• Bu konu 660 yanıt içerir, 33 izleyen vardır ve en son Anonim tarafından güncellenmiştir.
15 yazı görüntüleniyor - 646 ile 660 arası (toplam 666)
  • Yazar
    Yazılar
  • #798409
    Anonim

      İslam nereye?
      14 Ekim 2011 Cuma 07:45
      ŞERİF Mardin Neşe Düzel’e Taraf’ta iki gün süren önemli açıklamalar yaptı (10, 11 Ekim). Din insanın deruni hayatıyla ilgilidir ve toplumsal hayatta dayanışma, kardeşlik cemaatleri yaratmak gibi işlevleri vardır.

      Cumhuriyetçi ideoloji insanın bu yönüne cevap veremediği için, dinin “vicdanda ve mabette” kalmasını sağlayamadı. İşte, Şerif Hoca’nın deyimiyle “Toplumda İslami enerji yükseliyor”. Ama bu İslam eskisi gibi değildir; teknolojiyle ve parayla tanışmış bir dindarlıktır.
      İslamcı yazar Ali Bulaç, içeriğe girmeden Hoca’nın yöntemini eleştirdi. Bulaç’a göre “Batılı bilimsel yöntemler” Batı toplumlarına özgün sorunlardan çıkmıştı; Müslüman toplumlar bu yöntemlerle analiz edilemezdi. (Zaman, 13 Ekim)
      Şerif Hoca’nın katılmadığım yorumları olmakla beraber kullandığı “bilimsel yöntemler”in evrensel olduğunu, İslam toplumlarını analiz etmek için de modern sosyolojinin yöntemleriyle bakmak gerektiğini düşünüyorum; Ali Bulaç’ın aksine…
      Tabii sosyal bilimlerde yöntemlerin çok esnek olduğunu, aynı yöntemle farklı yorumlara varılabileceğini de belirtmeliyim.
      Toplum değiştiği zaman
      Medrese bir “mümin” idealizasyonu, bir de “günahkâr” eleştirisi yapmış, topluma bu gözlükle bakmıştı; toplumsal faktörlere dikkat etmemişti. Halbuki İslam tarihinde esnafın, tüccarların, savaşçıların, yüksek sınıfların, bedevilerin ve köylülerin din algıları farklı oldu. Kuran’da da bedevilerle şehirlilerin din algısının farklı olduğu belirtilir.
      Peki sanayileşme, piyasa ekonomisi, girişimci orta sınıfın gelişmesi, kadının toplumsal hayata daha fazla katılması gibi modernleşme dinamikleri çağımızda din algısını nasıl etkilemektedir?
      Günümüzün İslam dünyasında temel ‘toplumbilimsel’ soru budur.
      Batı toplumları bu aşamayı 19. yüzyılda yaşadı. Büyük sarsıntılarla altüst olan sosyal sınıf yapılarını inceleyen Marx, birey-toplum ilişkilerindeki çözülmeyi ve yeni dayanışma yapılarını inceleyen Durkheim ve dindarlıkla piyasa ekonomisi arasındaki etkileşimi inceleyen Weber bu sancılı sürecin sosyologlarıdır.
      Türkiye önde gidiyor
      Bu büyük sosyologlar günümüzde epey aşılmıştır. Modernleşmenin tek modelinin Batı olmadığı da görülmüştür. Çağımızda hem “çoklu modernleşme” söz konusudur, hem postmodern dinamikler gelişmektedir.
      İslam dünyası modernleşme sürecini ve sorunlarını gecikerek yaşıyor. Önde giden Türkiye’dir, yüz yıl önce de Türkiye öndeydi, bugün de.
      Onun için demokrasi, özgürlük, kadın eşitliği, girişimcilik ve ekonomik rasyonalizm Türkiye’de daha gelişmiştir. Bütün kesimlerde çeşitliliğin ve ‘liberal değerler’e ilginin artması bundandır. Tipik gösterge olarak “kadın” konusu yeni ilmihal kitaplarında eskisine göre daha ‘liberal’ gözle yazılmaktadır.
      AKP niye güçlü? Cevabı bu sosyolojik olgulardadır.
      Modernleşme her kesim için kaçınılmazdır. Şerif Hoca’nın bilimsel metodu doğrudur fakat İslami kesimdeki modernleşme faktörlerini yeterince anlatmadığını düşünüyorum.

      #798415
      Anonim

        [TABLE=”width: 764″]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 6″]

        Yusuf Kandehlevi

        [/TD]
        [/TR]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 6″][/TD]
        [/TR]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 6″]
        Sual: Yusuf Kandehlevi’nin, (Hayatü-s-sahabe) isimli kitabının üçüncü cildinin 319. sayfasında anlatıldığına göre, Hazreti Ali, kızını Hazret-i Ömer’e gönderip (Git kızıma bak, beğenirsen karındır) demiş. Hazret-i Ömer de, Arap âdeti öyle olduğu için kızın eteğini kaldırıp bakmış. Bu bir iftira değil midir?
        CEVAP
        Bu sadece hazret-i Ömer’e değil, hazret-i Ali’ye de iftiradır. Günah olan Arap âdeti hiç işlenir mi? İslamiyet günah olan âdetleri kaldırmadı mı? Bir kıza bakıp onu beğenmekle, nikâh yapmadan karısı olur mu hiç?
        Mir’atı Kâinat kitabında diyor ki:
        Hicretin 17. senesinde Hazret-i Ömer halife iken, Hazret-i Ali’den Ümmü Gülsüm’ü isteyince, (Kızım henüz küçüktür) dedi. Hazret-i Ömer, (Bunu ben nefsimin arzusu için istemiyorum. Resulullah’tan işittim, (Kıyamette benimki hariç, nikâhla ve neseple olan bütün akrabalıklar, bağlılıklar kopar. Yalnız benimle olan nikâhla ve neseple olan bağlılıklar kalır) buyurdu. Bunun için, Resulullah’a [neseple akraba olmak mümkün olmadığı için] nikâhla akrabalık, bağlılık şerefine kavuşmak istiyorum) dedi. Hazret-i Ali de, bu teklifi uygun bulup, kızı Ümmü Gülsüm’ü hemen hazret-i Ömer’e nikâhladı. (s.390)
        Zuhayli denilen mezhepsizin de, buna benzer iftirası vardır.
        Hazreti Ömer’e Vehhabilerce yapılan bu iftira, Rafızî propagandası olarak her tarafa yayılmaya çalışılmaktadır.
        Rastgele kitap okunması uygun olmadığı gibi, dört hak mezhepten birine göre yazılmamış olan böyle kitapları okumak hiç uygun değildir. (Hadislerle Müslümanlık), (Kur’ana göre İslamiyet) gibi isimler altında, hak bir mezhep gözetmeden yazılan kitaplar çok zararlıdır.

