Afganî Mezhebi & ÇARŞAF VE PEÇE

İlim-irfan

Well-known member
Afganî Mezhebi:

Cemalüddin
Afganî'yi sevmem ya, bendeniz "Onun taharet bezi bile olamayacak" bir kimseyimdir bazılarınca.
Peki, azılı Farmason Afganî'yi tutsam, övsem, göklere çıkartsam, onu İslâm dünyasını kurtaracak bir önder ve rehber olarak gösterseydim, ne olurdu?.. Aferin derlerdi, Şevket Eygi doğru yoldadır derlerdi.
Benim bir Müslüman olarak Afganî'yi tutmam, desteklemem, övmem mümkün müdür? Değildir.
Bu anlaşmazlıkta hangi taraf haklıdır?
Afganî'yi tenkit eden, yeren, kınayan Ehl-i Sünnet Müslümanları mı, yoksa "Onu tenkit edenler onun taharet bezi olamaz" diyenler mi?
Yakın tarihimizde bu Afganî sevgisini, onun Müslümanları kurtaracak önder ve kılavuz olduğu edebiyatını ünlü bir ilahiyatçı çıkartmıştır.
Afganî sacayağın bir ayağıdır. Diğer ikisi Muhammed Abduh ve Reşid Rıza'dır.
Öyle akılsızlar var ki, hem Sultan Abdülhamid'i çok sever, hem de Afganî'yi göklere çıkartır. İkincisinin, İngiliz ajanı Blunt'la işbirliği yaparak birincisini tahtından indirmek istediğini bilmezlikten gelir.
Türkiye'de öyle radikal İslâmcılar vardır ki, hem Humeynî'yi çok sever, hem de Muhammed ibn Abdilvehhab'a aşıktır. Bu iki sevginin bir gönülde birleşemeyeceğini idrak edemezler. Radikal İslâmcı aklı...
Ali Şeriatî âşıklarına ne demeli? Adam, İslâm Şinasî kitabında "Allah gerçek bir Janus'tur" diye yazıyor. Janus, iki çehreli bir Roma putu. İslâm dininin temel inançlarından biri muhalefetün lil-havadistir. Büyük İslâm İlmihali'nde bu konuda şu bilgi veriliyor: "Havadise muhalefet, sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır... Allahü Teâlâ, yaratılmış şeylerden hiç birine bir veçhile benzemez. Hepsine muhaliftir. Hatırlara ne gelirse gelsin, Allahü Teâlâ onlardan muhakkak başkadır." Allah'ı taştan yontulmuş bir puta benzetmek ne korkunç ve iğrenç bir teşbihtir. Lakin, Şeriatî hayranları bunu düşünmezler. Adam ihtilâlcidir, radikaldir ya, ne halt ederse etsin, ne derse desin...
Ortalık neo-haricî ile dolu. Haricîliğin ne olduğunu bilmezler ama...
Vehhabîler kendilerine Vehhabî denmesinden hoşlanmaz, Selefî postuna bürünürler.
Selefîlik nedir?.. İbnTeymiye'nin ve Muhammed ibn Abdilvehhab'ın mezhebidir.
Bir de asıl Selefler vardır. Onlar Ashab-ı Kiram, Tâbiîn ve ilk çağdaki büyük Müslümanlardır. Bu asıl selefîlik bir mezhep ve fırka değildir, mübarek ve muazzez bir taifedir. Ne mutlu onları sevenlere, onların yolundan gidenlere.
Ashab-ı Kiram, din konusunda, Peygamber Efendimizin dâvetini, Sünnetini, hadîslerini insanlara ulaştırmak hususunda âdildirler. Böyle inanmayan Ehl-i Sünnet'ten çıkar.
Bugünkü Müslümanlığı Emevîlik ve Abbasîlik Müslümanlığı olarak gösterip tahkir edenler doğru yolda değildir.
Peygamberden sonra İslâm dünyasında bozuk fırkalar ve hizipler çıkmıştır ama asıl gerçek İslâm kaybolmamıştır. İslâm'ın ana caddesi açıktır. Cumhur-i ulemâ yolunda kopukluk, kesinti olmamıştır.
Başlangıcından bugüne kadar ana caddeye bakalım:
Ashab-ı kiram... Tâbiîn... Tebe-i Tâbiîn...Selef-i Sâlihîn... Eimme-i müctehidîn... Her asırda karnen ba'de karnin birbirini takip eden icazetli ulemâ ve fukaha...İcazetli müfessirler ve muhaddisler...Silsileleri ve icazetleri Peygambere ulaşan kâmil mürşidler.
İmamı Azam, İmamı Malik,İmamı Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve diğer müctehidler.
Buharîler, Müslimler, Tirmizîler ve diğer hadîs imamları.
Büyük müfessirler.
İmamü'l-Haremeyn Cüveynî, onun talebesi Gazalî, daha onlar gibi yüzlerce dünya çapında allâme, binlerce büyük ulemâ, yüz binlerce ulemâ... Bu yol ne kadar geniş, ne kadar parlak, ne kadar ruhanîdir. İnsan bunu bırakıp da çıkmaz sokaklara, hizip ve fırka patikalarına sapar mı? Bunca Ehl-i Sünnet ulemâsı yanında İbn Teymiye'nin ne hükmü olur?
Cemalüddin Afganî'nin bunların yanında esâmisi okunur mu?
Ehl-i Sünnetin yolu Ehl-i Beytin yoludur.
Yakın tarihimizde halkı Ehl-i Sünnet'e çağırmış Şeyhülislâm Mustafa Sabri'ler, Zahid el-Kevserî'ler, İsmail Yusuf Nebhanî'ler, Zeynî Dahlan'lar var.
Afganî'yi tenkit edenler onun taharet bezi olamazmış... Ne kadar boş bir lâftır bu. Afganî, bu saydığım gerçek İslâm büyüklerinin, ulemânın, eimmenin, fukahanın ayaklarının tozu bile olamaz.
Şu ilâhiyatçıya bakınız. Ona göre Ebu Hureyre hadîs uydurmuş... Bunu söyleyeni terazinin bir kefesine koysalar, öbür kefeye Ebu Hureyre'yi...Kim ağır basar?
Aklı olan Müslüman ana caddede, Sünnet ve Cemaat yolunda yürüsün; şazz, aykırı, bid'at yorumlardan uzak dursun.
Kendilerini Sünnî gösteren, din sömürüsü yapan, sapık ve bozuk görüşler ileri süren kişiler ve zümreler yok mudur? Vardır ama onlar Ehl-i Sünnet değildir, Ehl-i Sünneti temsil etmezler.
Ehl-i Sünnette esas olan Kur'ân ve Peygamber ahlâkıdır. Ehl-i Sünnet din sömürüsünü kabul etmez. Din sömürücüsü, mukaddesat bezirgânı alçaklar harbî kâfirlerden daha tehlikeli eşkıyadır.
Ehl-i Sünneti kaldırıp, onun yerine Afganî ve Fazlurrahman mezhebini koymak istiyorlar. Allah onlara fırsat vermesin.
Böyle bir şey büyük felâket, büyük mânevî yıkım olur. Din ve Şeriat elden gider.

