Vesvese Bahsi

 

Tefekkür ayetleri her daim “Hiç düşünmez misiniz?” sorusuyla bizlerin düşünmesini istemekde. Mü’minün süresindeki ayet-i celileyi biraz düşündüğümüzde, değil şeytanın dediğini yapmak, onun yanımızda olmasından bile Allah (cc)’a sığınmak gerektiğini görüyoruz. Bunun için dua etmek ve bu duaya devam etmek gerekir.

vesvese

 

 On Üçüncü Lem’a

 Hikmetü’l İstiâze

  

[BİRİNCİ İŞARET]

 

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.) sırrına dairdir.

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطيِنِ وَ اَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

(“De ki: Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:97-98.)

  

Sual:Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir methalleri olmadığı, hem Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu, hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu, hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde hizbüşşeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakka sığınmasının sırrı nedir?

 

Herhangi bir şeyin yaratılmasında veya icadında, şeytanların zerre kadar katkı imkanları ve tesirleri yoktur. Allah (cc) ve hak ve hakikatin güzelliği bizden yanadır. Ve tüm bu güzellikler; teşvik edici güzelliklerdir. Dalalet; hakkın, hakikatin, hikmetin, adaletin, fıtratın ve insaniyetin zıddıdır. Bunlar dalaletten nefret edildiğini gösterir ve dalalet yolunda gidenlerin, dalalet mesleklerinde herhangi bir cazibe ve güzellik söz konusu değildir.

 

Sorumuzu özetliyecek olursak olursak şeytanın tesir etme özelliği olmadığı gibi vesvese vermekten başka birşey elinden gelmez ve dalalet çok çirkin bir yoldur ki cazibesi yoktur. Hak yolu ise bunun tersidir. Hem Allah (cc) hem hak hem hakikat hem hikmet hem adalet tüm güzellikler ve cazibeler ehl-i haktan yanadır. Böyle olduğu halde ehl-i hakkın her vakit şeytandan Allah (cc)’a sığınmasının sırrı nedir?

 

-Zarar verme fırsatı verilmemiş midir?

 

Tesir güç ve müdahele ister. Şeytanlar müdahale etmezler sadece vesvese verirler. Ve vesveselerini güç kullanarak yaptırmazlar; yani zarara teşvik fırsatı her zaman verilmiştir ama zararı yaptırması kişinin o vesveseyi kabul etmesiyledir. Kabul etmese o vesvese işe yaramayacak ve insan manevi terakki kazanacaktır, cihadı kazanmış olacaktır.

 

Elcevap:Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır.

 

İçki içmek şerdir. İnkar etmek varı yok saymaktır. Eğer içki içersek günah işleriz. Ama içkinin günah olmadığını söylersek: Küfre girmiş oluruz.

 

Mesele namaz kılmak vücuddur. Abdest almak vücuddur. Namazın her bir harekti vücuddur. Ama namazı kılmamak âdemdir, yokluktur; vücudu, ademe mahkum etmektir. Dikkat edersek; namazı kılmakmı zahmet ister kılmamakmı? Namazı kılmak fiildir, kılmamak ise fiilsizliktir. Yani zahmetli bir iş yapmıyor; terk ederek tahrib etmiş oluyoruz. Sadece terk ederek namazın vücudunu; fiillerinin meydana çıkmasını engelliyoruz.

 

Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir günde tahrip eder. Evet, bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerâit-i hayatiyenin vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan Hâlık-ı Zülcelâlin kudretine mahsus olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder.

 

Bir insanın hayatı için sadece insanın vücudu kafi değildir. Toprak, su, hava, ışık yer ve gökler ve kısacası tüm kainatın vücudu lazımdır ki, insanın hayatı devam etsin. Demek insanın vücududa, bekasıda Halık-ı Zülcelal’in kudretine mahsusdur.

 

Bir cani gelir insanın bir damarını keser ve o hayata son verir. Hayatı icad etmek ne kadar masrafla oldu ama o hayatı yıkmak bir damarın kesilmesiyle o kadar kolay oldu. Ondandır ki tahrib kolaydır. Ehli Dalaletin yaptığı bunun gibi tahrib olduğundan onların yaptığı zulüm güç, kuvvet istemiyor. İşte bu sebepledir ki ehl-i hakkın, ehl-i dalalete, zalimlere mağlub olması zalimlerin kuvvetinden gelmiyor. Ehl-i hakkın mağlub olması da kuvvetsizliklerinden değildir.

 

İşte bu sırdandır ki, ehl-i dalâlet, hakikaten zayıf bir kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galip olabiliyor.

 

Bir cocuğu beslemek eğitmek yılları alır. Ama bir katil gelir bir darbe ile o yılların emeğini heder eder. Çocuğun ölmesi bu katilin gücünden değil bilakis o katl mesleğinin kolaylığındandır.

 

Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kalesi var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler

 وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ

(Akıbet takvâ sahiplerinindir.” A’râf Sûresi, 7:128. ) sırrıyla, ebedî bir sevap ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.).

 

Bizim her şer ve tahribatçıdan kurtuluşumuz olan kalemiz Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye’dir. Bazan ibadetlerde fark ediyorum ki şeytan beni meşgul etmeye uğraşıyor. Resülü zişan a.s.v. efendimizi düşünüyorum ve şeytanın uzaklaştığını görüyorum, adeta dayanamıyor kaçıyor. Ama daha sonra tekrar geliyor; ne yapalım o gelecek bizde mücadele edeceğiz bu bizim cihadımızdır.

 

Özetlersek;

Şeytanın icad ve vücudda müdahalesi, herhangi bir yaptırım gücü yoktur. Vesvese ve bizim korku damarımızı işlettirmekden başka elinde silah bulunmamaktadır. İşin şer tarafına sevk etmek ister, insan kabul etmezse tesir edemez. Ehl-i dalaletin gücü yoktur, zira meslekleri icad değil, vücud değil, yıkmaktır.

 

-Eh-i Dalalet nedir?

 

Ehl-i dalalet demek hakdan yüz çevirmiş, sapık yolda gidenler diyebiliriz. Onların mesleği binayı yıkmak gibidir, fazla kuvvet istemez; ondandırki pis meslekleri kolaydır. Bazan bize, ehl-i hakka galib gelebilirler ama bizim Rabbimiz var. Eğer savaşda mağlup olsak sadece dünyada mağlup olmuş oluruz. Ahirette yine kazanan bizler oluruz. Ama yok Allah (cc) muhafaza iman mücadelesinde mağlup olursak hem dünyada hem ahirette mağlup oluruz.

 

 

 

[İKİNCİ İŞARET]

 

 

Sual:Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel’ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor? Şu meseleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.

 

Şeytanların elinden bir hayr gelmez, tüm mesailerini şerre sarf ederler. Onların bu gayretleri sonucu çok insanlar küfre giriyor ve cehenneme gidiyorlar. Bu hadise gayet çirkin görünmektedir. Güzelliği sonsuz olan rahmeti mutlak hududsuz olan her cihetle hakkıyla hak olan hakkın rahmeti ve cemali bu feci’ akıbete nasıl cevaz gösteriyor? Nasıl müsaade ediyor?

 

Elcevap: Şeytanın vücudunda cüz’î şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemâlât-ı insaniye vardır.

 

Meseleye sadece şeytanın zararları nazara almamak belki onların yaratılmasındaki kulli maksadlarıda nazara alarak bakmak lazımdır. Velevki bir hadise sadece kötü yönleriyle değil güzel yönleriylede tahlil edilmeli. Hususen bize çirkin görünen çok şeyler hakikatini görmediğimiz içindir. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade merâtip var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdâtın inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur.

 

İnsan kainatın küçük bir misalidir. Bunu misalleriyle izah etmiştik. İnsan bu dünyada ne kadar deha da olsa, kabiliyetleri, isti’dadları, hasseleri, çekirdek hükmündedir. Bu kabiliyetlerin ağaç gibi inkişafa, açılmaya lüzum vardır. Bu dereceler her bir insan için vardır. Şimdi bizim yapmamız gereken bizdeki bu isti’dadları açmaktır. Acaba bunu nasıl yapabiliriz? Kapalı olan bir çekirdek olan kabiliyetlerimizin açılması ve içinde olanı göstermesi elbetteki bir haraket ister ve bu hareketin adı mücahededir. Mücahede; müfaale babındandır; hareketin tek taraflı olmadığı, karşımızda bize karşı birisinin olduğu ve ona karşı verilen bir mücadele olarak tanımlanır. Yani karşılıklı bir mücadeleyi ifade ediyor.

 

-Bahsi edilen mücadele nefse karşı mı, şeyatana karşı mı ? Yoksa herşeye mi ?

 

Bizim taşıdığımız sayısız kabiliyetler, birer hareketi isterler. Bu hareketin adı mücahededir; yani düşmanla cihaddır. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Mesela; bizde akıl var, mukabilinde ilim ve cehalet var ve eğer ilmi kazanmak için mücadele edersem, cihad etmiş ve akıl gibi bir kabiliyetimi inkişaf ettirmiş olurum. Cehalet karanlık gibidir. Eğer onu alsam aklımı karanlıklarda örtmüş ve onu zayi etmiş olurum. Tüm latifelerimizi buna nisbet edebiliriz. Benim nefsim daima kötü şeylere beni sevk etmek, gözüme zina ettirmek, kulağıma haram sesleri doldurmak ve elimi şerlere uzatmamı istyor. Bunları tercih edersek kendi elimizle, çekirdek hükmündeki latifelerimizi, atom bombası atarak cürütmüş oluruz. Yani bu muzır şeyleri tercih şeklen bazen ağır basıyor. Cazibedar bir bomba alarak kendi ruhumuza atmış oluyoruz.

 

-Peki nasıl engel olacağız?