        Doğu ve batının Rabbi
        Sual: Kur’anda, (İki doğu ve iki batının Rabbi) ifadesi geçiyor. Her şehrin doğusu da olur, batısı da olur. İki doğu ve iki batı ne demektir?
        CEVAP
        Âyet-i kerimedeki maksadı bilemeyiz. Kitaplardaki bilgiye göre, Güneş, yaz ve kış aylarında farklı yerlerden doğup, farklı yerlerden batıyor. Allahü teâlânın her yönün Rabbi olduğu bildiriliyor. Her yöne hâkimdir, her yönün yaratıcısıdır. Güneşi farklı yönlerden doğdurup batıran, mevsimleri meydana getiren, gündüzleri ve geceleri uzatıp kısaltan Odur. Her şeyi yaratan Odur. Ondan başka ilah yoktur. Bundan sonra gelen âyette ise, (O hâlde Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz, nasıl yalan sayabilirsiniz?) buyuruluyor, kâinattaki bu muazzam düzen hatırlatılarak inkârcılara delil gösteriliyor. (Rahman suresi 18)
        Bu kadar delillere rağmen Allah’ın varlığını nasıl inkâr edebilirsiniz deniyor.

        Bilmeden küfre girmek
        Sual: Bir söz veya işin küfür olduğunu bilmeden işleyen, sonra da, (Ya Rabbi bilerek bilmeyerek işlediğim küfürlere tevbe ettim) dese, küfrü affolur mu?
        CEVAP
        Evet, affolur.

        [/TD]
        [/TR]
        [/TABLE]

        [TABLE]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 2″]

        Ana baba hakkı

        [/TD]
        [/TR]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 2″][/TD]
        [/TR]
        [TR]
        [TD=”width: 100%, colspan: 2″]
        Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
        Bir zat, saliha hanımına sorar:
        – Allahü teâlâ âhirette, (Oğlunun hesabını sen gör) buyursa, oğlun da, günahlardan dolayı çok cezaya layık olsa, ceza verirken üzülür müsün?
        – Ne cezası? Evlada ceza verilir mi? Ona mükâfat veririm, hiçbir günahını görmem, doğru Cennete derim.
        – Niye hak ettiği cezayı vermiyorsun?
        – Sevgili yavruma nasıl ceza veririm? Hem de Cennetin en müstesna yerine yollarım.
        – Demek ki biz de kurtulacağız, çünkü senin şefkat ve merhametin, Allah’ın merhameti yanında ne ki?
        Bir mübarek zata da, (Âhirette, seni sorguya annen mi, baban mı çeksin deseler, hangisini seçersin?) denince buyurur ki:
        -İkisini de kabul etmem, Rabbimin hesaba çekmesini isterim. Ana babamın merhameti, Rabbimin merhameti yanında deryada damla değildir. O bir damlayı da bütün mahlûkatına dağıtmıştır. Bütün canlıların yavrularına karşı olan şefkati, merhameti, o bir damladandır. Derya varken bir damlaya talip olunur mu?
        Bu büyük merhametine rağmen, eğer Hak teâlâ bir kuluna bir ceza veriyorsa, demek ki o kulu, en yakın olan ana babasının kalblerini kim bilir kaç defa kırmış, yani gözden çıkaracakları kadar isyan etmiş olmalı ki, o cezayı hak ediyor. Cenab-ı Hak, (Ana babasını razı edenin işlediği günahlarını affederim, fakat ana babasını üzeni, ne kadar çok ibadeti olursa olsun, Cehenneme atarım) buyuruyor. Peygamber efendimiz de, (Men lem yeşkürün-nâse lem yeşkürullah) buyuruyor. Yani size iyilik edenlere, size gelen nimetlere vesile olanlara teşekkür etmezseniz, Allahü teâlâya şükretmiş olamazsınız. O nimetler için yapacağınız şükür kabul olmaz. İyilik edene teşekkür etmezsek, Rabbimize ne kadar dua edersek edelim, kabul olmaz.
        Allahü teâlâya şükretmemek, Ona isyandır. Çünkü bir bardak su verene bile teşekkür gerekir. Düşünün ki, dünyaya gelmemize sebep olan ana baba, ilk mürşidimizdir, kulağımıza ilk Allah bir diyen onlardır. Bizi kiliseye götürebilirler, hâşâ Allah’ı inkâr ettirebilirlerdi. Ama öyle bir ana baba ki, biz daha dünyaya gelir gelmez, kulağımıza ezan okurlar, güzel bir isim koyarlar. Sonra bize dinimizi öğretip, kötülüklerden korumaya çalışırlar. Böyle salih ana babanın hakkı ödenmez.
        [/TD]
        [/TR]
        [/TABLE]

