İKİNCİ NÜKTELİ İŞARET:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bahireyi göstermiştir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasıyla, dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'îdir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, -hâşâ- sihir demişler.
İddia-yı nübüvvet: Peygamberlik iddiası.
Kur'an-ı Azîmüşşan: Şını yüce Kur'an.
Ehl-i tahkik: Araştırıcı büyük din alimleri, iman gerçeklerini ve islâm kurallarını delilleriyle bilen büyük din bilginleri.
Mu'cizat-ı bahire: Açık mucizeler.
Mu'cizat: Mucizeler.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Dava-yı nübüvvet: Peygamberlik iddiası.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Muannid: İnatçı, direnen.
Etba': Tabi olanlar, bağlılar.
Evet mu'cizat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlık-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer.
Tevatür: Kuvvetli haber, yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Hâlık-ı Kâinat: Kainatın yaratıcısı, evreni yaratan.
Sadakte: Doğru söyledin.
Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: "Padişah beni filan işe memur etmiş." Senden o davaya bir delil istenilse; padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha sağlam, senin davanı tasdik eder.
Daire-i nazar: Nazar dairesi, görüş sahası.
Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamer'e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki-üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte ikiyüz-üçyüz adamı tok ediyor." Ve hâkeza.. yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah (cc).
Meb'us: Elçi, Allah tarafından gönderilen, peygamber.
Müstemir: Devamlı, sürekli, değişmez, devam eden.
Kamer: Ay.
Taam: Yemek.
Hâkeza: Bunlar gibi, bunun gibi.
Şimdi, şu zâtın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur ülema-i Benî İsrailiyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sîmasını görmekle, "Şu sîmada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.
Delail-i sıdk: Doğruluğun delilleri.
Berahin-i nübüvvet: Peygamberlik (asm) delilleri.
Münhasır: Mahsus, sınırlı ait.
Ehl-i dikkat: Dikkatliler, inceleyenler.
Harekât: Hareketler.
Ef'al: Fiiller, işler.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Akval: Sözler.
Etvar: Tavırlar, durumlar, davranışlar.
Siret: Ahlâk, insanın manevî durumu.
Ülema-i Benî İsrailiye: İsrail oğulları alimleri, Yahudi alimleri.
Zât-ı Ekrem: En kerim olan zat, en cömert ve iyiliksever olan kişi.
Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor.
Muhakkikîn-i ülema: Alimlerin araştırmacıları.
Delail-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Vech-i i'caz: Mucizelik yönü, mucize olma yönü.
Nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammedin (asm) peygamberliği.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Hem madem nev'-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki İsa Aleyhisselâm ve Musa Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur.
Nev'-i beşer: Beşer nevi, insan türü, insanlar.
Nübüvvet: Peygamberlik.
Fevkinde: Üstünde.
Kat'iyyet: Kesinlik.
Aleyhisselâm: Selâm O'nun üzerine olsun.
Nebi: Peygamber.
Risalet: Peygamberlik.
Delail: Deliller.
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar, nitelikler.
Ekmel: En mükemmel, en eksiksiz.
Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ı Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat'iyyet ile ona sabittir.
Hükm-ü nübüvvet: Peygamberlik hükmü.
Zât-ı Ahmedî: Ahmedin (asm) zatı, Hz.Muhammedin (asm) kendisi.
Enbiya: Peygamberler.
Vâzıh: Açık, apaçık.
Kat'iyyet: Kesinlik.