 

İnsanın bu zararlardan her daim kendini koruması imkansız gibidir kendi adıma söylüyorum. Ama Allah (cc) bizden yana; Allah (cc) cihad edenlerden yana. Cihadın hakkını verdikden sonra; bazan galib bazan mağlub olacağız ama rahmet kapısı bizden yanadır. Zırhımızı ve silahımızı elmize almamız lazım.

 

Daha cok manevi alemden uakta oladuğumuz seytanımız ve nefsimiz bizi sıkıstıryor. Allah (cc)’ın yardımıyla kazanan biz oluruz. Şeytanın sıkıştırması her safhadadır; evliya da olsak, şeytanın vesvesesi gelecektir. Asıl olan cihazlarımızı donanarak hazır olmaktır; hazır olanlar cihad ediyorlar ve kazanıyorlar.

Ama hazır olmayanlar;

Düşman hucum ediyor daha ortada silah yok, zırh yok, siper yok, ulu orta hiçbirşey yapmadan kendine hucum eden duşmanı izliyor, hatta kendine hucum eden düşmana yardım ediyor. Şeytan diyor ki şu kıza bak; tamam efendim ne demek! Kızlara diyor ki yakışıklı bir erkek kaçırma kaparlar, tamam efendim hemen guzelliğimi göstereyim. Yada yorgunsun şimdi namazı kılmak zor olur ileride kılarsın, tamam efendim haklısınız. offff anne beni niye rahat bırakmıyorsun! diyerek ebeveyne isyan ettirir. İşte insanın kendi eliyle kendine hucum eden şeytana yardımını böyle anlıyorum, siz misalleri artırabilirsiniz.

 

-Eğer şeytanlar olmasaydı ne olurdu?

 

Azönce verdiğimiz misalleri hatırlayınız. O vesveseleri verecek kimse olmazdı. İmtihan olur muydu? Cennet de cehennem de insanların yaratılışıda olmayacaktı. İnsan mücahade etmek uzere yaratıldı, eğer mücahade olmayacaksa insana ne luzum var ki?

 

Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev’inde binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak… Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir.

 

Evet, eğer şeytanlar yaradılmasaydı, insanların makamı melaikeler yada hayvanlar gibi sabit kalırdı Bu durumda insanın yaratılmasına luzum kalmayacaktı, insan nev inde binler enva hukmunde derken şunu ifade ediliyor; bir insan bir kainat kıymetindedir. Bir insan hayvanların bir nev inin tum efradından kıymetlidir. Bir imanlı insan binlerce kafirden daha kıymetlidir, zira kafirler hayvanlar kadar bile kıymetli değildir. Eğer şeytanlar yaratılmasaydı bu kimin işine yarardı ? Kafirler memnun olacaktı ama peygamberler olmayacaktı, evliyalar olmayacaktı, asfiyalar olmayacaktı, şehidler olmayacaktı, milyarlar ulema olmayacaktı.

 

Şimdi; ya şeytanları yaratacaksın; bu kafirlerin kim olduklarını ortaya çıkaracaksın, bu arada nurani silsileleride ortaya çıkaracaksın. Yada şeytanları yaratmayacak, kafirleri koruyacak ama diğer tarafta nurani silsileleri kaybedecek onları küstüreceksin. Hikmet ve adalet ve maslahat hangisini ister? Şeytanların yaradılmasını mı, yaradılmamamsını mı?

 

-Yani biz şimdi diyeceğiz ki, şükür ki şeytanlar yaratıldı öyle mi?

 

Aynen doğru. Şeytanlar müslümanların terakkisinde asansör gibidir, elmas ortaya cıkmıyacak hep kömür kalıcaktı. O bize şerri yap diyecek, biz hayır diyeceğiz. Ya da o bize hayrı yapma diyecek, bir hayır diyeceğiz. Bu kadar. Biz karar verecez, onlar taşıyacak. Biz karar veriyoruz, Allah (cc) da icad eidyor. Mesela şeytan diyorki namaz kılma. Şeytan da görevini yapıyor. Allah (cc) diyorki namaz kıl, bu iki teklifden birini biz seçeriz. Biz hangisini seçersek Allah (cc) onu yaratır. Şerri seçersek şerri, hayrı seçersek hayrı. Kaderde insanların çoğunu anlamadığı husus bu.

 

Bu arada; hikmeten şerrin yaradılması lazımdır, ama şerri insan tercih ettiğinden, mesul insandır. Şerrin yardılması şer değildir, bilvesile hayrdır.

 

Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.

 

Bu misali izah için hep şunu sorarım; mahşerdesiniz. Bir tarafda bir evliya var, bir tarafdada bin kafir var. Siz bin kafir yanmasın bir evliya yansın daha iyi der misiniz? Elbette demezsiniz. Peki neden? Eğer sayıya baksaydınız, evet demeliydiniz. Ama siz sayıya bakmadınız, kaliteye baktınız değil mi?

Şimdi insan küçük aklıyla kaliteye bakar da, Allah (cc) ilmi ezelisiyle kaliteye bakmaz mı? Çok yerde demez mi; “ihlas ile az amel ihlassız çok amelden hayrlıdır” diye? Evliya ihlaslı amel eden değil mi? Devam eden az amel devam etmeyen çok amelden çokdur daha guzeldir denilmez mi? Demek kafirlerin çok olması önemli değil.

 

Bir gun Musa Aleyhisselam demiş ki; “ya Rabbi insanların çoğunun cehenne gitmesini hikmeti nedir?”

Cenab-ı Hakk demiş “ya Musa şu tarlayı ek”

Musa Aleyhisselam tarlayı ekmiş, mahsulatı almış, kalan çer çöpü yakmış.

“ne yaptın ya Musa” demiş Allah (cc),

“ya Rabbi tarlayı ektim mahsulatımı aldım kalanıda yaktım”

“bende aynını yapıyorum ya Musa” …

 

Şimdi bu dunya bir tarladır, bizler ekilen bir tohumuz. Eğer mahsulat sınıfına girersek kurtuluruz, çer çöp sınıfına girersek yanarız. İşte Allah (cc)’ı ve Peygamber Efendimizi (s.a.v) ve Kur’an-ı Kerim’i dinlemeyenler o çerçöp sınıfındandır. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, haşarat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i İlâhiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.

 

Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır.

 

Evet bu son üç satırı ezberleyelim inşallah, çünkü kurtuluş reçetemizdir

 

el Fatiha

   

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[ÜÇÜNCÜ İŞARET]

 

Sual: Kur’ân-ı Hakîmde ehl-i dalâlete karşı azîm şekvâları ve kesretli tahşidâtı ve çok şiddetli tehdidâtı aklın zâhirine göre, adaletli ve münasebetli belâgatine ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasip düşmüyor. Adeta âciz bir adama karşı, orduları tahşid ediyor. Ve onun cüz’î bir hareketi için, binler cinayet etmiş gibi tehdit ediyor. Ve müflis ve mülkte hiç hissesi olmadığı halde, mütecaviz bir şerik gibi mevki verip ondan şekvâ ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?

 

Hatırlarsanız Kur’an-ı Kerim’de kafirlere karşı çok şiddetli azab verileceğin çok yerde zikr edilir. Meleklerin onları önlerinden ve arkalarından vura vura azab edecekleri söylenir, ne kadar azgın bir guruh oldukları sıksık söylenir. Soruyu özetlersek; insan aciz bir adamdır ama Kur’an-ı Kerim ona ordularla hucum ediyor onun küçük bir hatasına binler cinayetlermiş gibi bakıyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?

 

Elcevap: Onun sır ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlûkatın hukukuna, az bir fiil ile çok hasâret veriyorlar.

Nasıl ki, bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde, bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terk etmekle, o gemiyle alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa’ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve iptaline sebebiyet verdiği için, o geminin sahib-i zîşânı, o âsiden, o gemiyle alâkadar olan bütün raiyetinin hesabına azîm şikâyetler edip dehşetli tehdit ediyor.

 

Evet şeytanlar ve onların aveneleri küçük bir hareketle tüm kainatın tüm mahlukatının hukukuna tecavuz ediyorlar. Küçük bir adam küçük bir fiil ile tum gemide çalışan tum personelin emeğini boşa çıkarır. Nasıl mı? Geminin tabanında küçük bir delik açar, o delik gemiyi batırır. Binlerle personelin yaptığı tüm emekler zayi oldu.. Buradaki sır şudur; gemi sahibi kendi hesabından ziyade, gemidekilerin hukuku namına o asiden şikayet eder ve şiddetli tehdit edebilir. Ve onun o cüz’î hareketini değil, belki o hareketin müthiş neticelerini nazara alarak ve o sahib-i zîşânın zâtına değil, belki raiyetinin hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar.

 

Öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebed dahi, küre-i arz gemisinde ehl-i hidayetle beraber bulunan, dunyamız biz muslumanlar için bir ticaret gemisidir uzay denizinde bizi sarsmadan taşımaktadır biz Elhamdulillah imanın yanında şeytanlar ve onların aveneleride vardır ehl-i dalâlet olan hizbüşşeytanın zâhiren cüz’î hatîatlarıyla ve isyanlarıyla pek çok mahlûkatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcudatın vezâif-i âliyelerinin neticelerinin iptal etmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikâyet ve dehşetli tehdidat, ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmek, ayn-ı belâgat içinde mahz-ı hikmettir ve gayet münasip ve muvafıktır.

 

-Ehl-i dalaletin tahribatı nasıldır?