        #798505
        Anonim

          Üstad ‘Ben ölürsem ne yaparsınız?’diye sordu
          16 Ekim 2011 / 08:38
          Yine o tepede, vefatından bahsetti…

          Risale Haber – Haber Merkezi
          Son Şahitlerden Dr. Tahir Barçın anlatıyor
          “Ben öldükten sonra yerimin bilinmemesini istiyorum”
          “Yine o tepede (Kerametli tepe – Emirdağ), vefatından bahsetti. ‘Ben ölürsem ne yaparsınız?’ deyince?’ Mehmet Çalışkan:
          “Burada Hacı Yusuf Dede vardır, sizi oraya, o zatın yanına defnederiz!’ dedi.
          “Üstad cevaben:
          “Yok, beni Ispartalılar isterlerse onlara verin. Hem ben öldükten sonra yerimin belli olmamasını istiyorum. Çünkü türbeye gelenler kimi ekmek asacak, kimi ip bağlayacak, kimisi de benden dilekte bulunacak. Beni kabrimde rahatsız edecekler. Şimdi birisi gelip de elimi öpmek istese bana tokat vurmak gibi oluyor. Hiç böyle şeyleri istemiyorum. Mezarımın bilinmemesini istiyorum…’
          “Daha sonraki cereyan eden hâdiseler malum..
          “Zulmettiler ona, onlar zulmetti, fakat Cenab-ı Hak Üstad’ın duasını kabul etti…”
          (Son Şahitler)

          #798506
          Anonim

            Biz de bulutları ölü bir toprağa sürer…
            16 Ekim 2011 / 04:24
            Günün Ayet-i Kerime meali…

            Bismillahirrahmanirrahim
            Cenab-ı Hak (c.c), Fâtır Suresi 9. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
            Allah, rüzgârları gönderendir. Onlar da bulutları hareket ettirir. Biz de bulutları ölü bir toprağa sürer ve onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir.

            #798520
            Anonim

              [h=2]Dindar İnsan Farklı Olmak Zorundadır – Hekimoğlu İsmail[/h]

              Dindar insan, dindar olmayan insanlardan farklı olmak zorundadır!..


              Bir çocuk kendi iradesiyle dünyaya nasıl gelebilir?İnsanlar dünyaya gönderiliyor…

              Anne-baba ölü gıdalar yiyor, dipdiri bir çocuğu oluyor. Çocuğun başlangıcı tek bir hücre. Sebepler çok basit. Ölü ve madensi şeylerden insan yaratılıyor. İnsanlar doğuyor, dünya dolup boşalıyor. Gidiyoruz. Birilerinden, bir şeylerden ayrılarak, bazı şeylere kavuşarak, durmadan gidiyoruz. Ölümü öldürebilir misiniz? Karşımda asılı duran saat, saniye saniye ömrümü tüketiyor…

              Acele etmek lazım…

              İnsanca bir hayat yaşayabilmek, iyi şeyler yapabilmek için…

              Milyarlarca insan varmış, bana ne! Benim olan halleri kim benimle bölüşebilir? Hastalığımıza, elemimize, kederimize, neşemize kim ne kadar ortak olabilir?

              Elbette herkese “yaşadı” diyeceğiz; amma nasıl yaşadı? Ölmediği veya ölemediği için yaşayanlar…

              Bir gün büyük bir mezarlığın kenarında durdum. Burada kimler kimler yatıyor? Mezarlık sanki kocaman bir şehir… Dünyada ne kadar çeşitli hayatlar varsa o mezarlıkta da o kadar çeşitli hayatlar var. Sonra düşündüm… Herkesin hayatının bir vazifesi vardır. Her ağaç kendi meyvesini verecek. Akasya çiçek açacak, meyve vermeyecek, onun vazifesi de o. Aynı şekilde her insan kendi vazifesini yapacak…

              Benim vazifem ne?

              Bu soru üzerinde düşünülmeli. Evvela insanın kabiliyeti ne ise onun dünyadaki vazifesi odur. Fakat bu kabiliyeti, İslam’ın mihengine vuracak. İslam’a uygun kabiliyetler onun vazifesidir. Böylece farklı bir insan olacaktır.

              Dindar, dindar olmayan insanlardan farklı olmak zorundadır!..

              Cennete iman ile girilir. İmanı ibadetler korur. Tahkiki iman, bilerek, anlayarak inanmaktır. Taklidi iman ise ebeveyni Müslüman olduğu için çocuğun da Müslüman olmasıdır. Taklidi iman çabucak şüphelere düşebilir. Bazı şüpheler akrep olur, ruhu kemirir. Şüpheden şüphesizliğe geçmek esastır. Şahsın gücü buna yetmiyorsa alimlere müracaat eder. Nefsin isteklerine göre kurulan sosyal hayatta İslamiyet’i yaşamak zordur. Çünkü günahlar zehirli bala benzer. Evvela tat verir, sonra yavaş yavaş maddeten ve manen öldürür.

              Herkes alışkanlıklarına bir göz atsın. Nelere alışmış? Nelerin esiri olmuş? İnsanlar kötü alışkanlıklarının kölesi olurken, en büyük özgürlük İslam’a köle olmaktır. İslam’a köle olan, her türlü esaretten kurtulur. Allah’ın ipine sarılır, kurtulur. İşte dünyada ve ahirette kurtuluşun sırrı budur. İşte bu sebepten bana, “Hizmet nedir?” diye soranlara diyorum ki: “Hizmet, Kur’an’ı hayata taşımaktır. İslamiyet’i yaşamayanın, hizmeti yoktur.”

