- Bu konu 19 yanıt içerir, 3 izleyen vardır ve en son Anonim tarafından güncellenmiştir.
-
YazarYazılar
-
16 Temmuz 2011: 17:49 #672583Anonim
ALLAH
Bu Rubûbiyet sıfatlan ile müttesif, gerçek varlığı ile münferit olan varlığın ismidir. Çünkü ondan başka her varlık bizatihi varlığa müstahak değildir. Zira varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile helâka (yok olmaya) mahkumdur…
Evet, Allah’tan başka her varlık helâka mahkumdur. Yok olacaktır, baki kalacak olan, ancak ve ancak O’dur!
Lafza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydana gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz.
Faide
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah’ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna olmaksızın, bütün ilahi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedir.. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir..
Ve yine bu isim, Allah’tan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağırılabilir: Kadir, Âlim, Halim gibi.. İşte bu iki sebeptendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur…
Bir İncelik
Diğer isimlerin mânâları, kula sübutu itibarıyla da tasavvur edilebilir. Hatta merhametli kişiye rahim, bilsin olan kişiye âlim, sabırlı olana sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabii Allah’a denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lakin “Allah” ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah’tan başkasına itlik edilemez.. Yukarıda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es’sabûr, Eş’şekûr, el’cebbar, el’melik gibi isimler Allah’a izafe edilerek: “Bunlar Allah’ın isimlerindendir,) denilmiştir de, Allah ismi, Sebûr ve Şekûr’ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de!
Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilahi mânaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak O’na (Lafza-i Cellâl’e) izafetle tanımlanmıştır…
Tenbih
Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allah’a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, Sözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından’ korkmamalı!. “Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O’nun (Allah’ın) gerçek varlık olduğunu, O’ndan başka ne varsa, bütün her şeyin fani, boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştır….
Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağım bilmelidir. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab’ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid’in şu sözüdür: “Allah’tan mâada her şey boştur.”
17 Temmuz 2011: 11:08 #794526AnonimER’RAHMAN ER’RAHÎM
Bu iki isim, rahmet kökünden gelmedir, Rahmet (esirgeme) esirgenmiş bir varlığı gerektirir, ihtiyaçsız bir esirgenmiş ise kabili tasavvur değildir. İşte bu isimle, kast etmeden, murat etmeden muhtacın ihtiyacı (ihtiyarı olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç olan kişiye Rahim denemez!
Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı karşılamaya gücü yettiği halde karşılamazsa ona Rahim denmez, çünkü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihtiyacı karşılamaktan aciz ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lakin ne var ki onun merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet merhamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten istemesiyle mümkün olur. Umumi Rahmet (Esirgeme) ise, hak edene de, etmeyene de şamil olan bir’ merhamet (esirgeme) dir.
Allah’ın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, hem de şümulüdür.
Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir ve bizzat tam manâsıyla gidermiştir…
Şümullüdür; Zira, O, Rahmeti hak edene de, etmeyene de şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve ihtiyaçları kapsamıştır… Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esirgeyici) O’dur!…
Bir İncelikRahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hüzün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabse şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeple belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O’nun hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir.
Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey ifade etmiş olamaz.
Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına gelince: Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf etmek ister. Bu, her ne kadar zahiren ona noksanlık iras edeceği hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiyacını karşılamaktır. Yoksa kendi vicdani üzüntüsünü dindirmek değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksanlık kabili tasavvur değildir..