(İkinci yazı)
ÇARŞAF VE PEÇE:

EZHER Üniversitesi şeyhi (rektörü) sarıklı hoca İslâm'da peçe yoktur dediği için tenkitlere uğradı, münakaşalar çıktı.
Peçe halen birçok İslâm ülkesinde kullanılıyor. Arabistan'da mecburîdir. Birkaç yıl önce Suriye'ye gittiğimde Haleb sokaklarında peçeli hanımlar görmüştüm. İngiltere'de, Fransa'da, diğer Avrupa ülkelerinde de peçe takan Müslüman hanımlar vardır.
Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul'da Müslüman hanımların peçe takması konusunda resmî emir çıkarılmıştı. Bu emir beş vakit namaz kılan, Şeriat taraflısı olan, üç tarikata mensup bulunan Halife-i Müslimînin iradesi idi.
Bendeniz ölçü olarak Osmanlı'nın İslâmî tatbikatını kabul ederim. Osmanlı'nın zıt kutbu olan Vehhabîler bile peçe taraftarıdır.
1970'lerde Almanya'da yaşadığım zaman, Alman Müslümanı dostlarımdan Muhammed Sıddık ve Muhammed Harris beyler evlenecek birer hanım bulmak için Malezya'ya gitmişlerdi. Bu iki mühtedi de Arabistan'da din tahsili yapmıştı, İslâmî kıyafetle gezerlerdi. Orada iki kızın aileleriyle görüşmüşler ve onları nikahlamak için bir şart koşmuşlardı: Kızlar tesettürlü idi ama peçeli değildiler, Alman gençler "Peçe takmayı kabul ederlerse onlarla evleniriz" demişlerdi...
Ezher şeyhinin İslâm'da peçe yoktur demesi esassız ve temelsiz bir laftır. İmamü'l-Müslimîn ve Emîrü'l-Müslimîn olan zat, ulema ve fukaha ile istişare ettikten sonra ülkede yaşayan muhadderat-ı İslâmiyenin peçe kullanması hususunda emir verebilir.
İnsanların temel hak ve hürriyetlerinden biri de kılık kıyafet, giyim kuşam, serpuş konusundadır. Bu hürriyet elbette tanzim edilebilir, lakin tamamen ortadan kaldırılamaz.
Bizdeki rejim açık, mini etekli, bikini mayolu, seksî kıyafetli kadınlara nasıl karışmıyorsa, dindar Müslüman hanım ve kızların çarşaflarına, tesettür kıyafetlerine ve hattâ peçelerine de karışmamalıdır.
Bizdeki Müslüman erkeklere ve Müslüman kadınlara kıyafet ve serpuş konusunda yapılan baskılar ve bu konudaki tabular evrensel insan haklarına, adalete, nasafete, eşitliğe, demokrasiye, hikmete aykırıdır.
Bir iki hafta önce gazeteler yazdı, ABD'de 800 kız öğrencisi olan bir lisede sağlık taraması yapılmış, kızların 150'si hamile çıkmış!.. Hamile olmayanlar da tedbir almışlarmış!.. Ben bir Müslüman olarak böyle bir medeniyeti kabul edemem. Edersem, İslam'ı inkar etmiş olurum.
Bazıları mini eteği çok normal ve tabiî kabul ediyorlar. Onlara derim ki: "Çarşaf ve peçeyi de o derecede normal ve tabiî karşılamak zorundasınız."
Çarşaf ve peçe öcü imiş, çok çirkinmiş... Zevkler tartışılmaz. Çarşaf ve peçe konusunda büyük edib Yakup Kadri'nin (Karaosmanoğlu) 1915'te yazdığı "Çarşafa ve Peçeye Dair" başlıklı nefis yazıyı okuyalım.
 