              Acele etmek lazım; Müslümanca yaşamak için. Zira yaşayan çok; hiç değilse bir farkımız olsun…

              Hekimoğlu İsmail – Zaman

              #798544
              Anonim

                [TABLE=”align: center”]
                [TR]
                [TD=”width: 600, align: center”]. . . : Kur’an’dan Bir Mesaj : . . .[/TD]
                [/TR]
                [TR]
                [TD=”align: center”] “Kocalar eşleri üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanlara bazılarından daha fazla nimet vermesi ve bir de kocalarının mehir verme, evin masraflarını yüklenmeleri gibi malî yükümlülükleridir. O halde iyi kadınlar: itaatli olan ve Allah kendi haklarını nasıl korudu ise, kocalarının yokluğunda, onların hukuklarını koruyan kadınlardır. Dikbaşlılığından yıldığınız kadınlara gelince: Onlara evvela öğüt verin, vazgeçmezlerse yatakta yalnız bırakın ve bunlarla da yola gelmezlerse onları hafifçe dövün. Şayet size itaat ederlerse, onlara yüklenmek için bir sebep aramayın. Unutmayın ki üstünüzde çok yüce ve büyük olan Allah vardır.” [Nisa Suresi 4,34]

                Kocasına itaatsizlikte direten ve onun haklarını korumayan kadına burada sayılan üç işlem uygulanabilir. Eğer bir uyarma kâfi geliyorsa, gerisini yapmak doğru değildir. Dövmeye izin verilse de bu, yüze yapılmamak ve yara bere bırakacak tarzda olmamak şartıyla caizdir. Hz. Peygamber (a.s.) isteksiz olarak, sırf aile nizamını temine vesile olsun diye dövmeye izin vermiştir. Yani, Hz. Peygamber, âyete getirdiği açıklamada, bu dövme işinin son derece sınırlı olduğunu bildiren çok sayıda talimat vermiştir. Bunlardan biri de: “Darben gayre muberrih” yani “şiddetli olmayan, hafifçe” olmasıdır ki, meali Hz. Peygamberin bu tefsirine göre verdik.

                [/TD]
                [/TR]
                [TR]
                [TD=”width: 600, align: center”][/TD]
                [/TR]
                [/TABLE]

                #798551
                Anonim

                  Muhakkak ki biz, mü’minlerin ilki olduk
                  17 Ekim 2011 / 05:45
                  Günün Ayet-i Kerime meali…

                  Bismillahirrahmanirrahim
                  Cenab-ı Hak (c.c), Şuara Suresi 51. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
                  Muhakkak ki biz, mü’minlerin ilki olduk diye Rabbimizin, hatalarımızı mağfiret etmesini umuyoruz (istiyoruz).

                  #798557
                  Anonim

                    [TABLE=”align: center”]
                    [TR]
                    [TD=”width: 600, align: center”]. . . : Kur’an’dan Bir Mesaj : . . .[/TD]
                    [/TR]
                    [TR]
                    [TD=”align: center”] “Eğer karı kocanın birbirinden ayrılacaklarından endişe ederseniz, o vakit, kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf işi düzeltmek isterlerse, Allah onları uyuşmaya muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir (her şeyi bilir, bütün maksatlardan haberdardır).” [Nisa Suresi 4,35]
                    [/TD]
                    [/TR]
                    [TR]
                    [TD=”width: 600, align: center”][/TD]
                    [/TR]
                    [/TABLE]

                    #798610
                    Anonim

                      Yaratılanı Sevelim, Yaratandan Ötürü [TABLE=”align: center”]
                      [TR]
                      [TD] Cenâb-ı Hak buyuruyor:
                      “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ, 70)
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD] Rasûlullah (sav) buyurdular:
                      “Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim” (Müslim, Birr, 87)
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD] Rasûlullah (sav) kendisine işkence eden insanlara bile beddua etmiyor, zamanla düşünceleri değişir veya nesillerinden sâlih insanlar gelir diye onlara hayır dualar ediyordu. Nitekim melekler, kendisine çok ağır işkence ve hakaretler eden Tâif halkını iki büyük dağ arasında ezmek istedilerinde Allah Rasûlü (sav) buna râzı olmamış, onların neslinden tevhîd ehli insanların gelmesi için niyazda bulunmuştur. Tâif halkı, hicrî 9. seneye kadar inançsızlıkta şiddetle direnip müslümanlara pek çok zâyiât verdirmişti. Nihayet müslümanlar:
                      “–Yâ Rasûlallah! Sakîf Kabilesi’nin okları ve mızrakları bizi yaktı, perişan etti. Onlara beddua etseniz!” dediğinde:
                      “–Yâ Rabbî! Sakîf Kabilesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye niyâz etti. Duası neticesinde bir müddet sonra Sakîf heyeti, müslüman olmak üzere Medîne-i Münevvere’ye geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD] Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
                      el-Muîd: Ölümden sonra tekrar yaratacak olan, öldükten sonra dirilten demektir.
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD] Kısa Günün Kârı
                      Hz. Mevlânâ’ya göre insan hayâle, düşünceye sığmayacak kadar yüce ve büyüktür. O der ki:
                      “İnsanın gerçek değerini söylesem, ben de yanarım dünya da! Fakat ne yazık ki insan değerini bilemedi, kendini ucuza sattı. İnsan aslında çok değerli bir atlas kumaş iken kendini hırkaya yama yaptı.” (Mesnevî, c. 3, beyt: 1000-1001)
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD] Lügatçe
                      zâyiât: Kayıplar.
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”][/TD]
                      [/TR]
                      [TR]
                      [TD=”align: center”]
                      [/TD]
                      [/TR]
                      [/TABLE]