Faide
RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususilik ifade eder. Bu sebepledır ki, Allah’tan gayrisine bu isim konamaz. Rahim ismi ise, Allah’tan başkasına da itlâk edilebilir. Bu yönden Rahman ismi Allah’ın Âlem (Zat) ismi olan “Allah” ismi ne yakındır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de gerçek budur. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak, her iki ismi şu ayette bir arada zikr etmiştir:
“De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler onundur”İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her iki ismin arasını ayırt etmek gerekmektedir. Rahman isminin ifade ettiği mana Rahim isminin ifade ettiği mânâdan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saadetini vermek (Mü’minlere) anlamında olan Rahim isminden Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır;
Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra mü’minleri imana ve mutluluk sebeplerine hidayet etmiştir. Daha sonra da onlan ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da onları, kendi Cemal-i İlahisini müşahede etmek şerefine nail ve mazhar etmiştir…
Tenbih
Mü’minler bu isimden ne elde edebilirler?Mü’minler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce Allah’ın gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşebbüste bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve şefkat yollarını tercih ederler: Asilere de merhamet sözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazarı ile değil…
Mü’minin başlıca sayesi, insanlardan sadır olan her masiyet sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allah’ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır.
Mü’minin “Rahim” isminden istifade edeceği hususta şudur:
Gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karışılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile ya da nüfuzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere başvurmak suretiyle karşılar. Bu saydıklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır…
Bir Soru Ve Bir CevapAllah’ın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en merhamet edicisi) olmasının manası nedir? Mademki Rahim, zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, bela ve musibetlerle karşı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır. Mademki Hak Tealâ her belayı, her fakrü zarureti önlemeye, her hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hastalarla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler içerisinde kavranır bir halde bırakmaktadır?
CEVAP:
Bu suali bir misalle cevaplandıralım. Bir küçük yavruyu ele alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulunacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babası ise ameliyat olmasında karar!!…
Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak anne evlâdı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der. Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmez. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurtaracak… Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz yumacaktır..
Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıhhate vesile olacaksa nazarı itibara alınmaz. Onlara kötü nazar ile bakılmaz. Bilakis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacaklardır.
Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, merhamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister… Sonra varlık âleminde hiç bir şer yoktur ki “Hayrı” içinde bulundurmasın. Şer, büsbütün ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti. İçinde bulundurduğu hayırla beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük serler ve zararlar ortalığı dolduracaktı…
Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizlidir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin helakine sebep olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bizzat bedeni kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, asıl gayenin eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır,. Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla; birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak için istenmiştir.. Kendi zatı için murat edilen, her zaman için başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeple Cenab-ı Hak “Rahmetim gazabımı sevk etmiştir” buyurmuştur.
Şimdi bu Kudsi Hadisi inceleyelim:
[NOT] Allah’ın gazabı, şerri murat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) O’nun iradesiyle meydana gelir.[/NOT]
Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun iradesinin bir neticesidir. Lâkin hayrı, bizzat hayrın kendisi için murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayır için murat etmiştir. Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayır, kendisine vusul için bazı arazları gerektirmektedir.
Böyle olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? İmdi içinde hiç bir hayır saklamayan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı serde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür dersen, o zaman bu iki vehmi sana ilham eden cüce aklını suçla! (Neden mi?)
Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nüfuz edememesinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya ıstıraptan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sabi, veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldürülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun.
Ahmak kısasla olan umum menfaati, insanlığın selâmet ve saadetini düşünememiştir.
Tek şahısta görülecek bir şer’in kaldırılmasıyla, umumun hayrına vesile olacak genel bir hayra tevessülün sırrını anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını istiyor diye hayır olan şey ihmal edilir mi hiç?..
“Hayrı şerrin dışında tahsil etmek mümkündür.” gibisinden aklını kurcalayan vehme gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemeyeceği gayet muğlâk bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan şeyin imkanlılığı veya imkansızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilâkis bu, derin ve geniş düşünceleri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği iş değildir bu…
Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçla da Allah’ın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahmetinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüde kapılma. Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek şüphecilik yollarını arama!
Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahzı hayrın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşa ya zorlama!’ Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden arılıyorsan bu kadarı sana yeter…
Beyit:
“Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lakin ne yazık ki çağırdığın kişide hayat yoktur!…”Bu birçok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir açıklamada bulundum, Yoksa Allah’ın kader hakkındaki sırra vakıf olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu sibi açıklamalara ve tenbihlere muhtaç değilsin.