 

Onlar derlerki; kainat kendi kendine idare ediyor, eşya kendi kendine meydana geliyor. Yada, teselsul ile oluyor, yani, tavuk yumurtadan yumurta tavukdan misali. Onlar derler ki; guneş çıktı heryer ısındı, su buhar oldu, buhar bulut oldu, bulut yağmur oldu, yağmur toprağa girdi bitki oldu, denize gitti balık oldu. Sebebleri musebbib yaptı, yani sebeblerin sahibi yerine koydu. Bir kısmıda dediler ki; kainatın mahlukatın vucudu, tabiat kanunlarıyla oluyor, demek yapan tabiat kanunlarıdır. Buradada tabiat kanunlarını yaratıcı yerine koydular, bunun manası nedir? Bunun iki manası var; biri hukukullahı reddetmektir; başka şeylere Allah diyor, asıl Allah (cc) a yok diyor. İkincisi ise; Allah (cc) Sultan-ı Kainat’tır tüm kainat onun tebaası yani halkı hukmundedir, tüm halk böyle bir sultana tebaa olmakdan şeref duymaktadır iftihar etmektedir.

 

Şimdi şeytan yada avenesi gelir; tüm halka derki sizin bağlandığınız Allah diye birşey yoktur siz boşuna bağlanmışsınız. Yukarıda yazdığımız yalancı ilahları göstererek, işte tüm bu işleri bu ilaheler yapmaktadır diye iftira ederler. Tüm mahlukatın şerefini, izzetini ve Sultan-ı Ezel ile irtibatını keserler atarlar.

 

İşte bu küçük adam bu zahirde az ve küçük lafları söyler ama tüm kainatın hukukuna tecavuz eder. Bu yalana kainat inanmaz ve Rabbine iltica eder; “ya Rabbi bizim hakkımızı bu zalimlerde al” derler.

 

Tarihde Sultan-ı Ezeli mevcudata intikam fırsatını bazan vermiştir. Mesele Nuh kavminden su unsuru emr-i İlahi ile intikam almıştır. Firavun kavminden bir çok unsur intikam almıştır, Lut kavminden, gökten taş yağdırarak, taş unsuruna intikam alma fırsatı vermiştir, bir başka kavmin başına gökten ateş yağdırarak, ateş unsuruna intikam alma fırsatı vermiştir, bir başka zalim kavimden hava ve fırtına unsunun intikam almasına izin vermiştir. Evet mevcudat manen şeytanlara ve kafirlere karşı çok şiddetlidirler ama emir gelmeden hareket etmezler. Karun’u hatırlarsınız; zekatı reddetti inkara girdi, emr-i İlahi ile toprak Karun’u yuttu.

 

Şimdi bu zalimlerin kendileri küçük, hareketleri küçük. Ama cinayetleri; tüm geçmiş ve gelecek ve hazır kainatın tüm mahlukatının hukukuna tecavuz ettiklerinden; cinayeti büyüktür. Kur’an-ı Kerim onlara hücum ederken onların küçüklüğüne değil, hareketlerinin küçüklüğüne değil; belki cinayetlerinin büyüklüğünü nazara vererek onlara hücüm ediriyor ve ebedi cehennemle tehdit eidyor.

 

Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir ki, belâgatin tarifidir ve esasıdır. Ve israf-ı kelâm olan mübalâğadan münezzehtir. Malûmdur ki, böyle az bir hareketle çok tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı gayet metin bir kaleye iltica etmeyen, çok perişan olur. İşte, ey ehl-i iman, o çelik ve semâvî kale, Kur’ân’dır. İçine gir, kurtul.

 

Ehl-i iman bu tahribatçılarla tek başlarına baş edemezler, ehl-i imana belki ordular yardımcı lazımdır. Ondandır ki bir ehl-i imanın imanının arkadasında, başta Allah (cc) ve Kur’an-ı Kerim ve tüm peygamberler ve sıddıklar ve şehidler ve milyonlar evliyalar ve milyarlar ulemalar kıymetdar imanlar kardeşler vardır.

 

Evet, dünyada iken ahiretini kurtarmak isteyen Kur’an-ı Kerim’in çelik gibi kal’asına girsin ve kurtulsun. Yoksa helak olacaktır. Bu helakete hal-i hazır şahiddir. Bir mahallede 40 kişi oluyor 39 u imansız ahiret gidiyor bir ehl-i keşfin keşfiyatıyla sabittir. Bu ne feci’ bir durumdur yarabbi.. Rabbimiz bizi Kur’an kal’asına girenlerden eylesin. Bizi dalaletten uzak eylesin, ehl-i Kur’an’a yakın eylesin. Nefs ve şeytanın şerrinden muhafaza eylesin.

 

amin

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[DÖRDÜNCÜ İŞARET]

 

Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashab-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir.

 

“adem” demek yokluk demektir, insan manasında değildir. “şerr-i mahz” ne demek? Bu kelime ‘ayın’ ile yazıldığında, yokluk manasına gelir. “şerr-i mahz”, içinde hiç bir tane bile hayr olmayan şer demektir. Şerin içinde hayır olur mu ki? Evet, mesela birinin annesi ölebilir bu zahirde görünüşte bir şerdir, ama hem ölene hem yaşayana hayrlara vesile olabilir. İçki içmek bir şerdir, ama onu içeni görenler içki içmemenin ne kadar guzel bir nimet olduğunu daha iyi idrak edebilirler. Her şerde doğrudan yada genellikle dolaylı hayrlar görülebilir ama ‘adem’de hiç bir tane bile hayır yoktur. “mahza” şerdir ve “vücud” kelimesine tüm mahlukat dahildir. Buna cinler şeytanlar bile dahildir.

 

Yukarıdaki cümlede “vucud hayr-ı mahz”dır diyor.

 

 – Şeytanlar vucud olduğuna göre bu kaide ile nasıl bağdaşır?

 

Bunu bir soru işareti olarak zihninizde tutunuz. Eğer konu içinde cevabını bulamazsanız daha sonra sorunuz.

 

Tüm güzelliklerin ve hayr ve kemalat vucuda istinad eder, yani vucud ile kendini gösterir vucud ile meydana gelir zuhura çıkar. Guzellik için vucud lazım. Ahlak için vucud lazım. Zekat için zenginlik lazım ki zenginlikde bir vucuddur. Konuşmak içn vucud lazım. Görmek için vucud lazım. Vucud Kudret-i İlahin’in icadıdır. 

 

Hastalık sureten menfidir ve sıhhatin ademidir, yani sıhhatin gitmesidir. Ama esası vucuddur, çünkü hastalık bir mahlukdur ve halikın eseridir.

 

Küfür ve sapıklık bir dalalettir, isyan ve günahları işlemek, bunlar, bir beladır.

 

-Peki bu çirkinliklerin esası neredendir?

 

Kim emrediyor? Kimden geliyor? ‘Yalan söylemeyiniz’ emrinin kimden geldiğini biliyoruz, peki ‘yalan söyleyiniz’ emri kimden geliyor?

 

Şimdi; yalan söylemeyiniz emrinin illeti Allah (cc) dır. ‘illet’ hakiki sahib demektir.  Peki yalan söyleyen bir insan bu emri kimden alıyor, bunun illeti kimdir?

 

Bunun bir kaynağı yoktur, bir tebliğcisi yoktur. Yalanı yasaklayan bir kaynak bir menba var, ama, serbest diyen bir kaynak yada bir menba yok. İşte bu menbaısızlık bir ademdir.

 

Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir.

 

Bu cümledeki ‘musbet’ kelimesi; gözle görmek manasınadır. Mesela; içki içmek sureten vucudidir, müsbettir, ama esası hayrı terktir, hayrı kabul etmemektir. Şerri tercih etmektir. Şerrin menbaı da; ademdir, ademden gelir. Arkadaşlar bu konu ilmi ve tedkikat isteyen bir konudur daha sonra birkaç defa daha, okursanız, daha iyi anlar ve istifademiz daha ziyade olur

 

Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi birşeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder sadece kaba inşaatı biten bir yapıya bina denmez yada o yapının sadece pencerelerine bu binadır denmez belki hem kabası hem incesi hem pecere ve kapıları tamamının bir araya gelmesine bina denir. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in’idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur.Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum birşeye illet olur.

  

Binanın tüm unsurları bir araya gelicekki, bina olsun. Eğer bir cuz’i eksik olsa o bina, bina olmaz. Sadece pencereleri koymasak, o bina, bina olmaz. Ademin mesleği de böyledir. Kaynağı birşeyleri reddetmek veya inkar etmek veya yerine koymamaktır.

 

Mesela elma bir vucuddur, ağaç ona mevcud bir illettir.

Bu arada “illet” ikidir. Biri zahir illet, biri hakiki illet. Sebebler zahir illettir ve onların sebebleride zahir ilettir, ama Allah (cc) illet i hakikidir.

 

 – Namaz kılmamak ademdir, faiz yemek haramdır. Bunların illeti nedir?

 

Bunların illeti yoktur, illeti madumdur. Hükmünü yoklukdan almaktadır.

Adam her haramı rahatlıklı işliyor, neden? Önce melekleri, sonra ahireti, sonra Allah (cc)ı, inkar ediyor; yani ademe atıyor. Sonra her melaneti işliyor. Demek bu adamın illeti yoklukdan geliyor.

 

Şimdi bu anlaşılması belki zor izahdan sonra, konumuz olan şeytanların icad edilmeleri yaratılmaları ve bizlere musallat olmaları ile alakasına gelelim.

 

İşte bu iki kaideye binaendir ki, şeytan-ı ins ve cinnin kâinattaki müthiş âsâr-ı tahripkârâneleri ve envâ-ı küfür ve dalâlet ve şer ve mehâliki yaptıkları halde zerre miktar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlâhîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar; belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atâlettir.

 

Evet şeytanlar ve şeytanlaşmış insanlar kainatta muthiş tahribatları enva-ı küfür ve dalaletler şer ve yakıp yıkmaları olduğu halde, zerre kadar icada ve hilkate mudahaleleri yoktur. Mülk-i İlahide zerre kadar iştirakleri yoktur.Onların yaptıkları sadece fiilsizliktir, terkdir, tenbelliktir.