                      #798612
                      Anonim

                        Rahmet Gibi Bir Kardeşlik [TABLE=”align: center”]
                        [TR]
                        [TD] Cenâb-ı Hak buyuruyor:
                        “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Al-i İmran, 103)
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD=”align: center”][/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD] Rasûlullah (sav) buyurdular:
                        “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD=”align: center”][/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD] Kalplerini birbirine Allah’ın ısındırdığı, ellerini birbirine Peygamberin tutuşturduğu ve kardeş yaptığı bir ümmetiz. Cenabı Zülcelal “Siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz, buyuruyor, sizi oradan kurtardık ve nimetimizle kardeşler yaptık”. Mü’minin mü’mine kardeşliği bir rahmet gibi, bir bereket gibi bir nimet gibi sunuluyor. Cenab-ı Peygamberin, hayatı boyunca bu kardeşlik üzerinde nasıl titrediğini biliyoruz. “Muahat-Kardeşleşme” deyimi, belki yalnızca İslam ıstılahında vardır. Allah Rasûlü, Mekke hayatı süresince bir ipek kozası zerafetinde ördüğü İslam kardeşliğini, Medine’ye gelişinde toplumlar arasında gerçekleştiriyor
                        Mekke müslümanları ile Medine müslümanlarını, Ensar ile Muhacirleri kucaklaştırıyor, asli ifadesiyle “kardeş” yapıyor. Bu kardeşleşmenin hangi boyutlara kadar uzandığını, siyerlerde içimiz dolarak okuyoruz. Cenab-ı Peygamber hayatı boyunca da, islam potasında erimiş, bütünleşmiş, kendi ifadeleriyle “bünyan-ı marsus-kenetlenmiş yapı” halinde bir toplum inşasına gayret ediyor. Bu toplumu anlatmak için mübarek parmaklarını birbirine geçiriyor, kenetliyor: İşte böyle olun, dercesine… Bir Yahudi’nin tahrikiyle, Evs ve Hazreç kabilesinden bir kaç kişinin vuruşmaya başladığını işitince, büyük teessüre kapılıyor.
                        Yanında, bir mü’minin diğerini, “kınama” edası taşıyan üslupla andığına şahid olmuşsa, derhal onu tevbe etmeye çağırıyor. Sonunda, birbirlerini Allah için sevenlerden örülmüş o mübarek Medine toplumu inşa ediliyor. Bütün çağlardaki müslümanların gıpta ile benzemeye çalıştıkları kutlu saadet çağı toplumu… (Ahmed Maraş, Altınoluk Dergisi, 1987-Nisan)
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD=”align: center”][/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD] Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
                        el-Kayyûm: Zeval bulmayan dâim, kâinatın yöneticisi, bütün varlıkların kendisine bağlı olduğu en yüce Var, kendi kendisine yeten tek Var, gökleri ve yeri ayakta tutan, hiçbir kimseye ve hiçbir şeye bağlı olmayan demektir.
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD=”align: center”][/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD] Kısa Günün Kârı
                        Başkalarının yükünü yüklenmeli, fakat onlara yük olmamalıdır. Cefâ edenlere karşı, ses çıkarmadan vefâ göstermelidir.
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD=”align: center”][/TD]
                        [/TR]
                        [TR]
                        [TD] Lügatçe
                        zerafet: Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
                        pota: Bir şeyi kendi bünyesinde eritme, şekil verme yoğurma.
                        [/TD]
                        [/TR]
                        [/TABLE]

                        #798613
                        Anonim

                          [TABLE]
                          [TR]
                          [TD=”width: 100%, colspan: 6″]

                          Yalan yere yemin

                          [/TD]
                          [/TR]
                          [TR]
                          [TD=”width: 100%, colspan: 6″][/TD]
                          [/TR]
                          [TR]
                          [TD=”width: 100%, colspan: 6″]
                          Sual: Yalan yere yemin ederek başkasının hakkını almak günah değil midir?
                          CEVAP
                          Yalan yere yapılan yemine, yemin-i gâmus denir. Günaha, Cehenneme sokucu yemin demektir. Peygamber efendimize, yemin-i gâmusun ne olduğu sorulunca, (Yalan yere yemin ederek Müslümanın malını almaktır) buyurdu. (Buhari)
                          Yalan yere yemin ederek birisinin malını almak, büyük günahtır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
                          (Bir Müslümanın malını, haksız olarak almak için yalan yere yemin eden, Hak teâlânın gazabına uğrar.) [Buhari]
                          (Birinin malını almak için yalan yere yemin eden, Allahü teâlânın huzuruna cüzzamlı bir facir olarak çıkar.) [İbni Mace] (Facir; fitneci, fesatçı, günahkâr kimsedir.)
                          (Yalan yere yemin etmek, evleri harap eder.) [Beyheki]
                          (Yalan yere yemin eden, Cehenneme gidecektir.) [Hâkim]
                          (Yalan yere yemin, malın yok olmasına sebep olur.) [Bezzar]
                          (Yalan yere yemin etmek orucu bozar.) [Deylemi] (Oruç sahih olur, fakat sevabını giderir.)
                          (Yalan yeminle, bir Müslümanın malını alana, Cennet haram, Cehennem vacib olur.) [Hâkim]
                          (Yalan yere yemin büyük günahtır.) [Buhari]
                          (Alışveriş yaparken, vallahi böyledir, billahi öyle değildir diye yemin eden kimseye ve “Bugün git, yarın gel” diyerek sözünde durmayan sanatkâra, esnafa yazıklar olsun!) [Deylemi]
                          (Malını yemin ederek beğendirmeye çalışan kimseye kıyamette acınmaz.) [İ. Gazali]
                          (Esnafın, pazarcının çoğu facirdir! Çünkü çok yemin ederek, yalan söyleyerek günaha girerler. Alışverişleri de helal olmaz.)
                          [/TD]
                          [/TR]
                          [/TABLE]

