Konuya cevap cer

Cevap: Birinci şua


Elhasıl: Bu âyet müteaddid ve çok tabakalarından bir işarî tabakadan hem Risalet-ün Nur'a, hem müellifine, hem bu ondördüncü asrın ibtidasına, hem ibtidasındaki Risalet-ün Nur'un mebde'ine remzen, belki işareten, belki delaleten bakar.

 

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا آ Âyetinin Tetimmesi

 

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا َيمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا âyetinin kuvvetli işaretini hem te'yid hem letafetlendiren üç münasebet birden Ramazanda kalbime geldi. Kat'î bir kanaat verdi

 

sh: » (Ş:569)

 

ki, مَيْتًا kelimesine tam münasib Said'dir. Bu âyet Risâle-i Nur tercümanı olan Said'i "مَيْت" ünvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:

 

Mevtin muammasını ve tılsımını Risâle-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i îmana çok ünsiyetli, sürurlu, nurlu bir hakikat keşfedip isbat etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bâkiyane hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zâhirî ile galibane mukabele eder. كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ sırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-ı meşru müştehiyatının ibahesiyle süslendirmesine mukabil, Risâle-i Nur, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zîr ü zeber eder. Ve der ve isbat eder ki: "Mevt ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur'an ve îmandır. İşte bunun içindir ki, bu hakikat-ı muazzama-i mevtiye Risâle-i Nur'da gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalaletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.

 

İkincisi: Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said'i Yeni Said'e (R.A.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said'e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i îman hakkında mevtin nuranî ve hayatdar ve güzel hakikatını görüp gösterdi.

 

Üçüncüsü: Bu âyet cifir ve ebced hesabıyla her tarafta Said'e hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek âyetteki "مَيْت" kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi "مَيْت" adedine tam tevafukla hususî işarete mazhar bir mâsadak "Said-ün Nursî"dir.

 

sh: » (Ş: 570)

 

[Sabri'nin sadakatının bir kerametidir.]

 

Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleyman'ın halefi Emin, Sabri'nin اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetine dair parçayı aldığını ve Ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emin'e gösterdim, hayretle dedi: "Bu hem Sabri'nin, hem Risâle-i Nur'un bir kerametidir." Bu âyetteki esrarlı müvazene-i Kur'aniyeyi düşünürken, Sûre-i Hûd'daki فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا fıkrasına karşı وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى اْلجَنَّةِ deki müvazene hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasılki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risâle-i Nur'un mesleğine, şakirdlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de: فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ âyeti dahi, Risâle-i Nur'un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile, tevafuk ile işaret eder. Şöyle ki:

 

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şua'da yedi-sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üçyüz onaltı ve yedi (1316-1317) tarihi ki, Kur'ana karşı olan su-i kasdın mebdeidir. فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli "mim" iki "mim" sayılsa bin üçyüzelliyedi (1357), eğer şeddeli "lam" iki "lam" sayılsa binüçyüz kırkyedi (1347) ki bu asrın tâgiyane faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa bin üçyüz seksenyedi (1387) ki لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ dehşetli bir cereyanın müntehası tarihi

 

sh: » (Ş: 571)

 

olmak ihtimali var. فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ ise bin üçyüz altmışbir (1361), eğer فَفِى النَّارِ daki okunmayan "ي" sayılmazsa bin üçyüz ellibir (1351) tarihini; eğer şeddeli "ن" asıl itibariyle bir "ل", bir "ن" sayılsa yine bin üçyüz otuzbir (1331) tarihini ve harb-i umumî âfetinin feryad u fizar içindeki yangınını göstererek Cehennem ateşinde zefir ve şehik eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ehl-i îmanı fitnelere düşüren şakîlerin hem dünyada, hem âhirette cezalarına işaret eder. Aynen öyle de, bu asra da zâhiren bakan, esrarlı olan Sûre-i وَ السَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ den şu âyetin اِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا اْلمُؤْمِنِينَ وَاْلمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ

 

ifadesi gibi hem İstanbul'un iki harîk-ı kebiri, hem harb-i umumînin dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.