20 Temmuz 2011: 11:50 #794587AnonimEL’MELİKO, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey zatın da, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır!
Şu halde ondan başka her şey O’nun memlukûdür..
O’nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O’dur!..
Tenbih
Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah’tan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah’a muhtaçtır. Sonra ona herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan birçok varlıklar vardır da o farkında değildir., Lakin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hâkim olur.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah’tan başka kimsesi olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur.. (Nasıl mı?)
Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dilli, gözleri elleri ve sair azalarıdır….
O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir..
Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir. Çünkü O’nlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allah’tan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır…
Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan âlimler takip ederler, onların sultanlık derecesi de, kulları irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür.
Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah’a yaklaşabilir. Bu mülk hakimiyet kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.
Emirlerden biri, ariflerden birine:
Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevap ne de arif’anedir.
Ben senden ne isteyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir..
Neymiş onlar bakalım?
Biri hırs, diğeri heva ve heves… İşte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hâkim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hâkim oldular. Demiştir.
Adamın biri, bir şeyh’ten kendisine nasihatte bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki:
Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu:
Nasıl yani?
Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil…
24 Temmuz 2011: 18:52 #794749AnonimEL’KUDDÛS
O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır..
O’nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykırı düşer..
Zira böyle bir ifade, ülkenin kralını vasf eden kimsenin: “ülkemizin kralı, mühür kazıyıcı, kan alıcı değildir!” sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.
Böyle bir vehim de Vacib-i Tealâya noksanlık isnad etmeye yol açar. Onun için O’nu vasf ederken dedim ki: O, birçok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir..
Çünkü o insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabii ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcut olduğu gibi noksan olanlar da mevcuttur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflarını manalarının hizasına koyarak işte bu kemal sıfatlardır, dediler.
Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatları da mânâlarının hizasına koyarak noksan saydılar.
Sonra Allah’ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemal sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlardan da münezzeh ve müberradır.
Hatta yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O’na menend olamaz!..
Bu konuya daima ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim. Tekrarına lüzum görmüyorum..
Tenbih
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir. İlmine gelince: Onu, bütün muhayyetât, mahsusat (his edilenler).. Mevhûmat (vehm edilenler) ve benimi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşeri lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah’a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah’la beraber olabilir.
Onun Allah’tan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah’a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah’tan gayri hiç bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O’na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın O?..
Hülasa: Kul, hissi, hayali ve hayvani olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemale ermiş olur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur…
Allah’tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil Kuds’un sevgisine mazhar olmuş demektir…26 Temmuz 2011: 09:58 #794785AnonimES’SELÂMO, zatı ayıptan, sıfatı noksanlıktan, ef’ali kötülükten beri olan bir varlıktır. Hal bu olunca, varlıktaki bütün selamet ve emniyetler ondan sadır olmuştur ve yine ona rucû edecektir.
Yukarıda anlatmıştık. Vacib tealâ’nın fiilleri şer’den (yani mutlak serden) salim olmuştur.
Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. Ama içinde hayır saldı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir…Tenbih
Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günah ve yasaklardan beri olan her kul, Allah’a selâmet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam-ı Mutlak’dan istifade etmesiyle mümkündür.
Kulun her bakımdan selamet bulması, ayrıca in’tikas ve in’tikasdan da beri olmasına bağlıdır.
İn’tikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Gerçekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri olmasıdır.
Bunun aksi olunca intikasa maruz kalmış olur. Böyle olunca da emir memur; kral köle olmuş olur..
Şu halde selam ve İslâmla, ancak Müslümanların dilinden ve elinden kurtulmuş olan kimse nitelenebilir.
Henüz kendi nefsini kurtaramayan kişi, bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir?..7 Ağustos 2011: 11:03 #795192AnonimEL’MÜ’MİN
O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve em an ona racidir. Çünkü emniyet sebeplerini açıklamış, korku yollarını kapatmıştır.Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mü’mini mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allah’tır.
Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.
İşte insanoğlunun bütün organ ve duyuları da böyledir… İsimlerinden biri Mü’min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir.
Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim:
Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silahı yok. Veya silahı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor. Kendini koruyan insanlarda var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor..
Tam o sırada biri yetişiyor ona silah, asker veriyor.
Üstelik O’nu ve askerlerini muhafaza edecek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye min diyebiliriz..
İmdi kul, yaradılış itibarı ile şayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi: yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeleriyle de her zaman karşı karşıyadır.
Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, Ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azalan (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir.
Duyuları da felâketten haber verecek birer casuslarıdır..
Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegâne siper ise Kelime-i Tevhiddir, Allah’ta işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur:
” La ilahe illallah, benim kalemdir, Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur..”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatla, eshâba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebeplerin halikı; onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)’tır.
O’dur her şeyi yaratan, Odur yol gösteren. Evet, O’dur gerçek ve mutlak MÜ’MİN…
Tenbih
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz. Ona başvuran her korkan kişiyi,” gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:“Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötülüklerinden emin kılsın..
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet ederek Allah’ın azabından kurtaran kişilerdir.. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:
“Şüphesiz siz, ateşle kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım!.”
Hayâl Ve Tenbih
Korku, şüphesiz ki Allah’tandır. Kullarını korkutan O’dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet O’na nasıl izafe edilir?CEVAP: Korku ondandır… Emniyet de ondandır. Korku sebeplerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O’durl Onun korkutucu olması, Mümitl olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O’nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır..
Ve yine O’nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi, bazılarını da yükseltebilir..
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O’dur, korkutan da O’dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü’min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır…
17 Ağustos 2011: 12:39 #795504AnonimEL’MÜHEYMİN
Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur:
O (Allah), yaratmış olduğu mahlukatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder.
Her muhafaza ile memur olana müheymin derler.Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir.
Şu halde israf (gözlem) ilme, istila ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir.
İşte bu manaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır.
Bu manaları tam manasıyla ve kayıtsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil.
Bu sebepledir ki,
(El-Müheymin) ismi, kadim kitaplarda da Allahın isimlerinden sayılmıştır…
Tenbih
Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan,
kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hâkim olma itibari ile müheymindir.İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allah’ın kullarına yol gösterme imkanına sahip,
feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vakıf olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu mânadan nasibi son derece fazla olmuş olur…
17 Ağustos 2011: 13:09 #795508Anonim[IMG]http://t0.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcTb1-RxOLH1PXqVeUWB2RzeQT0fvHU2H5FnBiia6YiOdhTNTZrCVVpM49Vj[/IMG]EL’AZİZ
O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok ihtiyaç duyulur.Ona ulaşmak güç olur.
Bu üç manayı üzerinde bulunduramayan kişiye “Aziz” ismi, verilemez!
Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir.. Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır..
Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki vüsûlü güç değildir:
Güneş gibi.. Onun emsali yok… yer de öyle…
Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da son derecededir.. Lakin (bütün bunlara rağmen) her ikisine de (Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl olmak güç değildir. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka yukarıda arz ettiğimiz üç mana (Vasf) ın bulunması gerekmektedir..
Sonra bu üç mana’nın her birerleri için kemal ve’ noksanlık söz konusu olabilir…
Mesela nadir olmasındaki kemal, bir olmasına bağlıdır.Çünkü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve menendi bulunmayan varlık ancak Allah’tır. Ondan başkası için böyle bir şey düşünülemez..
Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de lakin onun gibisinin bulunması da mümkündür, yani mümkün olma bakımından o, tek değildir.
Kemal necasette onun gibisi bulunabilir…
Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, her şeyin varlığında, bekasında, sıfatında kendisine ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde “Hakkında kemâl”sözü doğru olabilir..
Böyle bir varlık Allah’tan başka var mıdır?
Bütün varlıklar O’na muhtaçtır. Hem de her şeylerinde.