 

Düşünün uçak uçuruyorsunuz, siz pilotsunuz. Tüm insanlara zarar vermeniz için yapmanız gereken bir şey; var oda bir şey yapmamaktır, uçurmayı terk etmek zarar için yeterlidir. Uçağı düşürmek bir fiil istemdi, bir emek istemedi, sadece fiili terk etti, o kadar. Şeytanların ve şaytanlaşmışların yaptığıda budur. Şimdi uçağı uçurmayı bırakan pilota “ne kadarda güçlü, koca bir uçağı düşürdü” denilir mi?

 

Hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyorlar; yani iman etmemekle küfrü yapıyorlar.

 

İbadet etmemekle isyanı yapyorlar, helalı terkederek haramı yapıyorlar, iyiliği terk ederek kötülük ediyorlar, güzeli terk ederek çirkinlik yapıyorlar, temizliği terk ederek pis oluyorlar, çalışmayı terk ederek tenbellik ediyor. işte bu terkleri sonunda müthiş bir tahribat ve yıkmak vardır; yani şerler oluyorlar.

  

Bir misal daha bir bağdan mahsulat almak için tüm şartlar lazımdır. Toprak, su, hava, ışık, temizlik vs.ler, biri suyun yolunu kesse tüm mahsulatı harab eder, neticesiz bırakır. İşte bir emrin terkinden sonra gelen tahribat …

 

İşte, ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve “Eûzü billâh” demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kal’anız Sünnet-i Seniyyedir.

 

eûzü bilah diyerek şerleri terk etmek ve emirleri kabul etmek ve bunu dosdoğru yapmak içinde sunnet i seniyyeti esas tutmak lazımdır. Allah nefs ve şeytnın şerrinden muhafaza eylesin

 

amin

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[BEŞİNCİ İŞARET]

  

Cenâb-ı Hak, kütüb-ü semâviyede beşere karşı Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücâzâtı göstermekle beraber, çok irşad, ikaz, ihtar, tehdit ve teşvik ettiği halde; şu ikaz ihtar irşad tehdit ve teşvik de k.kerim başdan sonra ve hadis i şerifler başdan sona delildiler izaha luzum yoktur ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken, hizbüşşeytanın mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine karşı mağlûp olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba, iman varken, Cenâb-ı Hakkın o kadar şiddetli tehdidâtına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor?

اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا

(“Muhakkak ki şeytanın hilesi pek zayıftır.” Nisâ Sûresi, 4:76.) sırrıyla şeytanın gayet zayıf desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber, benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkârâne iltifatına kapıldı; onun lehinde, benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhânallah,” dedim. “İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir insandı!” diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim.

 

Evet, insan için hidayet sebebleri çoktur ve hidayete teşvik edici sebeblerde çoktur. Hidayetin tüm güzellikleri, ibadetin tüm güzellikleri tüm latifelerimizin memnun eder. Ve hem tüm peygamberler bizim imanımıza delildir. Tüm mucizeler imanımıza teşvik ve kuvvettir. Tüm evliyalar ve onların kerametleri bizim imanımıza delildir ve kuvvettir. Böyle olduğu halde; cennet bizim için teşvik olduğu, cehennem bizim için tehdit olduğu ve bizi cennete sevke sebeb olduğu halde, en başta mutlak hakim ve kadir olan Allah bizden yana olduğu halde, buna mukabil şeytan aciz olduğu halde, şetanın gösteridği dalalet yolu çirkin olduğu halde, şeytanın ve avenelerinin riyakar ve nefret verici ve insan fıtratına ters olduğu halde, herturlu iğrençlik, sapıklık, cinayetler, tecavuzler, hırsızlıklar ve daha aklıma gelmeyen ve gelsede söylemeye utandığımız iğrenclikler şeytanların ve onların avenelerinin yolunda olduğu halde,

 

Elhamdulillah-i iman ehl-i iman bukadar üstün avantajlarına rağmen ehl-i dalalete aldanması nedendir?

 

Sonra, sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile, lillâhilhamd, hem Kur’ân-ı Hakîmin azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu; hem ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını; hem günah-ı kebâiri işleyen küfre girmediğini; hem Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” diye hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Elhamdulillah Cenâb-ı Hakka şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünkü, sabıkan dediğimiz gibi, şeytan, cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir.

 

İnsanda öyle cihazlar vardırki bazı zamanlarda ve şartlarda iradeyi dinlemez, bazı anlar vardırki, hissiyatlar aklı ve kalbi dinlemez onları mağlub eder, o mağlub anları o kişini asıl kimliği değildir. O an için mağlub olduğu bir haldir. O anın geçmesiyle kendine gelir, farkına varır muteessir olur.

 

İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîmde peygamberlere en mühim ihsanı mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye davet ediyor. Bismillâhirrahmânirrahîm kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassungâh gösteriyor ve

  فَاسْتَعِذْ  

(festaiz) emriyle,

 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

(Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm) kelimesini siper yapıyor

 

Bu kelime harika bir iksirdir; ne zaman şeytanın tarassudunda olunulsa, kurtulmak kolay; sadece euzü besmele çekmek. Bu besmele şeytanı kovuyor,

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[ALTINCI İŞARET]

 

Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfi-kalb insanlara, tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor.

 

“Tahayyül-ü küfr”, küfrün, yani tevhidi bozan itikadi anlayışların, hayal dairesinde incelenmesidir veya suretlendirilmesidir arkadaşlar.

 

Evvela hayal dairesi serbest bir dairedir yani şeriatle hududlandırılmamıştır. Bu hayal dairesinde; hayır, şer, güzel, çirkin, rahmani, şehvani … her şey bir arada bulunur, yani bu daire şeriati dinlemez, iradeyi dinlemez. Ancak iradeyle yönlendirilebilir, bazan onuda yapamaz. Bir süre sonrra irade mağlub olabilir, tekrar nefsani hallere dönebilir. Bu daire serbest olduğundan ve iradeyi dinlemediğinden mesuliyeti yoktur.

 

Bu dairede, Allah(cc)ın varlığını hayal edebileceğmiz gibi, yokluğunuda hayal edebiliriz. “Eğer Allah olmasaydı ne olurdu” sorusunun cevabını ararken hayal dairesi kullanılır ve hayalen kainatın işleyişine, evveline, vedahi diğer unsurlarına bakılır ve “eğer Allah olmasaydı bu unsurlar olmazdı, Allah olması lazımdır,” gibi tefekkurler yapılabilir ve daha başka şekilde tasavvurlarda yapılabilir.

 

Şeytan tam bu noktada bir vesvese atıyor o kişiye, “ya gerçekten Allah bunlar olabilir mi?” gibi veya daha başka şekillerde. Bu düşüncede olan insan, eğer ince bir düşünceye sahip değilse; bu hayal dairesindeki tasavvuru kalbinin tasdiki sanabilir ve aldanabilir. Bu tarz insanlar hassas ve safi insanlardır. Safiliğin manası ilimsiz samimilikdir.

 

Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor

 

Kişi, afedersiniz, helada ihtiyaç gideriyorken aklına Peygamber Efendimiz (sav) gelebilir veya Kur’an-ı Kerim’den ayetler gelebilir. Hem gözü kendi necasetinde ve hayali Kur’an-ı Kerim ayetlerinde olabilir. Kendi necasetine bakmaması gerektiği dinin emridir ve Efendimizi (sav) düşünmemeside Efendimiz’in (sav) emridir. Ama hassas müslüman bunu unuturda, necasetine bakarsa; o esnada şeytan ya Efendimiz’i (sav) hayaline getiyor yada ayetleri hayaline getiyor.

 

Ve imkân-ı zâtîyi imkân-ı aklî şeklinde gösterip, imandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer

 

Üniversitede okurken tanıştığım biri vardı. Demişti ki; “ben normal zamanlarda ayetleri sureleri ezberleyemedim, ne ezberlediysem helada ezberledim orada daha kolay ezberliyordum”. Neden böyle oluyor acaba diye düşünüyordum, cevabını bu dersi ve sözlerdeki vesvese dersini dinleyince anladım ki; şeytanın tuzağına düşmüş. Bunun asıl zararı ve devamlı zararı hela harincindedir. Çünkü kişi normal şartlarda ayetleri düşündüğü zaman bu sefer hayaline heladaki necaseti geliyor, ağzı ayetleri söylerken hayali necastiyle oynuyor, bu durum ki; kişi “eyvah benim kalbim bozulmuş latifelerim iflas etmiş, ben ne alçak biriyim” der önce ibadetten, sonra islamiyetten ve Allah korusun imandan soğuyabilir.

 

Çünkü bu tuzağa düşen kişi ye’se duşmüştür. Bu halde olan birine şeytan her istediğin yaptırabilir, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut “Her-çibâd-âbâd” der, dalâlete gider.

 

Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz.

 

Evet aslında bu tuzağın mahiyeti esassızdır, sair derslerde bunun geniş izahı var. İnşallah ileride özel olarak vesvese bahsinide işleriz burada bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz.

 

Arkadaşlar bu gelecek misali iyi anlamalıyız, tam derdimize derman hükmündedir;

 

Şöyle ki: Nasıl ki aynada yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi telvis etmez. Öyle de, hayal veya fikir aynasında küfriyâtın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz

 

Bir tanıdığım vardı televizyonda yılan görse oturduğu yerden bağırır ve koltukların uzerine çıkardı. Halbuki aynadaki yılan ısırmaz o sadece bir resimdir. Aynadaki ateş yakmaz çünkü o sadece bir resimdir. Aynadaki necaset necaset değildir çünkü o sadece bir resimdir.

 

Evet hayal,  fikir gibi bizdeki hasseler birer aynadırlar. Ve hariçden bazı şeylerin resimleri bu aynalara gelebilir; küfür gibi, dalalet gibi.