Hakikat

Well-known member
KOnuyla ilgili yazi...

ÇARŞAFA ve PEÇEYE DAİR

Yazan: Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)

Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhîtin (ortamın) yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki, gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzûsunu veriyor.
Niçin onlardan müştekî (şikâyetçi) gibisiniz? O mazrûfa (zarfın içindekine), bu zarftan daha muvâfık (uygun) ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül edemiyorum.
***
Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın mutî (uysal) mahbûseleri değil misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu dil-firîb (cazibeli, alımlı) mahbesi, sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimâmımız, bizim muhabbetimiz ördü. Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki, o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık değil mi ki, -ma’azallah- o gözlerin harîmine kolayca lâubâli bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın?
Düşündük ki, belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâ-ihtiyar (elde olmayarak), birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir (duruverir). Onun için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde muhâfazalarına lüzum gördü. Çünkü siz hilkaten (yaratılıştan) müsrifsiniz (elindeki kıymeti boşa harcayan), hazinelerinizin bahasını bilemezsiniz.
***
İnsanlar, kadınlara tehakküm (hüküm) ettikleri gündür ki tabîate gâlip geldiler. Cemiyetlerin (toplumların) ve medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı kurdu. Memleketlerden, vatanlardan evvel, ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız bütün bu evler, bu mâbedler ve bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz, o yerlerin surları idi, kaleleriydi.
***
Niçin başka cinsten (toplumlardan) kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara (görüşlere) meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu, unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz?
***
Söze başlarken size demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih (huzurlu) yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki, bana muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor, bâhusus (özellikle) memlekete muhabbeti…
Zira sizin bu örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki, minarelerden ve o al râyetten (kırmızı bayraktan) sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce (dost sığınak) ve bir emin mersâ (güvenli liman) saadeti veriyor. Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimâli bile, gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmiyen bu tenbel ve yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burc ü bârûlar (kaleler ve kuleler) devirtecek bir ateş alevliyor.
***
Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki, bunların hiç birini yapmıyacağım, fakat emin olunuz ki, şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince (yönelince), kendimi her şeye kadir (gücü yeter) farzediyorum. Tarih, menâkıb-ı beşeriyeyi (insanlık destanlarını) dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer çocuk oyunu gibi geliyor.
***
Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin ortasında, asâlet (soyluluk) ve zerâfete yegâne dâl (delil ve âlâmet) olarak, bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzîl (rezil etmek) için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu gürûha (şuursuz kalabalık) peyrev olmak (peşinden gitmek) size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde (üstünde), onların haricinde (dışında) biliyorum. Siz mestûr (örtülü, gizli, hayalı, namuslu) ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir mahlûkat arasında mümtaz (seçkin) kılmamış mıydı? Siz O’nun halkettiği (yarattığı) cennet-âsâ (cennet gibi) âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında (Kur’an-ı Kerim’de) sizin isminizi zikretti. O vakitten beri siz, mukaddesat meyânına (arasına) girdiniz. Artık ne hâle (bugüne), ne mâzîye (geçmişe), ne de âtîye (geleceğe) mensupsunuz… Yalnız unutmayınız ki, size bu mertebeye (yüksek dereceye), bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlığımız is’âd etti (yükseltti). (Aralık 1915)
 
Üst