 

Elhâsıl: Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celbetmek için cifirce bu asrın üç-dört devresinin tarihlerine ve hâdiselerine işaret ve manasının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine îma eder. Sabri'nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun manevî tesiri ile bu âyeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risâle-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur'aniyeye ve şakirdleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktabların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiç bir eserin mazhar olmadığı bir kudsî tak-

 

 

 

sh: » (Ş: 572)

 

dir ve tahsin almış. Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil, belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz'î ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki, Risâle-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennet'e gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.

 

İhtar: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil belki herbir âyetin mana-yı küllîsindeki cüz'iyat-ı kesîresinden bir cüz'î ferdi Risâle-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti te'yiden ve ona binaen hususî ona bakar demektir.

 

Altıncı Âyet: Sûre-i Hadid'de وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا َتمْشُونَ بِهِ Yani: "Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz." Lillahilhamd Risâle-i Nur bu kudsî ve küllî manasının parlak bir ferdi olduğu gibi نُورًا deki tenvin "ن" sayılmak cihetiyle bin üçyüz onsekiz (1318) adediyle Resâil-in Nur müellifi tedristen, te'lif vazifesine ve mücahidane seyahata başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üçyüz onaltı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki; o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir. İşte şu nurlu âyet, hem manaca hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.

 

Yedinci Âyet:

 

وَيُحِقُّ اللّهُ اْلحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ şu âyet-i meşhurenin küllî manasının bu zamanda zâhir bir mâsadakı Risalet-ün Nur olduğu gibi, Lâfzul-

 

 

 

sh: » (Ş: 573)

 

lahtaki şeddeli "lâm" bir "lâm" ve بِكَلِمَاتِهِ deki melfuz "ya" sayılmak şartıyla dokuzyüz doksansekiz (998) adediyle Risalet-ün Nur'un dokuzyüz doksansekiz adedine tam tamına tevafukla, münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi latifleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki: Risalet-ün Nur'un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arabca "kelimat"tır. Ve o kelimat ile Kur'anın hakaikını o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu isbat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.

 

Sekizinci Âyet:

 

قُلْ اِنَّنِى هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ dir. Şu âyet-i meşhure küllî manasının bu asırda muvafık ve münasib bir ferdi Risalet-ün Nur olduğu gibi, cifirle صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ kelimesi صِرَاطٍ deki tenvin "nun" sayılmak cihetiyle Risalet-ün Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize (998) yine iki sırlı (Haşiye) fark ile baktığı gibi, هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile bin üçyüz onaltı (1316) ederek Risâle-i Nur müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevafuk eder.

 

(Haşiye): Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risâle-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.

 

 

 

Dokuzuncu Âyet: Hem "Elbakara" sûresinde, hem "Lukman" sûresinde فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى cümlesidir. Yani: "Allah'a îman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder." Risâle-i Nur ise, îman-ı billahın Kur'anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu

 

 

 

sh: » (Ş: 574)

 

بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى külliyetinde hususî dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkyedi (1347) ederek Risalet-ün Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü asırda Kur'anın i'caz-ı manevîsinden neş'et eden bir urvet-ül vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risâle-in Nur olduğunu remzen bildirir.

 

Onuncu Âyet: يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ

 

Onbirinci Âyet: وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَاْلحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ

 

Onikinci Âyet: وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَاْلحِكْمَةَ âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: "Kur'an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor." Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risâle-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var.

 

Birisi şudur ki: Risâle-i Nur'un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm'in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur'aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur'aniyedir.

 

İkinci Emare: Birinci Âyet bin üçyüz yirmiiki (1322) ederek makam-ı ebcedî ile Risâle-in Nur müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden ( آلِيَه ) başını kaldırıp hikmet-i Kur'aniyeye müteveccih olarak hâdim-ül Kur'an vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbul'a gitmiş manevî mücahedesine başlamış.