Yukarıda dediğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim okurken, hayal aynamıza necaset gelebilir, bu necaset sadece bir resimdir. Gerçek bir necaset değilki gerçekten bulaşsın bulaştırsın zarar versin. Bu iki aynada olan resimler ne olurlarsa olsun, bizim itikadımıza zarar vermez, inancımıza zarar vermez, samimiyetimize zarar vermez, kalbimizi kirletmez ve bozmaz.

 

Çünkü meşhur kaidedir ki, “Tahayyül-ü şetim şetim olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de dalâlet değil.” İmandaki şek meselesi ise imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münâfi değil ve o yakîni bozmaz.

اِنَّ اْلاِمْكَانَ الذَّاتِىَ لاَيُنَافِى الْيَقِينَ الْعِلْمِىَ

İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur.

 

Meselâ, Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki, zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır.

Bu imkân-ı zâtî, madem bir emâreden neş’et etmiyor; zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun.

 

Evet şüphe etmiyoruz şu anda Barla Gölü yerindedir. Buna “yakîn” diyoruz. Ve evet şu dakikada batması mümkün olmaz mı? elbetteki olur. Peki bir delil varmı ortada? yok. Madem delil yok ozaman Barla Gölü yerinde midir acaba diye şüpheye düşülür mü? Düşülebilmesi için ne lazım? Delil lazım, bir emare lazım.

 

Çünkü, yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki,

لاَعِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ غَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ

Yani, “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki şüphe verip ehemmiyeti olsun.”

 

’emare’; delil demektir. Eğer delil olursa o zaman o ihtimal, imkan-ı zatitilikden çıkar, imkan-i zihniliğe geçer.

 

İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan biçare adam, hakaik-i imaniyeye yakînini böyle zâtî imkânlarla kaybediyor zanneder. Meselâ, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, beşeriyet itibarıyla çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezim ve yakînine zarar vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.

 

Başına belalar gelir, dualar eder, sonuç değişmez. Bu sefer isyan eder “Allahım benim suçum neydi” der itiraz eder, sanki Allah ona düşman olmuş zanneder. Halbuki Allahın ona düşman olması imkan-i zatidir, imkan-i akli değildir. Eğer kişinin imanı varsa Allah onun düşmanı değildir, çünkü delili var, çünkü imanı var. Ama şeytan onu evhama sokar ve isyan ettirir.

 

Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde, Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.

 

Her insanın kalbine yakın yerde vesvese vermekle vazifeli şeytan vardır onun işi her fırsatta vesvese vermektir oradan kalbe çirkin suretler ve sözler söyler durur birinin olsun tutmasını bekler titriyor.

 

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçare adam ye’se düşüp helâkete gider.

 

İşte, şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin tahassungâhı, tahassungah sığınma yeri muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniyedir. Ve âhirdeki desiselerine karşı, istiâze ile, ehemmiyet vermemektir Allah sığınma euzu demek ve ehemmiyet vermemek duymazdan gelmek Çünkü ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celb ettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle mânevî yaralarına tiryak ve merhem, Sünnet-i Seniyyedir.

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[YEDİNCİ İŞARET]

 

Sual:

Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin imanı gider.Çünkü Cenâb-ı Hakka itikad ve Cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik olamaz. Çünkü dünyada gayet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilâf-ı kanun herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azâb-ı Cehennemi ve Hâlıkın gazabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delâlet eder.”

 

Cevaba geçmeden önce soruyu kısaca özetleyelim;

 

Mutezile mezhebi batıl mezheblerden biridir. Neden batıl olduğunu bu soruda görüyoruz zaten. Diyorlar ki; “Allah şer yaratmaz, çünkü Allaha yakışmaz” o zaman cinayet işleyenler, zina edenler, içki içenler, bu çirkinliklerini kim yaratıyor denilince, diyorlar ki onu insanın kendisi yaratıyor, kul kendi günahının yaratıcısıdır.

 

Hem diyorlar ki “bir müslüman Allaha’ inandığı halde, cehenneme inandığı halde, nasıl olurda zina eder, içki içer, kumar oynar? Yapamaz. Eğer yapıyorsa demek ki inanmıyor. O zaman o kişi kâfirdir” diyorlar. Ne zamana kadar? Günah işlemi bitinceye kadar. O zaman esnasında iman kişiden çıkar yukarıda bekler, günah bittikten sonra tekrar geri gelir diyorlar.

 

Şimdi Üstadımızdan harika bir cevab dinleyeceğiz;

 

Elcevap: 

Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarlarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, “Ateşin icadı şerdir” diyemezler.

 

Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, “Şeytanın hilkati şerdir” diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.

 

Kesb kişinin kendi iradesiyle bir fiili işlemesidir.

Bu verilen harika misal ile bakarsak; hınzırın yaratılması, içkinin yaratılması, ya da sair şerlerin yaratılması, netice itibariyle hayırdırlar. Şeytanın yaratılması insanın manevi terakkisinde bir zemberektir ve kişi kendi iradesiyle onunla arkadaş olur, sonunda onun gibi olur; şeytan ona şer oldu. Eğer dinlemeseydi ona da şer değil hayır olacaktı. Demek kesb-i şer şerdir halk-i şer şer değildir, sair şer olan şeylerde böyledir. İçki her yerde var ama kesbini kötü kullananlar giderler alırlar kendilerine şer yaparlar. Zinayı da kişilerin kendileri kendi irade ve kesbleriyle giderler işlerler kendilerine şer yaparlar.

 

Demek halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir.

 

Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz’iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. Yani sen o şerri kabul edersen sana şer olur, o kesb-i şer, şer olur. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.

 

Ehl-i sunnet ne kadar güzel beynibeyn dir, sıkıntılı bir tevile luzum bırakmamıştır;

Demek ateş misali gibi sırrı imtihan gereği günahın yaratılması elzemdir ama bu şer, umumi değil hususi o günahı kabul edenedir ve gunahın yaratılması değil tercih edilmesi şerdir.

 

Mutezile bu sırrı anlayamamıştır. Şerrin icadını ve yaratılmasını kul a vermiştir, kulu yaratmada Allah’a eş koşmuştur şerik yapmıştır. 

İkinci şık ki, “Günah-ı kebireyi işleyen nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevap ise: Evvelâ, sabık işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır.

 

Saniyen, nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.

 

Evet bu hepimizin nefsinde olan bir özelliktir. Peşin ve az ücreti, vadeli çok ücrete tercih ederiz. Çünkü ileride ya gelmezse şüphesi vardır. Ama peşin olsun az olsun derler ya, bunu nefis tercih eder. Peşin bir tokadı istemez, ileride 10 tokada razı olur. Çünkü ileride o 10 tokadın gelmeme ihtimalini taşır,

 

Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

 

Evet o anda insanda kalbinde iman olduğu halde ama nefsi ve heva ve hislerin yoğunluğu ve sıkıştırması ile o buyuk gunahı işler zira kalbi mağlubdur

 

Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. Şeytan-ı insallah ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor.

 

Gayet câ-yı hayret bir haldir ki, âlem-i bekanın-nass-ı hadisle-sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde, bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.

“Dünyanın Allah katında sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su bile içemezlerdi.” Tirmizî, Zühd: 13; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 5:154, 177.

 

Bir rivayette de, dünyanın bin sene mesudane hayatı cennetin bir saatine mukabil gelmiyor diyor Üstadımız. Ama insan dünyanın bir dakikalık lık lezzetine cennetini feda eidyor. Şeytanın arkasında gidiyor.

 

İşte bu sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile, günahtan zecir ve hayra sevk ediyor. Bir zaman Kur’ân-ı Hakîmin bu tekrar ile şiddetli irşâdâtı bana bu fikri verdi ki, bu kadar mütemâdi ihtarlar ve ikazlar, mü’min insanları sebatsız ve hakikatsiz gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünkü, bir memur, âmirinden aldığı birtek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek.

 

Beni itham ediyorsun; ben hain değilim” der. Halbuki, en hâlis mü’minlere Kur’ân-ı Hakîm musırrâne, mükerrer emrediyor. Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda, iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum “Bizi itham ediyorsun” diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: “Bu mütemâdiyen ihtarlarımla bunları gücen-diriyorum, sadakatsizlikle ve sebatsızlıkla itham ediyorum.”

 

Sonra, birden, sabık işaretlerde izah ve ispat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit, o hakikatle hem Kur’ân-ı Hakîmin tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ithamsız bir surette ısrar ve tekrârâtı yaptığı ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım. O hakikatin hülâsası şudur ki: Şeytanlar, tahribat cihetinde sevk ettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için, tarik-i hakta ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtârâta ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenâb-ı Hak, o tekrarat cihetinde bin bir ismiyle ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.

 

İşte, ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet!

Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.

 

Allah bizleri Ehl-i Sünnet selametli yolundan ayırmasın

 

amin

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[SEKİZİNCİ İŞARET]

 

Sual:

Sabık işaretlerde ispat ettiniz ki, dalâlet yolu kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’î delillerle ispat etmişsiniz ki, küfür ve dalâlet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeliydi.

 

‘Sabık işaretler’le önceki dersler kasdediliyor. Küçük Sözler, Gençlik Rehberi vs çok yerlerde; iman küfür muvazenesinin olduğu yerlerde, iman ve hidayet yolunun kolaylığı fükür ve inkar yolunun zorluğu anlatılmaktadır. Madem iman ve hidayet yolu kolay küfür ve inkar yolu zor herkesin iman yoluna girmesi lazımdı?

 

Elcevap:

Küfür ve dalâlet iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

 

Amelî ve fer’i; kendine mahsus imana karışmaz hidayete hucuma uğraşmaz, küfrünü isbata çalışmaz. Adeta hakka karşı gözünü kapatmış, bana göre hakk yoktur diyor, ben size karışmıyorum sizde bana karışmayın. Bu tarz küfrde olanlar bizimle mucadele etmediklerinden bizde onlarla mücadele etmeyiz. Bu tarz küfürde olanlar küfürlerini dava etmezler, ne diyelim Allah gözlerini açsın hidayeti nasib etsin.