Yukarıda açıklamıştık. Allah’ı kendisinden başka tam manasıyla kimse bilemez!
(Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz olan O’dur!…
Azizlikte O’na hiç bir şey benzeyemez!…
Tenbih:
Kullardan aziz olan, uhrevi hayatlarında ve ebedi saadetlerindeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar’ azdır.İşte bu ancak Peygamberlerin, rütbesidir.
(Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun.)
Şeref ve izzet bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet âlimleri yaklaşabilir..
Tabii bunların her birerleri, halkı irşat hususunda gösterebilecekleri başarı nispetinde onlara yaklaşma imkanına kavuşabilir…
17 Ağustos 2011: 13:15 #795510AnonimEL’CEBBAR
O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkeste icra edebilir.Hiç kimse O’na bir şey yapamaz.
Hiç kimse O’nun elinden (kudretinden) kurtulamaz.
Bütün eller O’na karşı aciz kalır. Mutlak (kayıtsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah’tır.O herkese cebr eder, hiç kimse O’na cebr edemez.
Bu hususta hiç kimse O’na eş olamaz.
Tenbih
Kullardan bu isme layık olan, uymaktan uyulmak derecesine, yükselen,
rütbe itibarı ile herkesten yüksek olan,heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan,
onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan,tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevilen bir kimse,
onu gördüğünde bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan,
kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Hazreti Muhammed’e (S.A.V.), nasip ve müyesser olmuştur…
Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir:
“Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı.
Ben Âdemoğullarının efendisiyim (ki bununla) gururlanmıyorum..17 Ağustos 2011: 13:32 #795516AnonimEL’MÜTEKEBBİR
O zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine layık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır…Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur.
Ne var ki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allah’ındır.
Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur.
Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur, Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah’a mahsustur…
Tenbih
Kullardan gerçek manada mütekebbir, zahid ve arif olandır. Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir?Mânası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah’tan başka her şeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı hattâ ahireti küçümsemesi, kendisini Hak’tan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir.
İşte Arifin zühdünün manası budur.
Arif olmayanın zühdü; bir nevi alışverişten ibarettir.
Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır..
Veresiye alışverişteki kar ve zanca tama ederek peşin alış verişi terk eder.İşte buna selem ve mubayaa derler…
Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler.
Hiç bir zaman gerçek manada mütekebbir olamazlar.
Çünkü gerçek manada mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir…17 Ağustos 2011: 15:34 #795521AnonimAllah razı olsun…Gazali çok değerli bir islam alimimiz. Onun kalbi yorumlarıyla esmaları okumanın tadı ayrı bir güzellik katıyor.
Eserlerinden gafil olunmaması gereken isimler arasında. Bu vesile ile yad etmiş olalım, ruhu şad olsun.17 Ağustos 2011: 16:21 #795526Anonim@nurunsakirdi 259372 wrote:
Allah razı olsun…Gazali çok değerli bir islam alimimiz. Onun kalbi yorumlarıyla esmaları okumanın tadı ayrı bir güzellik katıyor.
Eserlerinden gafil olunmaması gereken isimler arasında. Bu vesile ile yad etmiş olalım, ruhu şad olsun.Ecmain Olsun.Amin…
3 Eylül 2011: 09:11 #795989AnonimEL’HALİK EL’BARİ EL’MUSAVVİR
Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler olduğu akla gelebilir.Hepsinin de mânası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir’e göre icad, icad’dan’sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır.
İcad edici olarak da halıkdır.
Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır.
Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir.
Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde O, yaratmıştır.
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu – metrekaresi ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç vardır.
İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz.
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır… İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur, lakin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz.
Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O’dur.Şimdi Allah’ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele alalım. Mesela, insanı…
İnsanoğlu Allah’ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı.
Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi…
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak, karışımı muhkemleşip ayak da durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan’yaratılmış olmuyor.
Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor.
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet o, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir… İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire gibi icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir.
Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler, Nitekim şair:
“Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi var ki yapar ama güzel yapamaz.” demiştir.