                          #798614
                          Anonim

                            [TABLE]
                            [TR]
                            [TD=”colspan: 2″]

                            İnkâr eden mahrum kalır

                            [/TD]
                            [/TR]
                            [TR]
                            [TD=”width: 100%, colspan: 2″][/TD]
                            [/TR]
                            [TR]
                            [TD=”width: 100%, colspan: 2″]Sual: Cennette Allahü teâlânın görüleceğini inkâr eden, bozuk itikadının cezasını Cehennemde çektikten sonra Cennete girse, Allahü teâlâyı göremez mi?
                            CEVAP
                            İtikadı bozuk olan bir kimse, imanla ölür de, Cehennemde bozuk itikadının cezasını çektikten sonra Cennete girerse, Allahü teâlâyı görür. Cennet, nimetlerden mahrum olma yeri değildir. Allahü teâlânın Cennette görüleceğini inkâr edenlerin, Nass’ları yani mânâsı açık olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri inkâr ettikleri için, Cennete hiç giremeyecekleri bildirilmektedir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Kıyamette ışıl ışıl parlayan yüzler, [müminler] Rablerine bakacaklardır) buyuruluyor. (Kıyamet 22, 23)
                            Her âyet-i kerimeyi inkâr küfür olduğu gibi, bu âyet-i kerimeyi de inkâr küfür olur. Peygamber efendimiz, bu âyet-i kerimenin açıklaması olarak Kütüb-i sittenin hepsinde bulunan meşhur ve sahih bir hadis-i şerifte, ayın dolunay olduğu bir zamanda buyuruyor ki:
                            (Gökteki şu Ay’ı nasıl net görüyorsanız, [Cennette] Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz.) [Buhari, Müslim, İbni Mace, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İ. Ahmed, İbni Huzeyme, İbni Hibban]
                            Bu meşhur hadisi de inkâr, yukarıdaki âyeti inkâr gibidir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ akıl ve insaf versin de, Allahü teâlâ Cennette görülemez diyenler, Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmiş olan Nass’lara karşı gelmesinler. Sahih hadisleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş olanlara iman etmek lazımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demeli. Anlamadıkları için, (Aklım ermiyor) demeli. Kendi aklına güvenip, anlamadığına inanmamak, çok yanlıştır. (3/44)
                            Allahü teâlâyı Cennette görmeye inanmak şerefinden mahrum olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir? (İnkâr eden, mahrum kalır) buyurulmuştur. Cennette olup da görmemek de uygun değildir, çünkü İslamiyet, (Cennette olanların hepsi görecektir) diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor. (3/17)
                            Allahü teâlâyı görmeyi inkâr edenler, açık Nass’ları inkâr ettikleri için, Cennete giremeyeceklerdir.
                            ***
                            Sual: Kadın, namazda iki secde arasında nasıl oturur?
                            CEVAP
                            Teşehhütte yani namazdaki normal oturuşta oturduğu gibi oturur. (Redd-ül-muhtar)[/TD]
                            [/TR]
                            [/TABLE]

                            #798615
                            Anonim

                              Kürtlerin dinen caiz hakları mı var
                              19 Ekim 2011 Çarşamba 05:06
                              Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir abimiz “Biz dindarlar, Kürtlerin ıstırabını hissetmedik” şeklinde “özeleştirisini” verince “bereketli” bir tartışma başladı.
                              Mamafih, Akif Beki dostumuz kimi “hatırlatmalarda” bulunmakla mezkur “bereketi” az kalsın tarumar edecekti.
                              Neyse ki, Cengiz Çandar ve Ruşen Çakır imdada yetişti.
                              Biri “Dindarların bam teli”ni yazarken diğeri de “Kürt Hareketini” anlamaya koyuldu.
                              Zaten bu iki güzide şahsiyet böylesi konuları hiçbir zaman ıskalamamıştı.
                              Mesela…
                              Cengiz Çandar 11 Eylül saldırılarının ardından kaleme aldığı bir yazıda, “Türkiye’nin İslami düşüncesi, kendisini ‘selefi’ köklerden ayıkladığı ve ‘referans kaynakları’nı Seyyid Kutub ve Mevdudi gibilerinden ayırdığı vakit, Türkiye’nin de, İslam Dünyası’nın da önünü açabilecek. 11 Eylül’ü bunun da ‘miladı’ olarak değerlendirmek mümkün…” demişti.
                              Üstelik o vakitler “Biz dindarlar, emperyalistlerin ıstırabını hissetmedik” yollu “özeleştiri” veren herhangi bir “abi” de yoktu.
                              Demek ki Cengiz Çandar’ımız durumdan vazife çıkarma yeteneğini devreye sokmuştu.
                              Bugünlerde “Kürt Hareketi”ni fehmetmeye çalışan Ruşen Çakır da vaktiyle İslamcıları anlamak için az emek sarf etmemişti.
                              Yıllar yılı “dindarların” mahallesinde dolaşıp durdu.
                              Edindiği “malumatı” ortalıyor, “Bu yıl hac mevsimi kurban bayramına rastlıyordu…” şeklinde enteresan tespitlerde bulunan dönemin Nokta dergisi de “voleyi” vuruyordu.
                              Belki bir Oliver Roy bir Gilles Kepel olamadı ama 28 Şubat sürecinde “mürteci” bilirkişiliğini Faik Bulut’a nal toplatacak kadar konuşturdu.
                              Gelgelelim, Çandar da Çakır da hep yanlış anlaşılmıştı.
                              E haliyle bundan da şekvacı oldular.
                              Cengiz Çandar, Bağdat’ın bombalanmasını seyretme iştiyakını eleştiren “dindarların” kendisini anlayabilecek seviyeleri olmadığını söyledi.
                              “Amerika’nın bölgeye getireceği demokrasiye ya boyun eğecek ya da öldürüleceksiniz…” yollu uyarılarda bulunmayı da ihmal etmedi.
                              Ruşen Çakır hiçbir zaman bu kadar “dobra” olmadı. Her zaman biraz daha nazik, biraz daha “incelikli” olmaya özen gösterdi. O kadar ki, bu halini fehmetmekte güçlük çekenler ona rahatlıkla “sinsi” diyebilirdi.
                              Birkaç gün evvel şöyle yazmıştı: “Dün nasıl bir gazeteci olarak İslami hareketi anlama çalışmam birçokları tarafından “İslamcı olmak” ya da en azından “İslamcıların ekmeğine yağ sürmek” olarak görüldüyse günümüzde de Kürt hareketini anlama çabalarımın birtakım karaçalmalarla engellenmek istendiğinin farkındayım…”
                              “İslami hareketi anlama” çalışmasını “İslamcı olmak” yahut “İslamcıların ekmeğine yağ sürmek” olarak gören o “birçokları” kimlerdi, doğrusu bilemiyorum.
                              Benim bildiğim, Sayın Çakır’ın “İslami hareketi anlama” çalışmalarının, vesayet rejiminin medyası tarafından “İslamcılar iktidara gelince bizi kıtır kıtır kesecekler!..” şeklindeki tezvirata meze yapıldığıydı.
                              Aslında “Kürt hareketini anlama çalışmalarını” engellemek isteyenlerin olduğunu da hiç sanmıyorum.
                              “Düne” vurgu yapmak için “bugünü” uyduruyor sadece.
                              İslami hareketten geldiğine inandığı AK Partili çevrelere “Dün sizin için ‘İslamcı olmak’ gibi her türlü yaftayı göze aldım…” demeye çalışıyor, hepsi bundan ibaret.
                              Gördüğünüz gibi “incelikli” olmak zor zanaat.
                              Her iki aydınımız da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndaki o abimizin mezkur “özeleştirisine” bayılmış.
                              Cengiz Çandar dünkü yazısında “İslami hareket, ‘milliyetçilikle’ arasındaki sınırları net biçimde hiçbir zaman belirleyemedi…” diyor.
                              Her türlü milliyetçiliği yerle yeksan eden Seyyid Kutubları, Mevdudileri terörizmin kaynağı gibi gösteren bir insan evladının bunu söyleyebilmesi için çok enteresan “sınırlara” riayet etmesi gerekir.
                              Ruşen Çakır da “Kürtlerin dinen caiz olan haklarına” dindarların kulak kapadıklarını söylüyor.
                              Hem her fırsatta “İslami hareketi anlamak” için yıllarımı verdim demeye getir, hem de İslam’ın sürgit dolaşımda olan ıstılahlarından “caiz”i bilme!
                              “Kürtlerin dinen caiz olan hakları” ne demek?
                              Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin “Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz” sözündeki (döneme mütenasip) maslahat ve feraseti kimi abilerimiz bile anlamaktan acizken bu kafanın helalle caizin farkını anlamasını bekleyemeyiz.
                              Şu kadarını söyleyelim ama:
                              Anadilde konuşmak ana sütü kadar helaldir.
                              Allah’ın yarattığı kullarına yaratılıştan verdiği haklara hiçbir kul “cevaz” verme hakkına sahip değildir.
                              (Bitmedi, devam edeceğiz.)
                              Yeni Şafak

                              #798619
                              Anonim

                                HACI
                                19 Ekim 2011 / 11:02
                                Caner KUTLU’nun hikayesi…

                                Uçsuz bucaksız bozkırın dar ve tozlu yolunda boğazın gıcık tutmuş sesiyle yol alıyoruz; (üç kişiyiz) 70 model, alev kırmızısı opelin altından üstünden kayan kayalar ve titreyen etlerimizin boşluğunda dalgalanan konuşmalar kimin kulağında ıslanıyorsa cevabı aynı frekansla anlamsız, belirsiz, gayesiz sözcüklere yükleyip geri yolluyor; konuştuğumuz dil tabiatın dili, her nefeste bozulan sözler, lehçeler, ağızlar, bozkırın boğazı yakan, dili boğaza sürtüp genizden soluyan sözcükler, tozun, kirin, altından etleri zıplatan kayanın, rüzgarın, sesin renk verdiği, şekil verdiği bozkır doğasının kuru dili; külüstür, alev kırmızısı aracın ağzından burnundan akıtılan birbirini anlamayan, ancak anlaşan, süregelen, aslında monologlarla yürek yakan…
                                Bir fren sesiyle, epey sonra daha da dar bir yola giriyoruz. Kıvrılıp giderek, kısa süre sonra devasa bir köşkün önünde duruyoruz.
                                Bahçesinde güllerin, çimenlerin boy attığı, havuzunda balıkların oynaştığı, kırmızı çatısı altında ahşap merdivenlerin azametle karşıladığı, güzel, hayret verici bir yer burası. Park etmiş araçlar, bahçesindeki ağaç masada alabalık yiyen çiftler; karayağız bozkır delikanlısının yanında başak sarısı bir rus kızı, gülüşmeler, şehvetli bakışlar arasından geçip uzun merdivenleri tırmanıyoruz.
                                Bizi, elinde iki kocaman alabalıkla Hacı karşılıyor, hoş geldiniz derken, alabalıkları hemen elinden alıyorlar, elimizi sıkıyor.. altmış yaşlarında, beyefendi, nazik, güleryüzlü, mütevazi, sakin tavırlı. Merdivenlerin sonunda uzun bir salon açılıyor, masalar, insanlar, kahkahalar; karayağız bozkır yiğitleri, takım elbiseli, kravatlı, ince bıyıklı beyefendiler, başak sarısı, beyaz etli, balık bakışlı, soluk benizli rus kızları, ortada karışık diller, bedenin ateşli sözcüklerini harlıyorlar.
                                Bir süre sonra Hacı da bize katılıyor, oğlunu tanıştırıyor, esmer, iri yarı, elleri bağlı karşımızda ezik bir edayla hoş geldiniz diyor; Hacı masayı donatın diyor, beyefendiler benim misafirim, oğlu eğik başıyla geri çekiliyor.
                                Biraz sonra kuş sütü eksik masa donatılıyor, ben alkol almıyorum diyorum, diğer arkadaşlar rakı içeriz diyorlar, Hacı ben de kullanmam diyor. Arkada yüksek kahkahaların olduğu tarafa baktığımı görünce karşılıklı gülümsüyoruz, hacı, hayat biraz da böyledir diyor. O sırada 4-5 yaşlarında ikiz erkek çocukları geliyor, Hacı’nın kucağına atlıyorlar, sonra koşarak uzaklaşıyorlar, torunlarım diyor, oğlumun.
                                Masadakiler aşktan bahsediyorlar, ben aşkı yalnız yaşarım diyorum, iki kişinin arasına sıkışmalı diyorum. Hacı, telefonundan bir resim gösteriyor, yirmi yaşlarında esmer güzeli bir kız, benim sevgilim diyor, şehirde, meslek yüksek okulunda okuyor, seviyorum onu, her hafta sonu yanına giderim, bunu sadece ikimiz biliyorduk, artık sen de biliyorsun.
                                Balıklar, ardından etler gelince yemeğe koyuluyoruz, hacı, sakince anlatmaya başlıyor, İstanbul’u, oradaki yıllarını. İstanbul ortak aşkımız oluyor; Boğaziçi, sonra Kapalıçarşı, ticaret yaptığı günleri anlatıyor. Buradan mal götürüyordum diyor, ortağımla karşılıklı gidip gelirdik, başta çok iyi para kazandık, boğazda bir ev aldım, yatım, katım oldu, sonra işler bozuldu, insanlar bozuldu, ortam bozuldu. Babam sırtında yüküyle şehre mal taşırdı, ben İstanbul’a kamyonlarla mal taşıdım, sonunda babam burada öldü, ben de şimdi buradayım, yaşıyorum. Şükür, elimde bu köşk kaldı, dostlarım var, güzel kızlarım var, beni seviyorlar, ben de onları seviyorum. İş çevresinde, memur kesimde, siyasette birçok ahbabım var, sağ olsunlar, gelirler, eğlenirler, yer içerler, gönülleri hoş olarak giderler.. aşk satarım, anlık sevgiler sunarım, kapanmış yüreklere, beyaz inci tanesi koyarım. Burada her şey güzeldir, uyanınca baş ağrısı, hüzün, pişmanlık yapışırsa da çabuk atlatırlar, tekrar isterler, tekrar gelirler, umut, sevgi benim pazarımda olan şeyledir diyor.
                                Sonra, derin bir iç çekiyor. Ben şefkatin süt kokusunu andıran lezzetini aradım beyim diyor, annem beni doğururken ölmüştü, ben anne sütünü bilmem. Emdiğim göğüslerin, özümdeki sütün kokusunu vereceğini düşündüm hep; yıllarca annemin mezarına gidip, hatırasını kazdım, kazdıkça özüme, ağzımı dayayacağım annemin kokusuna yaklaşmayı umarak, her kadından mezarına, arzın merkezine ulaşmayı bekleyerek kazdım durdum. Sonunda ulaştığımı sandığım yerden kızgın ateşler çıkıp yüreğime girdi; çıkamıyorum, cehennem benim içimdedir. Biliyorum bir gün öleceğim, içimdeki cehennem tüm vücuduma yayılacak, etrafa saçılacak, beni, ailemi, torunlarımı, dostlarımı alıp götürecek, yakacak. Sonuç, beyim, sonuçta yanık bir süt kokusu kalacak.
                                Balıktan son bir lokma alıp doğruluyorum. Masadakiler, bu ne acele der gibi yüzüme bakıyorlar. Hacının gözlerine uzunca bakıyorum. Bu kızlar, senin malın değil Hacı diyorum, çoğunun çalışma izni yok, annelerinin yüreklerinden söküp getirdiğin bu kızlar, senin derdinin çaresi değil. Ellerinden pasaportlarını alıp, zorla çalıştırdığın bu insanlar seni sevmiyorlar, incecik, süt beyazı, gülen bu gözler, senin aradığın değil; işte en son yaşanan olay, zavallı bir kız senin yüzünden intihar etti, daha fazla dayanamadı. Bu insanlar senden kurtulmanın yolunu arıyorlar hacı, senin sütü bozan sıcaklığını istemiyorlar. Hakkında tutuklama kararı var, biliyorsun; kaçmanın yararı yok, gerçeğe teslim olmalısın. Seni alacaklar, dışarıda bekliyorlar diyorum.
                                Peki beyim diyor, kısık bir sesle, zavallı, küçük bir çocuk gibi omzuma hafifçe dokunarak.

                                #798621
                                Anonim

                                  . . . : Kur’an’dan Bir Mesaj : . . . “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, Yetimlere, fakirlere, yakın komşulara, uzak komşulara, yol arkadaşına, garip ve yolculara, ellerinizin altındaki (köle, cariye, hizmetçi, işçi) lere de güzel muamele edin. Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez.” [Nisa Suresi 4,36]

                                15 yazı görüntüleniyor - 646 ile 660 arası (toplam 666)
                                • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.