 

İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir. El-ademü lâ yüsbetü kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay değildir.

 

Bu ikinci kısım alem-i islam’ı bir kasırga gibi perişan etmiştir. Bu kısım yalan isbatlarıyla çokların imanlarını ellerinden almıştır.

Mesela Darvin’in hilekar bilimsel yalanlarıyla çoklar imanlarını kaybetmiştir. Birçok bilim adamlarının bilimsel keşiflerinde kudreti göremeyip sebebleri görmeleriyle marifeti sebeblere vererek çok zihinleri allak bullak etmişlerdir. Çok kalbleri ifsada uğratmışlardır. İnsanlara maddenin tesir ve hakimiyeti izahlarıyla, maneviyatı gören gözü kör etmişlerdir. Bu tahribat daha çok misallendirilebilir.

 

İşte bu ikinci kısım kabul-i ademcilerdir. İmanın zıddını isbata çalışan ve bu isbatı kendilerine meslek seçen tahribatcı küfür gürühudur. Birinci kısım Hakk’a karşı gözlerini yummuşlardı, bana göre imanın esasları yoktur diyorlardı, ama bu ikinci kısım, gözlerini açmışlar, ellerini fen ve felsefeyi almışlar, gözleri açık tüm hakikati göre göre, zıddını isbata çalışıyorlar.

 

Evet Risale-i Nur’un muhatabı bu ikinci kısımdır. Risale-i Nur hikmeti eline alarak akıl ve mantık bürhanlarını kullanarak ayet ve hadislerin manalarından iman ve İslam’ın esaslarını güneş gibi açık ve parlak bir şekilde kör gözlere bile göstermektedir. Bu ispatları kabul etmemek için ancak şeytan, yada şeytandan şiddetli şeytan olmak lazımdır.

 

İşte, sair risalelerde imtinâ derecesinde suubetli ve müşkilâtlı gösterilen küfür ve dalâlet bu kısımdır ki, zerre miktar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’î ispat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre miktar aklı bulunan, o yola talip olmaz.

 

Evet Risale-i Nur sair eserlerinde küfrün içinde manevi bir cehennem olduğunu isbat ediyor. Cehennem azabının bir küçük numunesi küfrün içindedir. Cennetin bir küküç numuneside imanın içindedir. Bunu tafsilatıyla izah ve isbat etmektedir muracaat edilebilir.

 

Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?

 

Elcevap:

İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebâtî ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle mütesellî oluyorlar.

 

İnsandaki yeme içme hayvanlarda bitkilerde vardır. Bazı hissiyatlar bitkilerdede vardır. İnsandaki şehvet hayvanlardada vardır. İşte insandaki bazı nebati ve hayvani kuvveler akibeti görmezler hazır lezzete mubtela olabilir bırakmak istemeyebilirler.

 

Sual:

Eğer denilse: Dalâlette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki, kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalıydı. Çünkü insaniyet itibarıyla hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla, mevtini bir idam-ı ebedî ve bir firâk-ı lâyezâlî ve zevâl-i mevcudatı ve ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve mufarakat-i ebediye suretinde, gözü önünde, daima küfür vasıtasıyla gören insan nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?

 

İsmini vermeyeceğim yıllar önce ölen meşhur bir kafir vardı. Bir makalesinde sormuşlar; sizce evlilik nedir?

Demiş ki; “insanın önünde ejdarha gibi dehşetli bir düşman olan kabir vardır, bu ejderhaya karşı insan savaşmak zorundadır. Bu savaş zamanında yanında birini görmek yardım almak ister, bu da ekseriyetle bir kadın olur. Böylece evlilik meydana gelir.”

 

Adamın ruhunda küfrün yaptığı tahribata bakınız; kabri bir ejderha olarak görüyor ve devamlı onunla savaşıyor. Yalnızlıkdan korkduğu için destek kuvvet olarak yanına kadın alıyor, bu tarz adamlara nikah lazım değil zaten.

 

Elcevap:

Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

 

Deniliyor: Devekuşuna demişler, “Kanatların var, uç.” O da kanatlarını kısıp “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, “Madem deveyim diyorsun, yük götür. ” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. 

 

Aynen onun gibi, kâfir Kur’ân’ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. Ona denilse: “Madem mevt ve zevâli bir idam-ı ebedî biliyorsun. Kendini asacak olan darağacı göz önünde Ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır? O adam, Kur’ân’ın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil; ihtimal-i beka var.” Veyahut, devekuşu gibi başını gaflet kumuna sokar-tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zevâl-i eşya ona ok atmasın! 

 

Elhasıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve zevâli idam mânâsında gördüğü vakit, Kur’ân ve semâvî kitapların îmânün bi’l-âhiret’e dair kat’î ihbârâtı ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz.

 

Arkadaşlar islamiyet gelmeden önce, sair semavi dinlerde felsefeye mağlub idiler. Tesirlerini yitirmişlerdi. Kur’an-ı Kerim gelince onların Allah tarafından gönderildiğini tasdik edince onlarda yeniden canlandılar. Küfr-ü mutlakda olanlarda müşkük küfre girdiler. Yani küfürlerinde şübheye düştüler. Şübheli küfür imana birazdaha yakındır. İşte dersimizdeki kafirin küfrüde şüpheli bir küfürdür; bekaya ihtimal veriyor.

 

Halbuki mutlak küfürde bekaya ihtimal verilmez; herşey mutlak yok oalacaktır derler. Üstadımız bu şüpheli küfürde olanların durumunu deve kuşu misaliyle anlatıyor;

 

O vakit ona denilse, “Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir. O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur. için neden çalışayım?” Yani, vaktâ ki o hükm-ü Kur’ân’ın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur.

 

Evet beka ihtimaliyle küfrün eleminden bir derece kurtulur, beka yoktur ihtimaliylede iman ve ibadet külfetinden kurtulur. Tabi dunyada kurtulur, dünyadan sonra kurtulamaz

 

Demek, bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve muvakkattir.

 

Bu, şeytanın bir tuzağıdır çoklarda bu tuzakda kazıkdadırlar, geçici faydasız ve zarardadırlar .

 

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki, hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar.

 

Bu Kur’an-ı Kerimin kafirlerede rahmet olduğunun ifadesidir. Onların mutlak küfrün dayanılmaz azabından şübheli küfrün hafif elemine çektmiştir, kısmende olsa manen bir derece rahatlatmıştır taki imanın kolay kazansınlar.

 

Yoksa, âhiret cehennemini andıracak, bu dünyada dahi mânevî bir cehennem azâbı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.

 

İşte, ey ehl-i iman! idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’ân’ın himayeti altına mü’minâne ve mutemidâne giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette azaptan kurtulunuz.

 

el Fatiha

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[DOKUZUNCU İŞARET]

 

Sual:

Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve rahmet-i İlâhiye ve imdad-ı Sübhâniyeye mazhar oldukları halde neden çok defa, hizbüşşeytan olan ehl-i dalâlete mağlûp olmuşlar?

 

Hem, Hâtemü’l-Enbiyânın güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i âzam gibi tesirli i’câz-ı Kur’ânî vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalâlette ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

 

Evet semada bir guneş varki nuru kainatı aydınlatıyor. Medine münafıkları bu guneşi gördukleri halde neden iman etmediler. Bundaki hikmet nedir? Ve neden bu münafıklar galib geliyorlar?

 

Elcevap:

Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

 

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan hükümlerini göstererek kendilerini göstermek ve tanıttırmak istiyorlar Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin câmi bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.

 

Kahhar ismi celali isimdir, Cemil ismi cemali isimdir.

Bunun gibi Cenab-ı Hakkın isimlerini iki kısma ayıra biliriz cemali ve celali olarak sınıflandırabiliriz ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ederler ve kendilerini gösterip tanıttırmak isterler. Evet ahirette zıdlar birbirinden ayrılacaklar ama bu dünyada zıtlar birbirine karışıktır; sıcak soğuk, nur ve zulmet, ilim ve cehl, güzellik ve çirkinlik, hayr ve şer, iyi ve kötü, helaller ve haramlar… Bunlar bu dünyada birbiri içinde mezc edilmiş beraber gönderilmişlerdir yaratılmışlardır. Bazan soğuk sıcağa galib gelir, kış bahara galib gelir, bahar kışa galib gelir, bazan hayr şerre galib gelir bazande şer gelir hayrı yener.

 

Nasıl ki bir çekirdek halenden hale değişir ta sonunda meve veren bir ağaç olur. Bu gösteriyorki çekirdeğin kemali meyve veren bir ağaç olmaktır, bu kemalata düsturlara ve kanunlara tabi olarak gelebilir. Kaintta böyledir. Düsturlar ve kanunlarla kendisine göserilen kemalata ulaşması gerekmektedir.

 

Ve insan kainatın cami bir meyvesidir, semeresidir.

İnsanından ulaşması gereken bir kemalat vardır. Nev in de ulaşması gereken bir kemalat vardır. Bu kemalatın en önemli unsuru kanunu, kanun-u mübareze dir.

 

Mübareze mücadele demektir, mücadele için iki taraf lazımdır. İnsan şahsi kemalatına ulaşabilmesi için kendi nefsi ve şeytanıyla mucadeleye memur olduğu gibi, nev-i insanda nev in kemalatına ulaşabilmesi için kendine verilen imkan ve cihazatlarla mucadeleye ve mubarezeye mecburdurlar. Bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.

 

Hizbuşşeytanda cihazlar var, ellerinde silahları var, ehl-i hakkında çok harika imkanları ve silahları var. Madem hizbuşşeytan silahlarını kullanıyorlar vaz geçmiyorlar, bilmecburiye ehl-i hakda elindeki imkanlarını kullanması elzemdir. Kullanmadıklarını yada tam kullanılmadığını düşünürsek,

 

İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:

 

Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar 

 

Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki,

 

Bu vazifeler kolay değildir arkadaşlar, alem-i islamın hal i hazırdaki vaziyeti buna şahiddir. Çoklar oruç tutmuyorlar, çoklar namaz kılmıyorlar, çoklar haramlara bağlılıkdan ibadete başlayamıyorlar.

 

Yani ehl-i hakkın işi kolay değil. Ehl-i dalaletin bişey yaptığı yok, sadece yapmıyorlar. Sadece emri terk eidyorlar. İşte bu terk edenler çok, itaat edenler az. Terk edenler galib gelmişler, terk etmeyenler mağlub olmuşlar. Ama bu gecicidir. Daimi bir mağlubiyet değildir.

 

Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.

 

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm madem Habib-i Rabbü’l-Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mucizat sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, nasıl oluyor da Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidâyetinde mağlûp oluyor?

 

Sanki bu mağlubiyet efendimizde bir acziyet bir zaafiyeti hatıra getiriyor. Üstadımız maddi ittihamları imha ettiği gibi, manevi ittihamlarıda harika bir şekilde imha etmektedir. şu gelecek izahat onun isbatıdır

 

Elcevap:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler.

 

Biz şahsi yaşantımızın tarzını ve şeklini ondan öğrendiğimiz gibi, içtimai hayatımızında tarzını ve şeklini o Resul-i Zişan efendimizden öğreneceğiz; o nasıl yaptı, bizde ona bakarak yapacağız. Bunun olması için, efendimizin hayatında tatbikatının olması lazımdır.

 

Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

 

Eğer isteseydi ellerini çevirir tüm müşrikleri karun gibi yerin gibine sokardı, Ama o zaman ummetine imam olamazdı, ümmet ondan sonra neyi nasıl yapacağını bilemezdi. 20-30 yıl sıkıntısız yaşarlardı ama, yüzyıllarca sıkıntıdan ve sapıklıkdan kurtulamazlardı.

 

Hristiyanlar ve Yahudiler gibi, evvelki peygamlerler her cihetle imam olarak gelmemişlerdir, her cihetle imam olarak gelen tek peygamber, Efendim asv.dır.

 

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, ara sıra, indelhâce, münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de, hikmet-i Rabbâniye ile ve meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen âdetullah kavâninine herkesten ziyade mürâat ve itaat ederdi.

 

yani bizim gibi yer içer, acıkır. Sahabe açlıkdan karnına bir taş bağlamışsa efendimiz açlıkdan karnına iki taş bağlamıştır. Bu bize Efendimizin adetullaha itaatte herkesden ziyade olduğunu göstermektedir.

 

Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere giriniz” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ, tamamıyla hikmet-i İlâhiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati göstersin.

 

Tüm yaşantılar celali ve cemali isimlerin tecellisidir, her bir amel ona bakan bir ismi gösterir. Açlıkla celali, toklukla cemali; hastalıkla celali, şifa ile cemali; savaşmakla celali, barışmakla cemali … İşte Efendimiz asv. bizler bu isimlere itaatte bir aynadır biz o Zat-ı Zişan asv. a bakar bu iki kısım isme ayna olmaya çalışırız bu bizim kemalatımızdır. Ve yaratılışımızın gayesidir.

 

Eğer meyvesi olan bir ağaç olmak sitiyorsak bu iki kısım isimleri en güzel şekilde öğrenmek ve itaat ememiz lazımdır.

 

el Fatiha

  

 

 

 

 

 


  

 

 

 

 

 

 Bismillahirrahmanirrahim

 

[ONUNCU İŞARET]

 

İblis’in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz. Şöyle ki:

  

Hepimiz bilirizki ramazan ayında şeytanlar bağlanmaktadırlar. Bunun manası şeytanlar özel bir ip yada zincirle bağlandıkları anlaşılmaz, belki ramazan orucu öyle kırılmaz bir zırhdırki şeytan o zırhdan geçip tesir edememektedir. Tesir etmekden eli kolu bağlı hale gelmektedir. Belki vesvese bile verememektedir.

 

 – Peki madem öyle ramazan ayında bile bu sufliyat nedendir? Bu cinayet yada fuhuş nedendir? denillirse,

 

cevaben denilir ki, şeytan-ı cinni tesir edememektedir, ama şeytan-ı insi nefsine tabi olmaya ve şeytanın vazifesini devam ettirmeye çalışyor. Demek insan, şeytanilikde şeytanları geride bırakabiliyor. Hal-i hazır buna şahiddir. Cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyettedir.

 

Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar.

 

Üniversitedeyken bazı kızlar vardı okula gelmişlerdi ama okumaya gelmemişlerdi. Afedersiniz , ahırdan çıkan hayvanları sağa sola yalpa yaprak başı boş koşmaları gibi, onlarda okul dönemince hayatlarını yaşamaya, günlerini gün etmeye gelmişlerdi. İki bölgeleri kapalı diğer tüm yerleri açık idi. Her hafta başka başka erkeklerle beraber oluyorlardı. Zahiren bakınca çekici tiplerdi.

 

Şimdi bu derse göre şunu diyebiliriz; onların dışları insan idi, ama ruhları habisleşmişti. İzzet, şeref, haysiyet, namus, ar, haya vs mukaddesatı çoktan atmışlardı. Evet bunları dışları insan gibi ama ruhları şeytan gibi habisleşmişti. Allah ıslah eylesin. Bu tarz erkek olsun bayan olsun, ruhlarını düşündüğünüz zaman, mecburen yolunuzu değiştirirsiniz.

 

Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ birşeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur.Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.

 

Bakın insan öldüren canavarlar pek nadirdir. Yada insanların olduğu yere gelen canavarlar, insanlara değil hayvanlara musallat oluyorlar. Ama insan-ı mukerrem bozulduğu zaman canavarlardan daha canavar olurki o vahşi canavar bu insan canavarının yanında melek sayılırlar. Firavunlar, nemrudlar, deccaller, süfyanlar… bunların yardımcıları, bir arkadaş bir arkadaşını sufliyata davet eder, onu götürur haramlarla meşgul eder. Bu kişinin önce latifeleri, sonra kalbine kadar tüm değerleri kıymetten düşer.

 

Sonra ibadetten uzaklaşır, belki nefret eder. sonra imandan soğur belki inkar eder. Sonra ölür ebedi cehenneme gider. İşte bu ebedi cehennem yolunun başlangıcı bir arkadaşın davetidir. Küçük bir davet, buyük bir cinayet. Acaba bu cinayeti hangi canavar işleyebilir? Adeta şeytanın mahiyetine girerler.

  

Saniyen: Yirmi Dokuzuncu Sözde yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz.

 

Salisen: Kâinattaki umur-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyân ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavâninin medarları olan ervâh-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir.

 

Mesela yağmuru indiren melekler, ağaçlara muekkel melekler, bulutlara muekkel melekler, ruzgarlara muekkel melekler vs.vs. tüm mevcudata muekkel meleklerin olduğu tum semavi dinlerde ifade edilmektedir.

  

 – Madem hayrlı işlerin muekkel melekleri vardır. Şerlerin muekkelleri kimlerdir?

 

Mesela mikropların muekkelleri, yılanların muekkelleri, muzır haşeratın muekkelleri, ervah-ı habiselerdir. İnsanlardan sudur eden cinayet tahrib inkar zulum vs. tüm bu şerlerin muekkelleride, bizzarure şeytanlardır.

 

Belki umur-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünkü, Yirmi İkinci Sözün başında denildiği gibi, herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini göremediği için, zâhirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelâle karşı itiraz etmemek ve rahmetini itham etmemek ve hikmetini tenkit etmemek ve haksız şekvâ etmemek için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz, tenkit ve şekvâ o perdelere gidip, Hâlık-ı Kerîm ve Hâlık-ı Mutlaka teveccüh etmesin. Nasıl ki, vefat eden ibâdın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş; öyle de, Hazret-i Azrail’i (a.s.) kabz-ı ervâha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden gelen şekvâlar Cenâb-ı Hakka teveccüh etmesin. Öyle de, daha ziyade bir kat’iyetle, şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkit Hâlık-ı Zülcelâle teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbâniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.

 

Rabian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.

 

İnsan vücudu büyüse kainat olur, kainatın vucudu küçülse bir insan olur bunu evvelki derslerimizde izah etmiştik.

 

İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuzun vücuduna kat’î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi,

 

Evet her insanın kalbine yakın bir yerden bizim irade ve rızamıza muhalif vesveseler gelmektedir. Bunu herkes kendinde hisseder.

 

âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler.

 

İnsandaki şübhecilik ve evhamcılık, şeytanların dili ve kulağı vazifesini görmektedirler. Bu vasıların haricen işlettirilmesi gerekmektedir işlettiriliyorlar. Demek bu şerir işleri teşvik edecek şerir bir mahluk lazımdır. Bu mahluk vardır ve vazifesini aşk ile şevk ile yapmaktadır. Bu mahluk şeytandır arkadaşlar.

 

O şerlerin liderliğini yaptığı halde kendini bizlere unutturmak ve inkar ettirmek yoluyla daha kolay vazifesini yapmaktadır. Evet kafirler şeytanları inkar ederler ama şeytanın emrindedirler. müslümanlarda inkarın minik bir kardeşi olan unutmayla şeytanı unuturlar ve kolayca şeytanın emrine girerler. Bilselerki bu emir şeytandandır, belki tevessul etmeyecek, kaçacak ama emri şeytandan değil kendi isteğinden bildiğinden, gururda devreye girdiğinden, çabuk aldanıyorlar, aldanıyoruz.

 

Allahu teala cümlemizi, ailelerimizi, akrabalarımızı, dostlarımızı, tüm müslumanları şeytanın şerrinden fitnesinden muahafaza eylesin

 

amin

 

el Fatiha

  

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

[ONBİRİNCİ İŞARET]

 

Bu işaret kanattaki bütün mevcudatın, kâinattaki unsurların yani yer gök ve hava gibi unsurların, Allah’ı inkara ve imansızlığa karşı hiddet ettiğini ve bunun sebebini akla ispat ettiriyor. Mesela kavimlerin helakinde bu unsurların o inkarcılardan intikam aldığına işaret ediyor..

 

Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm, mucizâne ifade ediyor.

 

Allah-u Teâlâ ayeti kerimesinde yapılan bütün iyiliklerin mükâfatı yapılan bütün kötülüklerin cezasının verileceğini; kimisinin mükafatını, kimisinin de cezasını ya bu fani dünyada alacağını veyahut büyük bir mahkeme kurulacağını orada hesaba çekileceklerini, mükafatlarının ve cezalarının orada verileceğini haber vermekte.

 

Hatta Üstadımız Bediüzzaman, gerek haşir bahsinde, gerekse Risale-i Nurun sair kısımlarında, ufak suçların cezaları küçük mahkemelerde, büyük suçların ve iyiliklerin hesabı ve mükâfatı büyük mahkemelerde görüleceğini söyleyerek ahiretteki mahkeme-i kübrayı anlatmaktadır.

İşte öyle de bütün kâinatın inkârcıların şerlerine hiddetlendiğini Üstad söylemekte.

Mesela Risale-i Nurun mahkeme davaları ve Üstadımız Bediüzzaman’ın mahkemeye karşı cevaben verdiği itiraznameleri okuduğumuzda, hatta hayatını okuduğumuzda bizler o gafillerin ve o komitelerin, haksız yere Üstadımız Bediüzzaman ve Talebelerin yaptıkları zulüm ve işkencelere karşı hiddet ediyoruz.

 

İşte öyle de, mutlak hikmet sahibi olan Allah-u Teâlâ, kâinatı binlerce hikmet dairesinde yaratmıştır. Ehli dalaletin kâinatın bu kadar hikmetlerini görmezden gelmelerine, Allah’ın gazabını kendilerine celbeder ve kâinattaki bütün varlık ve unsurlar; kendilerindeki bu sanata olan ittihamdan hiddete gelmesi iktiza eder.

 

Şimdi ayeti kerimelerden bazıları ile kavimler helakini hatırlayalım ve kâinattaki unsurların nasıl hiddet ettiklerine şahit olalım;

 

Yani, kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semâvat ve arzın hücumunu

 

إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ

Kuşkusuz, sular kabarınca sizi gemide biz taşıdık.(Hakka Süresi 11)

 

ve kavm-i Semud ve Âd’ın inkârından hava unsurunun hiddetini

 

فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا بِالطَّاغِيَةِ

Semûd kavmi korkunç bir sesle yok edildi.(Hakka Süresi 5)

 
وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ

Âd kavmi ise gürültülü ve azgın bir fırtına ile yok edildiler. (Hakka Süresi 6)

 

ve kavm-i Firavuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını;

 

فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ

Biz de, âyetlerimizi inkâr ettikleri ve onlara kulak vermedikleri için kendilerinden intikam aldık da hepsini denizde boğduk. (Araf Süresi 136)

 

 

فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ

Firavun ordularıyla hemen onları takip etti, denizden kendilerini sarıveren (korkunç boğulma) sarıverdi (Taha Süresi 78)

 

ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını;

 

فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرِينَ

Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o,
kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.(Kassas Süresi 81)

 

ve ehl-i küfre karşı âhirette

 

تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ

Neredeyse öfkeden parçalanacak! (Mülk Sûresi 8 )

 

sırrıyla Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve i’câzkârâne ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor.

 

Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?

 

Evet yukarıda ayeti celile ile kavimlerin toprak, su, hava gibi unsurlar ile helak olduğunu görmekteyiz. Bildiğimiz gibi gerek kavimlerin helaki gerek ise Firavun, Nemrut ve Karun gibi inkârcıların helakinde iki rol var.

 

Başta kâinattaki o güzellikleri ve Allahın esmasının tezahürünü inkâr etmek, onlardaki o güzellikleri görmeyerek kıymetlerini düşürmek, Allah’ı ve ahireti inkâr etmek ehemmiyetsiz görünebilmekte. Zahirde böle olabilir, ama hakikate inince, o ehemmiyetsiz görünen hal ve hareketler azim cinayetleri işlendiği, bütün kâinattaki unsurların hakkına girdiklerini göstermektedir. Elbette mutlak adalet sahibi olan Allah, zerreden şemse kadar bütün mevcudatın hakkını gözetecektir.

 

Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık işaretlerde ispat edildiği gibi, küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir.

 

Burada haşir risalesine bir göz atalım ve umum mevcudatı nasıl alakadar ettiğini öğrenelim;

 

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca, her bir zîhayata, belki lisân gibi her bir uzvuna, belki her bir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla, Kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gâyesi olan bekâ ve likâyı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün..

 

Evet, bu onuncu sözde Üstadım bütün mevcudatı daireler halinde ve dairelerdeki güzellikleri göstererek vurguluyor. Mesela, bir elma çekirdeği, bir incir çekirdeği vs. her biri ufak bir zerre iken Allahu Teâlâ o zerrede umum güzellikler derç etmiş. Toprağa atıyorsun, suyu veriyorsun, ism-i Hayy’ın cilvesi ile ağaç oluyor, sonra yeşeriyor ve sonra meyve veriyor ve o yaprakta çiçekte meyvede ve ağaçta, umum güzellikleri gören gözlere gösteriyor.

 

Hem mesela etli kanlı bir canlıdan kan ve irin arasından süt gibi bir nimeti veriyor, Hem arı gibi bir mahlûkattan bal gibi leziz bir gıda ihsan ediyor. Ve bütün bu güzelliklerinde abesiyet yok, hep bir hikmet bir gaye görmekteyiz madem öyle azim bir güzelliğe ve vazifeye ayine oluyorlar. Öyle ise, bu kıymeti düşürecek her bir fiil elbette ehemmiyetsiz olamaz..

 

Hazır yeri gelmişken bu kısmı biraz daha açalım:

 

İşte bu kadar güzelliklerde madem abesiyet yok ve madem Allah abes iş yapmaz, öyle ise bunlardaki amaca bakalım;
Otuzuncu lem’ada Üstadımız Bediüzzaman amaç ve gayeyi şöyle anlatmakta;

 

Bütün kâinata baktığımızda hayat sahibi varlıklara hizmet ettiğini anlayabilmekteyiz; hedefte gaye hayat görünmektedir. Hayat madem kâinatın en azametli gayesi ve en büyük neticesi ve en kıymetli meyvesi ise, elbette bu hayatın kâinat kadar büyük bir hedefi gayesi neticesi ve meyvesi olması gerekir. Mesela ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de neticesi gelecekte bir ağaç olabilmektir. İşte bu hayatın gayesi ebedi bir hayat olduğu gibi, bir meyvesi de Allaha kulluk ve şükür ve duadır.

 

Bu şükür ve kulluk ve ibadet ve dua, hayatın meyvesi olduğu gibi, aynı zamanda kâinatın gayesidir. İşte o ehli dalalet böle azim bir gaye ve meyvesi ilişkisini inkâr etmesi, elbette bütün mevcudatı hiddete getirecektir. Çünkü onlara ilişiyor onlardaki güzelliği ve hakikati göremiyor. Bu azim kıymeti hiçe indirmeye çalışıyor ve hakaret ediyor.

 

Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekàları olan o netice i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini âyinedarlık cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir.

 

Her bir varlıkta; özelliklede bütün esmasının tezahür ettiği insandaki bu hakiki kıymeti görmemek ve güzellikleri ve sanatı inkâr edip tahkir etmek onlardaki güzellikleri hiçe indirmek ve kıymetini düşürmeye çalışmak o varlıklarda tecelli eden Allahın isimlerini tezyiftir bir nevi inkârdır bir nevi tanımamadır.

 

Üstadımız Bediüzzaman azim bir tahkirdir derken; soruda yine diyordu ehemmiyetsiz görünen şu inkârları; evet zahiren ehemmiyetsiz görünüyor ama hakikate baktığımızda, Üstadımız Bediüzzaman her bir mevcuttaki güzellikleri ve hususan Esma-i İlahiye’yi inkâr etmeleri tecavüz etmeleri, büyük bir cinayet olduğunu bize göstermekte.

 

Hem umum mevcudatın her biri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.

 

İşte küfür yani inkâr bir nevi onlardaki bütün bu vazifeleri hiçliğe düşürmekte ve gayesiz hala getirmektedir. Hem nasıl ki bizde dahi bu hissiyat mevcut bir işte çalıştığımızda yaptığımız işi tamamıyla hakkıyla yerine getirdiğimiz halde bizde o vazifeyi ve o çalışmamızı beğenmemek bir nevi bizlerdeki hissiyatı galeyana getiriyor bizleri hiddetlendiriyor. Bizim fani geçici olan bir işimizi ve sanatımızı tanımama, tahkir etme, bu kadar galeyana getiriyor ise şu koca kâinattaki umum bekaya bak vazife ve güzellikleri tahkir ne kadar hiddete getirir?

 

İşte, envâ-ı dalâlet, derecâtına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbâniyeye ve dünyanın bekàsındaki makasıd-ı Sübhâniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalâlete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor. Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare insan!

 

Ayeti kerimede Allahu Teâlâ şöyle diyor;

Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.(Ahzab Süresi 72)

 

Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. Gir ve tâbi ol.

 

Rabbim Kuran dairsinde bulunmayı ve sünneti seniyye ile amel etmeyi her daim nasip etsin ..

 

amin

 

el Fatiha