El-Musavvir İsmine Gelince:
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle O’na mahsustur. Bu, fiil’in vasıflandır. Bunun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allah’a mahsustur.
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek şahıs olarak mütalaa edebiliriz.Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır.
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi.
Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder.
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız…
Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz.Ayrı ayrı her şeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, âlemin her parçasında mevcuttur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuttur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyecan veren nizam ve intizam mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyleyebiliriz…
Tenbih:
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün âlemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilâta geçmelidir.Önce (Eşrafi mahlukat) olan insana bakar, insan vücudunu iyice inceler, vücûtta bulunan cismani organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaratılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onun, idrak, irade gibi manevi niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür.
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar… Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir.
Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir.
Ondan sonra beşeri kalplere tasarruf etmeye başlar, onlan doğru yola irşad etmeye koyulur.
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder.
İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır.
Yani vücûdi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul.
Çünkü nefsin şeklini bilmek, malumun şekline mutabıktır.
Allah’ın suretleri bilmesi, suretlerin ayanda mevcut olmasına sebeptir.
Ayanda ‘mevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hâsıl olmasını sağlar.Böylece kul, Allah’ın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır.. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir rolü yoktur… Lakin kul, Allah’ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar.
“Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk)ı değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz”.
[NOT]İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphe yok ki, Rabbinizin ömrünüz boyunca nefhaları vardır. Ona koşuşun!”[/NOT]
El-Halik ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur, yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaratıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahın izni ile) tahsil edebilir.
Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:
1- Var olmalarında kul ‘un hiç bir rolü yoktur:Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi…
2- Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar.
Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde, bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcut değildiler.
Mesela satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşfeden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildi ya!…
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lakin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil.
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi…
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!…3 Ekim 2011: 18:48 #797803AnonimEL’GAFFAR
O, iyilik yapan ve çirkini örtendir. Günahlar, Allahın dünyada örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vazgeçtiği çirkinliklerdendir.El-Gafr, örtmek manasındadır.
Allanın kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri tarafından tiksinilecek ayıplardır.
O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır.İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki fark cidden büyüktür. İkincisi;, bütün çirkin duygu ve temayüllerin karargahı olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir.
Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki çirkefliklerine başkaları mutlak olacak olsalar ona hücum edip helak ederler, Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır.
İçindekileri dışa vurdurmamıştır.Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebep olacak günahlarını da örtüvermesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevaplara tebdil edeceğini bile vaad etmiştir.
Tenbih
Kulun bu isimden alacağı ilham şudurO’da başkalardan sadır olan hataları örter. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz.
Allah’ın elçisi bunu Allah’ın kullarına öğretmişlerdir
” Her kim bir mü’minin ayıbını örterse, Allah’ta kıyamette onun ayıbını örter.”Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu vasıftan uzaktırlar.. Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa etmeyen, kulun ayıpların araştırmak için arkası sıra gitmeyendir.
Hiç kimse kusurdan halı değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karakterli kimselerde vardır.
Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyiliklerinden bahs eden kimse bu vasfa layıktır.Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel ışık tutmaktadır.Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz.
Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur;
” Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.”3 Ekim 2011: 18:54 #797804AnonimEL’KAHHÂR
O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar, onları öldürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun kahrı ve kudreti altında kıvranmasın. Satveti karşısında aciz kalmasın.
Tenbih
Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir.
Kulların en büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir.O, kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur.
Çünkü şeytan onu, ancak şehvetleri vasıtasıyla hela sürükleyebilir;
Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeylerden biri de kadınlardır.
Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr eden kişi, bu tuzağa düşmez.
Din kuvveti: aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da böyledir.
Nefsani arzularını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak isteyen insanları da yenmiş demektir.
Çünkü insanların gayesi, onun vücudunu ortadan kaldırmaktır.
Onun gaye ve çalışması ise ruhunu ihya etmektir.
Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde de ölmemiş olur;
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler.”
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.