 

İkinci âyet ise: Makam-ı cifrîsi bin üçyüz iki (1302) ederek Risâle-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur'anın bâhir bir bürhanı olan Resâil-in Nur'a bakar.

 

Üçüncü âyet ise: Bin üçyüz otuzsekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur'aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen

 

sh: » (Ş: 575)

 

ve gösteren Risâle-in Nur müellifi "Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye"de hikmet-i Kur'aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz'in baş papazı sual ettiği ve altıyüz kelime ile cevab istediği altı sualine altı kelime ile cevab vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur'anın ilhamatından Risâle-i Nur'un mes'elelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

 

Onüçüncü Âyet: Sûre-i Âl-i İmran'da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

 

Ondördüncü Âyet: Sûre-i Nisa'da لكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

 

Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar.

 

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur'aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur'aniyenin hakikî te'villerini beyan edip ve îman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz'iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def'eden başta Risâle-in Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risâle-in Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللّهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi bin üçyüz kırkdört (1344) ederek Resâil-in Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin

 

 

 

sh: » (Ş: 576)

 

harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz'ün etrafa yayılması tarihine ve Kur'anın kırk vecihle mu'cize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz'ün iştiharı hengâmına, hem اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى adedine tam tamına tevafukla bakar. Eğer mezheb-i selef gibi اِلاَّ اللّهُ da vakfolsa, o halde اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli "ر" iki "ر" sayılsa bin üçyüz altmış (1360) küsur ederek Risalet-ün Nur şakirdlerinin bundan onbeş-yirmi sene sonraki rasihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve îmanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli "ر" asıl itibariyle bir "ل" bir "ر" sayılsa bin ikiyüz oniki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlâna Hâlid Zülcenaheyn'in Hindistan'dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan te'vilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

 

İkinci âyet olan اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ şeddeli "ر" aslına nazaran bir "ل" bir "ر" sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz kırkdört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatta rasihane çalışan ve kuvvetli îman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üçyüz kırkdörtte Risalet-ün Nur ve şakirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkil şerait içinde sebatkârane yapan zâhirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususî dâhil ediyor.

 

sh: » (Ş: 577)

 

Onbeşinci Âyet:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَ كُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا

 

Şu âyet bu zamana dahi hitab eder. Çünki tamam -مُبِينًا hariç kalsa- bin üçyüz altmış (1360) küsur eder. Eğer قَدْ جَاءَكُمْ den sonraki olsa بُرْهَانٌ ve نُورًا kelimelerindeki tenvinler "nun" sayılsa bin üçyüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitab eder. Hem قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ cümlesi yalnız dört farkla Furkan adedine tevafukla sarihan baktığı gibi, o kudsî bürhan-ı İlahînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resâil-in Nur'a dahi ikinci cümlesi olan اَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا adedi, iki tenvin vakıfta iki "elif" sayılmak cihetiyle beşyüz doksansekiz (598) ederek aynen tam tamına Resâil-in Nur'a ve Risâle-in Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resâil-in Nur olduğunu remzen haber veriyor.

 

İhtar: Sözler'in üç ismi olan Risâle-in Nur veya Resâil-in Nur veya Risalet-in Nur'daki şeddeli "ن" iki "ن" sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir. Şeddeli harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.

 

Onaltıncı Âyet:

 

لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ dur. Şu şifa-

 

sh: » (Ş: 578)

 

lı âyet çok zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur'an-ı Hakîm'in tiryakî ilâçlarından, Risâle-in Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâil-in Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan ve zındıka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

 

İşte her derde şifa olan Kur'anın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resâil-in Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkaltı (1346) adedi Resâil-in Nur'un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu'cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan risâle-i hârikanın zaman-ı te'lifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst