademik hayatın gerçekleştiği bir âlem vardı, birde günlük yaşantının geçtiği müstakil kolejler…
Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum. Kolejlerin her birinin bünyesinde “chapel” dedikleri kilisecikler bulunuyordu. Bu kiliseler tarihi özellikleriyle hem bir turist uğrağı, hem de öğrencilerin ibadetlerine tahsis edilmiş tapınaklardı. Üniversite açıldıktan sonra, kolej yetkilileriyle öğrencilerin tanışma çaylarından birinde, kolejin papazı yanıma geldi.
“-Siz kimsiniz?” dedi. “Biz sizinle chapel’de hiç karşılaşmadık.”
Doğrusu endişelenmiştim. Olur ya, Papaz efendi;
“bu üniversitede kiliseye devam etmeyenleri dışlarız.” Derse ne yapardım? Yani onca zorlukla girdiğim üniversiteyi bırakıp, Türkiye’ye mi dönecektim?
Papaza biraz da mahcup bir tavırla; “Affedersiniz, ben Türk ve Müslüman’ım…”
diyebildim,o kadar…
Ürkek halimi gören papaz, derhal özür dilercesine sözü değiştirdi.
Ve sudan konulara doğru bir gedik açtı.
Birkaç hafta geçti oradan. Bu kez bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce; “Hey, papaz seni çağırıyor.” Demez mi! Korktuğum başıma geldi, diye iç geçirdim. Oysaki papaz beni güler yüzle karşıladı. “Otur!” dedi.
“Bu ülkede siz Müslümansınız. Sizin de ibadet etmeye hakkınız var. O nedenle ben üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibadetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden .”
Şaşırmıştım. O günden itibaren Aziz Rasmus’un odası bir mescide çevrildi. Hem de aynı mahalde bir Türk Cemiyetinin temelleri atılarak. Papazın bu jestine karşılık;
“-Biz Müslümanlar namazımızı, her yerde, odamız da kılarız” diyemedim. Hem toplu halde kılınan namazlar için böyle mekân bulunmaz bir nimetti…
Herhangi bir Müslüman Derneğinin bulunmadığı bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı. İmamlık…
Türkiye’den uzaktım. Kime yazıp, bana malzeme gerek diyecektim. İmdadıma üniversite kütüphanesi yetişti.
Türk-İslam Literatürünün, hem de orijinal dillerinde bolluğu, bu üniversitenin şarkiyat fakültesinde ne kadar vukufla öğretildiğini anlamamı sağladı.
İlmihale dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım. Üstelik İbrani, İsevi başlangıcıyla… Hepsini taradıktan sonra;
“-İyi ki Müslüman’ım” dediğimi hatırlıyorum.
Taklidi-i imandan, tahkik-i imana o safhada geçmiştim herhalde. Toparlandığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de öğleleri üniversitenin Müslüman asıllı öğrencilerini, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.
O günlerde kolejde aynı süiti paylaştığım arkadaşım temiz bir İngiliz idi. Bir gün ibadet için yatak odama çekilip, kapıyı da kilitlemiştim. Bizim ki kapıyı vuruyor, bir daha… Dışarı çıkıp, sarmaşıklara tutunarak, balkona tırmanıyor. Oradan girmek isterken, kolej yetkililerine yakalanıyor. Vaziyeti anlatıyor. Onlarda şüphelenerek, bir yedek anahtarla cümbür cemaat kapıyı açıyorlar ve görüyorlar ki, adam namaz kılıyor.
Binlerce defa özür dilediler. Ama arkadaşım o gün hayli sitem etti bana. “Niye kapıyı kilitledin? Ben seni rahatsız mı edecektim? Kınayacak mıydım? O kadar kalpsiz ve imansız biri miyim ben? Sana bir şey oldu zannedip, telâşlandım” dedi.
O gün ibadetten utanılmaması gerektiğini öğrenmiştim.
Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün namazımı aksatmamak için odama çekildim. Hani o eski alışkanlığım var ya, kapıyı da kapamıştım. Bu kez kilitlemedim.
Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Ses etmediler. Sorgulamadılar. Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım. Üstünde durmayacaklar sandım.
Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu kez babam sordu.
“-Evladım, sakın ola ki, İngiltere’de bu aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?”
Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Ne onay, ne itiraz… Nötr bir ifade ile…
Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlarda ayaklanmış, odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni…
Selâmlarımı verdim. Seccadeyi katılıyordum ki, babam “Dur” dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim.
“-Biz sana bir şey söylemek istiyoruz”
Bir anlık sessizlik; “-Bize de kılmayı öğretsene…” Annem de “hem de hemen” dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar. Üstelik bunu benden imrendiklerini iftiharla söyleyerek… Hatta babam zaman zaman yanıma gelip, nafile namazlarının o gün kırklı, ellili, yüzlü rakamlara vardığını müjdeledi bana…
Çocuklarıma yaşları gelince hiçbir şeyi empoze etmedim. Bu, onların inisiyatifi ile gelişmeliydi. Ancak bizi görüyorlardı. Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. Lise yıllarında Ramazan’da teravihe ve bayram namazına gidişimiz dışında belleğim bir şeyi kaydetmemiş. Ergenlik çağında bile edepli olan oğlum, arada bir yanıma gelir, dini meselelerden söz eder, daha doğrusu sorardı. Ben de dilim döndüğünce anlatırdım ona..
Sonra, o da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan’a yakın seccade istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu.
Orucunu ise ortaokuldan itibaren, aksatmadan tutmuştu. Erken yattığımız bir gün telefonumuz çaldı. Oğlumdu. Telâşlı, hatta biraz korkmuş bir ses tonu vardı. Titrediğini hissettim. Ağlamaklıydı. Ya da ağlama sonrası bir hal. Benimle konuşmak istiyordu.
“-Baba, ne oldu biliyor musun?”
Eyvah, diye iç geçirdim. (O saatte kötü bir haber alma endişesiyle…)
“-Namaz kılıyordum. Kapım kapalıydı. Bir anda bir rüzgâr doldu içeri. Oda da dolaştıktan sonra adeta bir hortum gibi beni odakladı. İçime girdi sanki. Ve o anda sanki arkamda biri ile birlikte namaz kılmış gibi olduk. Sonra aynı rüzgâr perdeleri yalayarak, pencereden çıktı, gitti. Bir ağlama tuttu beni. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Vücudumu titreme aldı. Hâlâ o halin içindeyim. Bana ne oldu baba?”
Ne dersiniz? Ne anlatırsınız? Tefsir edecek ehil de değiliz ki !…
Mübarek olsun oğlum. Bir ikram sunulmuş olmalı sana…”
Bu sözlerimin ne manaya geldiğini anladı mı, kavrayabildi mi, bilmiyorum. Zaten ben de anlayamamıştım ki zuhuratı. Ne var ki, ben; evet ben !…
Gıpta ettim herhalde oğluma. Bana öyle bir hâl nasip olmamıştı. Yani açıkçası onu hem kıskandım. Hem de telâffuzu imkânsız bir hoşnutluk içine girdim.
Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince… Yaradılışın efsanesi çeşitliliğin bir nişanesi olarak, sıra dışı bir çocuktu o… Ve daha yürüyemeden namazını kıldı yavrum.
Onu kucağımıza alıp, bir Allah dostunu ziyarete gitmiştik eşimle birlikte. Allah dostunun hane-i saadeti kalabalıktı. Hepsi de “gözyaşı uygarlığının” fertleri. Sessizliğin konuştuğu, ruhaniyetin sarmaladığı o atmosferde talimat uyarınca çocuğu Allah fakirinin önüne bıraktık. Eller açıldı Yaradan’a… Dudaklar kıpırdadı. Ve kızımız, herkesin yaşaran gözleri şahit olduğu gibi, sanki Yüce Efendisi’nin huzurundaymışçasına kendi safiyeti içinde ilk namazına başladı.
Hayır, bu ” halisünasyon “ olamazdı. Göz yanılması hiç değildi. Yürekler kabarıp, taşacak gibi olmuştu. O anda bebeğime doğru hamle yapıp, yanık bağrıma basmak istedim onu… Ama kıpırdayamıyordum. Bir el kolumu tuttu. Hıçkıran annesiydi bu.. Anı el ele paylaşmak istemişti benimle. Gözyaşların adeta hicap perdesi oluşturmuş, hakikati gizler bir görev yüklenmişlerdi. Bu “türbülans” ne kadar sürdü, nasıl ölçeyim.
Bir süre sonra Allah dostuna çevrildi gözlerim. Avuçları yüzünü sıvazlarken, ter boncukları da silmiş oluyordu. Gözlerini açtığında cemalden, celâle geçişinin bariz hatları yüzünde şekillenmişti.
“-Haydi, geçmiş olsun, artık gidin!” dedi. “Gelmemeniz de olurdu. Gıyabınızda okurduk. Biz de merasim yoktur. Bu iş kalp işidir.” Biz de sessizce kapının yolunu tuttuk. Teşekkür etme nezaketi gösterebildik mi, hatırlamıyorum. Ama bir daha o kapıdan ayrılmadım.
Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, büyüdü. Okula başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Seçenekler kondu önümüze. Birini beğendik. Biraz ufak ama kaliteliydi. Ödeme plânımız ev sahibinin beklentisinin gerisinde kalıyordu.
Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Hülyanın maddi bedeli yok ya, geziniyorduk işte… Bir ara kızımız yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı. Namaz kılıyordu.
Gözlerim beni aldatıyor olmalıydı. Takla mı atacak oyun mu oynuyor dememe kalmadı. Namazına devam etti. O günlerde beş yaşındaydı. Ve namaza durmuştu. Kıblesi de doğruydu, hareketlerinin insicamı da…
Durdum, onu seyrettim. Arkadan emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum.
“-Burayı alıyorum !…” demiştim.
O daireyi aldık. Sıkışmadan da ödedik. Şimdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibadetimi yapıyorum. Yine günlerden bir gün, namazımı yeni bitirmiştim ki, anaokuluna giden kızım yanıma geldi. Şöyle bir baktı bana ve dudaklarından;
“-MİR’ACIN SENİN!” sözleri döküldü.
Önce tam duyamadığımı sandım. Tekrarlattım.
“-MİR’ACIN SENİN!”
Sonra çocuksu bir ifade ile uzaklaştı yanımdan. Bir şarkı mırıldanıp, bebekleriyle oyuna daldı.
Belki namaz en ulvî manasıyla, en güzel böyle anlatılabilirdi.
“Bu sözü oğluma, o gece telefon edişinde niye söyleyemedim.” Diye hayıflandım kendi kendime…
O anda; ilk namazı anne ve babama nasıl ben öğretmişsem, benim çocuklarımda bana bir şeyler öğretiyorlar gibime geldi.
Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi “şahdamarından YAKIN’IN” esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim.