Ağlamamın cevabını Risale-i Nur’da buldum

harp

Well-known member
Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Bulut kamuoyunun çok yakından bildiği bir isim. Bulut, çocukluğunu, ailesini ve hayatının ilginç dönüm noktalarını Risale Haber’e anlattı. İşte ilk bölüm:
Sizi tanıyabilir miyiz?
Gaziantep’in İslâhiye İlçesi’nin Boğaziçi Beldesi’nin Kerküt Köyü’nde 18 Eylül 1954’te doğdum. Annemin adı Fatma, babamın adı İsmail... Biz bu köye sonradan gelmişiz.
Dedem Molla Hüseyin diye anılır. O bölgeye neredeyse medeniyet getiren bir zattır.
İlkokulu Kerküt’te okudum. İlkokuldan sonra iki yıl babam beni okutmak istemedi. Çünkü o dönemlerde o bölgeden gerek öğretmen okullarına gidenler gerek köy enstitüsüne ve liselere gidenler dönüp kendi babalarına ve babalarının dinine itiraz ediyorlardı. İki yıl ara verdik.
O dönemlerde bizim köyde Süleyman Hilmi Tunahan’ın üslubuyla Kur’an’ı Kerim öğreten kursları vardı, ben de oraya iki yıl devam ettim. Hakikaten benim açımdan çok önemli yıllardı. Kur’an’ı Kerim’i anlamada Arapça’yı anlamada ciddi bir ağırlık teşkil etti.
ÖĞRETMEN NAMAZ KILDI YER YERİNDEN OYNADI
Sonra bizim köye 1968’de bir öğretmen geldi. Onu özellikle vurgulamam gerekiyor. Cuma günü namaz kılmak için camiye geldi. Yer yerinden oynadı köyde. Bir öğretmen gelmiş ve Cuma namazı kılıyor. İnsanlar o zaman yollara çıkıp söyleyeceklerdi bu nasıl bir adam ki geldi ve namaz kılıyor. Sonra o öğretmen bizim eve geldi. Bizim akrabamızmış ben bilmiyordum. Annemin dayısının oğluymuş. Akrabamız, bekâr, öğretmen, bize de sık gelip gidiyor, bu geliş gidişlerde de ablama gönül kaptırdı, evlendiler. Evlendikten kısa bir süre sonra da babamın başını yemeğe başladılar. ‘Niye bunu okutmuyorsun?’
CAHİL KALSIN, FAKİR KALSIN AMA DİNİME KÜFRETMESİN YETER
Bu arada şunu söylememde yarar var. İlkokul dördüncü sınıfa kadar bizi Mustafa Güneş diye bir hocamız okuttu. Köy enstitülerinde yetişmişti. Onlar dine karşı lakayttılar. O lakaytlıkların da ötesinde maksatlı olarak Ramazanda oruç tutmaz, namazla dalga geçer, öğrencileri aleni bir şekilde zorla bu tür şeylere sevk ederdi. Bunun medeni gelişme olduğu zannediliyordu.
Neden sonra bir gün tayini çıkmıştı, bir sabah bizim dükkâna babamın yanına geldi. Genel anlamda çok dürüst bir adamdı. Yani ikili ilişkilerinde, insani ilişkilerinde umulmayacak kadar dürüst bir adamdı. Dükkânın kiler gibi bir deposu vardı. Babamı oraya çekti. Ben de onları kapıda dinliyorum. Babama, ‘Bu çocuk burada kalmasın, bunu bana ver, ben bunu götürüp okutacağım, üniversiteyi bitirsin yine yanına gelsin, ben almayacağım sadece okutacağım’ diye adeta yalvarıyor. Babam da sürekli şunu söylüyor, ‘Hoca, ben bu çocuğu sana vermem çünkü dönüp gelip dinime küfretsin istemem. Cahil kalsın, fakir kalsın ama dinime küfretmesin yeter.’
Öğretmen itiraz da edemiyor, “yapmayacak” diyemiyor çünkü kendisi var. Adam on beş dakika kadar ısrar etti babama ve tabi olmadı. Sonra eniştemiz geldi ve hakikaten babamı ikna etti. Babam liseyi okutmamakta ısrar ediyordu. O da ‘Bir okul var ben de oradan mezunum hem lise öğretiliyor hem din öğretiliyor. Gel bu çocuğu oraya verelim bari.’ ‘Öyle bir okul varsa ben de okuturum’ dedi. Ertesi gün ikisi birlikte Antep’e gittiler. Babam İmam-Hatip okulunu gördü. Geldiğinde sevincinden ve keyfinden uçacaktı. ‘Tamam, oğlum, hazırlan gidiyoruz.’ Ertesi gün gittik, paralı yatılı olarak kaydımı yaptırdık. Okullar da açılmıştı, bizi okula teslim etti. Kendileri ilk gittiğinde bana takım elbise almıştı, nasıl olsa gidecek diye. ‘Bir kere sınıfta kalsan seni alırım. Seni bir sınıfta iki kere okutabilme imkânım yok’ diyerek beni bıraktı.
Zaten o Kur’an Kursundan ayrılmam da sıkıntılı olmuştu. Onların âdeti eski. Eskiden ilim tahsili görenlere zekât verilirdi. O zamanki medreseler öyle bir yardım üzerine kurulmuştu. Bunlar da o usulü devam ettiriyorlardı. Fakat ben bir türlü yapamıyordum. Gidip vaaz vereceksin, hutbe okuyacaksın sonra da “cer” toplayacaksın. Ben onu bir türlü içime sindiremedim. Bir gün de sınav sırasında hoca nar çubuğu ile ayağıma vurdu, haftalarca izi geçmedi. Ben de onu bahane yaptım ve artık gitmedim.
HAYATIMDA İLK DEFA BİR ŞEYİN GÜZELLİĞİ KARŞISINDA AĞLADIM
Bu arada Kur’an’ı öğrenmiştiniz değil mi?
Tabi ki. Arapçayı anlayacak durumda değildim ama temelini aldım. Marah, izi, emsile, bina, bunları hep okumuştuk. Maksut’a geldik. Maksut okumadık. İyi bir temel oluşmuştu. Ondan sonra ben ayrıldım ama bu arada okula gitmeyeceğim dediğim yaz, sonbahar ve kışta oğlakları davara katmak için zaman zaman çobana yardımcı olunur. Ben de o arada çobanlık da yaptım bir miktar. İnsanın kişiliğine katkı olan hadiseler vardır. Yıkılmalar, çözülmeler, bozulmalar, dağılmalar, mağlubiyetler, başarılar… İnsanın asıl kişiliğini yapan onlardır. Benim hayatımdaki ilk sorgulama olduğu için onu hatırlatmak istedim. Dağda çobana yardımcı olurken bir gün oğlağın bir tanesi bir kayaya çıktı ve sonra da inemedi. Ben de onu indirmek için kayaya çıktım. Kayanın üzerinde 2-2,5 metrekarelik bir düzlük var ve arkasında da bir mağara var. Mağaranın yanında da bir yaban gülü fidanı, üzerinde de ben diyeyim bin sen de iki bin tane gül var ve çokta güzel kokuyor. Hayatımda ilk defa bir şey istemekten dolayı ağlama hali dışında bir şeyin güzelliği karşısında ağladım. Sen ne güzel şeysin, sen burada ne arıyorsun? Sen niye buradasın? Hiç kimse seni göremiyor dedim ve ağladım.
malibulut_aile.jpg

Annem, babam ve iki eksikle kardeşlerim
BEN ONUN CEVABINI NİHAYET ÜSTAD’TAN ALDIM
Kaç yaşınızdasınız o zaman?
İlkokulu bitirmişim ona 1,5 yıl daha ekle 12-13 yaşlarımda. İlk defa herhangi bir nesnenin güzelliği karşısında ağladığımı hatırlıyorum. Sen bu kadar güzelsen niçin gözlerden uzak tutuldun? Ben onun cevabını nihayet Üstad’tan aldım. Lem’alar’da Şuunat-ı İlahiye’yi anlattığı bölümün başlangıcında, “İnsanların O’nu temaşa ediyor olması bana yetti. Sonra bu da bana yetmedi melaikenin de O’nu temaşa etmesi bana yetti. Sonra o da bana yetmedi ve anladım ki, bu faaliyet-i Rububiyeden bizzat Cenab-ı Hakk’ın kendi zatına yakışır bir lezzet-i mukaddesi alıyor.” O zaman ben onunla anladım o çiçek niçin orada açmış?
HAYATIMIN KENDİME GÜVEN NOKTASI
Arapçada ‘Erkek olacak horoz daha yumurtada iken ötmeye başlar’ diye bir darb-ı mesel var. Siz de daha o yaşta bugün yazdığınız tefekküri yazıların temelini atmaya başlamışsınız öyle mi?
Elhamdülillah. Ben başta onu not etmek istedim. Çünkü hiç içimden çıkmayan bir meseledir. Binlerce gül var ve onu kuşlardan başka kimse görmüyor. Onun orada bulunması bende çok büyük değişikliklere sebebiyet verdi. Maksat sadece benim görmem ve istifade etmem değil, benim istifade etmediğim şeylerde de bir takım hakikatler var ve başa gelen her bela da her kötü şey de kötü değildir. O oğlağın oraya çıkması beni çileden çıkartmıştı. Çünkü o inemiyordu ve ben de zorla indirdim. Çok sevdiğim ve vazgeçemeyeceğim kınalı bir oğlaktı. Onun yüzünden oraya çıktım, peşinden gittim ve sıkıntıya katlandım, vazgeçmedim ve o hakikati gördüm. Bunu özellikle anlatmak istedim.
mehmetalibulut1.jpg
Neyse. Geldik ve İmam-Hatip okuluna başladık. Ben köyden gelmişim ve bulunduğum köy Kürt köyü. Ben Türküm ama bulunduğun yerde ne, nasıl konuşuluyorsa sen de öyle konuşuyorsun. Kürtçe konuşuyoruz, dilimiz de ona alışmış. İlkokulda iken Türkçe konuşurdum fakat şehre gelince herkesin güzel Türkçe konuştuğu bir ortamda ben boşluğa düştüm. Herkes güzel konuşuyor, sınıfta toplanmış bir sınıf, ben sıkıntıya düştüm, ne yapacağımı bilemedim. Uzun bir müddet sustum. Bu yüzden bazı derslerde geri kaldım. Nihayet hepsini az çok verdim ama coğrafyam zayıf düşecek. Babama da söz vermişim geçeceğim diye. Bir sahur vakti kalktım ve benim kafam niye bu coğrafyayı almıyor diye coğrafya çalışmaya başladım. Birden bire bir açılma oldu ve ben coğrafya nedir, neyi anlatır bütün bunları kavradım. Ertesi gün de bir cesaretle, çekinerek ve biraz da korkarak hocanın yanına gittim. ‘Hocam, benim karneme zayıf gelecek. Fakat ben coğrafyayı anladım. Eğer siz bu karneme 5 verirseniz -zaten 4- ben size söz veriyorum ikinci dönem 9 alacağım. Eğer siz 5 verir de ben 9 alamazsam siz tekrar bana zayıf verin ben sınava gelirim’ dedim. Hoca bir süre baktı ‘Feda olsun, bu kadar cesarete ben 5 vereceğim. Sen 6 alsan da beni mahcup etmezsin’ dedi. Hoca bana 5 verdi ve ben birinci dönem teşekkür aldım. Hiç onu unutmam, hayatımın kendime güven noktasıdır. O sene bahara doğru bir sabah etütten sonra kahvaltımızı yaptık, sınıflara girme zamanını bekliyoruz. 15-20 dakikalık bir zaman var. Okulun tam girişinde iki tarafa güller ekmişler. Tomurcuk, ter u taze. Ben de onlara bakıyorum. Küçük bir kardeşim var, Osman. O çiçeğe olan sevgi ve kardeşime olan özlem ile iir yazmaya başladım.
BEN DE KOMPLEKSE GİRİYORDUM
O şiiri hatırlıyor musunuz?
Bilmiyorum. Belki notlarımı karıştırsam çıkar ama o kadar çok not var ki, bilemiyorum. Kardeşim Osman’a diye bir başlıkla yazmıştım. Ama şu an muhafaza ettiğim şiirler arasında o yok. Üç dörtlükten oluşuyordu. Sonra müthiş bir his geldi bana, demek ki şiir de yazabiliyormuşum. Sınıfta bir arkadaşım vardı Burhan Bozgeyik. Benden küçüktü ama çok güzel bir Türkçesi vardı. Hitabeti güzeldi. Ben de komplekse giriyordum, benden daha küçük ama benden büyük görünüyor. Kompozisyonları o rahatlıkla yazardı ben zorlanırdım. Bu anlattıklarım daha sonra hayatımda öne çıkacak şeylerin alt yapıları. Daha sonra ben de gizli gizli yazılar yazmaya başladım.
CENAB-I HAKK’I SENA ETMEKTEN DİLİ KURUR İNSANIN
Burhan Bozgeyik’i Risale Haber okuyucuları tanır. Burhan Bozgeyik’in o tarihte Risale-i Nur’dan istifadesi var mıydı?
Hayır yoktu. Ben odan önce Risale-i Nurları tanıdım. Bizim bir Said hocamız vardı Urfalı. Benimle edebiyatta şiirde çok didişirdi. O didişmeler beni Mehmet Ali Bulut yaptı. Mesela kompozisyon için taş, toplu iğne gibi konu başlıkları verirdi. Beni ilk fark edişi de toplu iğne konu başlığını verdiği kompozisyon oldu. Ben de toplu iğne ile kişilik arasında irtibat kurdum. ‘Yani, kişiliksiz değildir toplu iğne. İğne kişiliksizdir, dalar gider, hiç aldırmaz. Ama toplu iğne daldığı zaman takılır kalır ve orada bir tavrı vardır, köşelidir, istenilen yere girmez’ diye o noktadan yaklaşmıştım. Öyle bir heybetle geldi ve ‘Paşa, tamam. Sen artık kavramaya başladın’ dedi.
Birinci sınıfın ilk devresinin sonlarında iken bir “Esef” hocamız vardı. Her zaman teessüf ederim dediği için “esef hoca” derlerdi. Bu hoca Kıbrıs’ta Türk çocuklarına 27 sene hocalık yapmış. 8’den yukarı asla vermezdi. “8’den yukarısı benim hakkımdır, bu ilimi yapan hocaların hakkıdır” derdi. O kadar çok tevafuklar var ki insanın hayatında, yani Cenab-ı Hakk’ı sena etmekten dili kurur aslında insanın... Hep Cenab-ı Hakk’ın seni doğru zamanda doğru yerde tutması ile “bir şeyler oluyor” demek zorunda kalırsınız.
malibulut_annebaba.jpg

Annem-babam
Bu hocamız bir gün hızla daldı içeri. Ben de o gün kitaplarımı etüde indirmeyi unutmuştum. İndikten sonra da baktım hiç kitap yok. Biyoloji kitabı sırada kalmış. Boş durmaktansa biyoloji çalışayım diyerek kitabı aldım ve o gün işleyeceğimiz dersi çalıştım. Bitince bir sonraki derse çalıştım. Bu dersi de çok seviyorum ve derste de iyiyim. Hoca o gün geldi ve dönemin son sınavının sonuçları okunacak. Daha içeri girerken, ‘Mehmet Ali Bulut, tahtaya…’ Çıktım bekledim. O da yoklama yaptı. Döndü, ‘Sen nasıl 8 alabilirsin?’ ‘Benim eksikliğimin olmaması lazım, demek ki yanlışmış.’ ‘Yok, tam yapmışsın, 8 almışsın. Bunu hak ettiğini göreceğim.’ Kitabın başından sonuna kadar 45 dakika boyunca bana soru sordu. Dersler bitti, o gün yapacağımız konudan sordu yine cevap verdim. Bir sonrakine geçti, yine cevap verdim. Bunların hiçbiri benim isteğimle değil. Sabah o kitaptan başka kitap olmaması ve benim de o dersi iyi okumamdır. ‘Çık dışarı, git. Oyna, gez. Benim dersime girme artık. Senin dersine düşecek en iyi not 8’dir.’
Hiç unutmuyorum bunu gitmiş diğer sınıflara anlatmış. A şubesi iyilerin sınıfıydı ben B’deydim. Burhan da A’daydı. A sınıfı kızlar ağırlıklı bir sınıf. Edepli, temiz olanları oraya aktarmışlar. Biz de kıskanıyoruz, onlar hep seçkin öğrenciler ve sekçin öğretmenler o sınıfa giriyor. Gitmiş onlara anlatmış, diğer sınıflara da anlatmış. Çocuklar geliyorlar, kafalarını kapıdan uzatıyorlar ve Mehmet Ali Bulut’u görmeye çalışıyorlar. O çok hoşuma giden, nefsimi okşayan bir hadisedir. Sonra ikinci devre beni A sınıfına verdiler. O sene okulun başarı sırasında ilk üçe girdim, ikinci oldum. Sonra Ahmet Akgündüz geldi. Şirin, nur yüzlü, yakışıklı, güzel bir çocuktu. Hemen arkadaş olduk. O yıl okullar arası yarışma başladı.
Gaziantep’te beş-on tane lise var. Ben, Ahmet, sonradan Ahmet ile evlenen Saime kardeşimiz vardı. Saime Belkıs, bir de Nedim diye bir kardeşimiz vardı. Biz okullar arası yarışmada İmam-Hatip’i temsil etmeye başladık. Omuzlarda taşınma, hakkında tezahürat yapılma nasıl şeylermiş ben o zaman tattım. İmam-Hatip Okulu, güreşte kimse bizimle baş edemiyor, spor oyunlarında kimse bizimle baş edemiyor, bilgide de biz birinciyiz. Çünkü o zaman Gaziantep Lisesi, Türkiye’de ilk beşe giriyor. Orada şişe profesör dedikleri bir matematikçi vardı, çok iyiydi. O yüzden öğrencileri de tavan yapıyordu.
Ahmet Akgündüz, Urfalı mıydı?
Hayır, Diyarbakırlı.
‘BU YAZ NE OKUDUNUZ?’ BEN DE DEDİM Kİ ‘KİMYA-YI SAADET’
Neden Antep’e geldiğini biliyor musunuz?
Tam bilemiyorum ama sanırım kendisi Gaziantep’e burslu olarak geldi. Ahmet’in evlenmesinde de benim katkım vardır. İkisi de dünya ahiret kardeşimdir. Hanımı çok güzel Antep işi dolma yapar. Sınavlar, yarışmalar derken hayat öyle çok şenlik içerisinde gidiyordu. Lise 1. sınıfta iken sınıf atlaması yapılabiliyordu. Genelde herkes bir sınıf atlıyordu. Ben kendime güveniyordum, okurum ve iki sınıf birden atlarım. Çok iyi çalışıyorum. Fakat atlama yapabilmek için hiçbir dersin 8’den aşağı olmaması, ortalamanın da 8,5’in üzerinde olmalı.
malibulut_iraz3.jpg
Kendime güveniyorum ama bir tek handikapım var, kompozisyon dersi. O derse de Said Demirkol hoca geliyor. Sıkıntısı da şurada çıktı. Ortaokul bitti, lisenin ilk günlerinde derse geldi, ‘Bu yaz ne okudunuz?’ Ben de dedim ki ‘Kimya-yı Saadet.’ ‘Uuu Kimya-yı Saadet. Sen, Kimya-yı Saadet okudun. Kimya-yı Saadetle edebiyat yapacak’ diye bayağı dalga geçti. O kadar bozuldum, o kadar üzüldüm, nesi var bunu okumanın yani. Tabi şunu unuttuk. Kimya-yı Saadet edebiyat kitabı değildir. O sene boyunca benimle dalga geçti. Başarılı oluca, “iyi anlamışsın Kimya-yı Saadet’i” derdi. Ya da bir terslik yapınca, “tabi tabi Kimya-yı Saadet’i okudu” derdi. Ama iyi öğretirdi. Sonunda ben ona da söyledim atlamalara gireceğimi. ‘Tabi tabi herkes 7 senede bitiriyor sen 5 senede bitireceksin, görürüz.’ ‘Neden, ne var?’ ‘Kompozisyon, benim istediğim gibidir. İstersem 3 veririm istersem 10 veririm. Sen ne yapacaksın? Herkes 7 senede bitiriyor bu okulu. Senin kimseden bir fazlalığın yok. Kusura bakma sen de 7 sene okuyacaksın’ dedi. Hakikaten kompozisyondan hep 7 verdi. Altı sınavın beşi 7 idi. Son kompozisyonun sonucunu söylemiyor. ‘Senin içine oturtacağım’ dedi. Ben de, bu adam son sınavı yüksek verecek ortalamam 8 düşecek, ben de müracaat etmemiş olacağım, şartlarım da tutmuş olacak ve pişman olacağım, diye düşündüm. Müdür yardımcısına gittim. ‘Hocam şartlı dilekçe verebilir miyim?’ ‘Tabi ki. Sen kaydını yaptır, notların tutarsa hakkın bakidir, tutmasa da napalım devam edersin. Sen kaydını yaptır’ dedi. Ben de hocaya çaktırmadan gittim dilekçemi verdim. Hoca en son notları müdüriyete vermiş. İdare bana ‘8 düşmüş, şartlar tutuyor ama hocana çaktırma’ dedi.
28 GÜNDE 32 TANE İMTİHANA GİRECEKTİM
Haziran ayında hoca beni sınavda gördü. ‘Sen ne arıyorsun burada?’ ‘Bana 9 vermişsin.’ ‘Nereden biliyorsun?’ ‘Ben dilekçemi daha önce vermiştim, sen de 9 verince benim şartlarım geçerli oldu.’ ‘Ben seni geçirmem ki.’ ‘Sizin bileceğiniz iş.’ Kasıtlı bir takma değildi, inatçı biriydi. 32 dersten sınava girdim o haziranda. İkinci haftanın sonunda ben 7. sınıfların edebiyat dersinden sınava girdim. Üç soru sordu hoca. 1. Vur Pençe-i Ali’deki Şimşir Aşkına şiirinin açıklanması, içindeki mazunların izah edilmesi. 2. Umum Türk edebiyatlarında ölüm teması nasıl işlenmiştir? Misalleriyle anlatınız. Bu soruların altından kalkacak üniversite mezunu yok.
Yine bir tevafuk. Ben o imtihandan üç gün önce çalışmak için Kavaklı Kahvehanesine giderdim. Çok kalabalık çok gürültülü bir yer. Çünkü ya gürültüye yenileceksin ya da gürültüyü aşacaksın. O gürültüyü aşıp ta kendimi kitaba verdiğim zaman o kitabı içiyordum. Çünkü her gün 6 saat çalışma imkânım vardı. 28 günde 32 tane imtihana girecektim.
DİLİN ZENGİNLEŞMESİNDE RİSALE-İ NUR’UN DA ÇOK BÜYÜK ETKİLERİ OLDU
O gün kütüphaneye gittim. Nihat Sami Banarlı’nın Türk Edebiyatı Tarihi kitabı elime geçti. Açtım. Orada Türk Edebiyatında Ölüm Teması diye bir bahis vardı. Ben de okudum. O silsile o misaller hepsi kafamda kalmış. “Alp Er Tunga Öldi mü? Issız ajun kaldı mu?” ile başladım Necip Fazıl’ın “Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber. Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” o şiire gelinceye uzunca 7-8 sayfa o ikinci soruya cevap verdim. Diğer sorulardan da bir şeyler yapıp verdim. Hoca ilk benim kâğıda bakmış. Hoca öğrencilerin içinde olan birisiydi. Cumartesi sabah gittim baktım 7. sınıflarla şakalaşıyor. Beni görünce, ‘Gel paşa, gel. Öp elimi.’ Elini öptüm, o da alnımdan öptü. ‘Benim bileğimi büktün, git istediğin üniversiteyi oku. Senin o verdiğin kâğıt kopya değilse tamam. Ben o soruyu senin için sordum, yıkılırsın, dökülürsün diye. Sen de dökülmedin ben seninle övünüyorum.’ Elini salla dört sene İstanbul’da gez, sana istediğin diplomayı verirler. Said hocanın o tavırları bana edebiyat noktasında çok ciddi katkısı olmuştur. Son sınıfta artık yazı nedir, kavramaya başlamıştım. Niçin yazılır? Yazarken nelere dikkat edilir?
Dilin zenginleşmesinde daha sonra tanıdığım Risale-i Nur’un da çok büyük etkileri oldu. Cümle üslubunun oluşmasında çok müessir oldu. İmla ve noktalamaya pek dikkat etmem. Benim için mananın aktarılması daha önemlidir. Bir manayı vermek için ardışık üç kelime kullanabilirim.
malibulut_eneskiresim.jpg

En eski resmim
MEHMET ALİ, BİR YOLUNU BUL VE İMAMLIKTAN KAÇ
O sene imtihana girdik. İlk aldığım puan o zamanda Erzurum Tıp Fakültesine yetiyordu. İptal edildi sınav. Zaten sonrada öğrendim ki ben o puanla kazanmış olsaydım bile tıp fakültesine gidemeyecektim. Çünkü İmam-Hatip çıkışlılar sadece sosyal bölümler tercih edebiliyordu. Ne yapsak diye çare ararken lise denklik sınavını vermek gerektiği söylendi. O arada imamlık sınavları da yapılıyor. Ben o sınavlara da girdim. Gaziantep Ömeriye Camii’ne tayin edildim. Cumartesi başladım, bir Cuma kıldırdım ve kaçtım. Benim üniversite sınavım da belli olmuştu.
Fakat imamlığı bırakma sebebim şuydu: Meşrutata oturuyorum. Caminin avlusunu apartmanlar çevirmiş. Pencereden dalgın bir şekilde karşı tarafa bakıyorum. Bir kızcağız çıktı pencereye. Kast-ı mahsus ile değil ama gözüm takıldı. Kız benim kendisine baktığımı görünce hışımla perdeyi çekti, “sen nasıl hocasın” der gibi. O zaman hakikaten hocalık yapamayacağımı düşündüm. İmam dediğin önder olmalı her haliyle. Ne gözüyle, ne bakışıyla, ne diliyle kimseyi incitmemeli ki o makamın hakkını versin. O zaman, “sen bu işi yapamazsın Mehmet Ali, bir yolunu bul ve kaç” dedim.
Feyyaz Yaşar hocamız vardı. Çok güzel bir âlim, çok iyi bir müftüydü. O ‘Bu çocuk zekidir kardeşim, üniversiteyi kazanır, Ömeriye’ye vermeyin Ramazan yaklaşıyor. Bu gider’ diye itiraz etmişti. Tilavetimin düzgün olması ve istenilen manada hutbe okumam sebebiyle atandım. Hakikaten de dediği gibi çıktı, memlekete geldim. Sonra İstanbul’a geçtim. Bir teşehhüt miktarı imamlığım vardır.
Bir süre imamlık yapıp, kadro alabilirdiniz.
Evet. Ama yapmadım. Benim ruhum memurlukta sıkılıyordu. Memurluk beni sıkıyordu.
AHMET AKGÜNDÜZ 2 AY 28 GÜN İÇİNDE KUR’AN’I EZBERLEDİ
Üniversiteyi 1973’te mi kazandınız?
Kazanamadım. O sene İhsan Baki isimli astsubay başçavuş ağabeyimiz vardı. Bu zat Urfa’da Üstadın mezarının çıkarılmasındaki bir takım hadiselere tanıklık yapmış ve ondan sonra kalbi iyiye dönmüş çok güzel bir adamdı. İmamlık yaparken bana ‘Eğer sen lise okumak istersen ben masrafları üstlenirim’ dedi. Ben de bunu babama söyledim ‘Müsaade edersen ben bir sene daha lise okuyayım. Burada bizim çok iyi bir ağabeyimiz var, bütün masrafları karşılayacak. Zaten pek bir kaybım olmaz. Ahmet (Akgündüz) ile beraber Meşrutat’a kalıyoruz. Beraber yiyoruz içiyoruz’ dedim. Ahmet de o sıralar Kur’an’ı Kerim hıfzı yapıyor. 2 ay 28 gün içinde Kur’an’ı ezberledi. O ezberi ile bir mukabele bile yapmadan hatimle bir ramazan teravih kıldırdı. On üç veya on dört kere geri aldı. O da kendi kendini düzeltti. Benim ona yaptığım tek katkı; geceleri ezber yapardı, ben kalkardım onun yerine sabah namazını kıldırırdım. O hemen vakit girer girmez namazını kılar yatardı.
ZANNEDİYORDUM Kİ, BU BÖLÜM BANA DİPLOMASİ DİLİNİ ÖĞRETECEK
İhsan Baki ağabeyimizin bize ön ayak olmasıyla liseyi okudum. Lisede Ali Fuat Bilen vardı, beni fen sınıfına aldı. 6F sınıfına koymuşlardı ama tam Hababam Sınıfı gibiydi sınıf. Çok enteresan, ben de ancak onlarla yapabilirdim. Sadece kimyam kötüydü. Hatta bir şiir yazmıştım hocaya.
Etanoldan hal n’ola?
Hoca bilmem ne ola?
Etil, metil ve keton
Hay başına düşsün beton…
Böyle devam eden bir şiir yazmıştım. Bir çocuk onu hocaya verdi. Çokta nazik kibar bir bayandı hoca. ‘Bu kadar mı zor evladım?’ Zor değildi ama ben anlayamıyordum. Sonra ikinci dönem beş tane zayıf düştü karneme. Kendi yanımda birisine âşık oldum ama onun haberi yok. Hiçbir zaman da haberi olmadı. O saklı melankoli ile ben dersleri astım. Sonra karne kötü gelince, İstanbul’a üniversiteye girmek için geldim ama bu bana mani olacak, diye düşündüm ve derslerime ağırlık verdim. Haziranda sınava girdim Arap Dili ve Edebiyatını kazandım. Ben zannediyordum ki, bu bölüm bana diplomasi dilini öğretecek ben de diplomat olacağım. Herkes İngilizce, Almanca, Fransızca biliyor ben Arapça, Farsça öğreneceğim ve batıda diplomatlık yapabilecek bir insan olacağım. Aslında bize pek yol gösteren de yoktu. Üniversiteye başladık. Başlangıçta büyük bir hayal kırıklığı olmuştu çünkü benim zannettiğim gibi değildi.
BABAMDAN ÜÇ HAYATİ ÖĞÜT
Üniversiteye gelmeden önce babanızla aranızda bir şeyler oldu mu?
mehmetalibulut2.jpg
Üniversiteye gitmeden önce babam beni çağırdı. Artık ayrılmak zamanıdır, o akşam beraber oturduk. “Bugüne kadar ben mümkün mertebe seni kontrol etmeye çalıştım. Namazlarını, Allah ile olan ilişkilerini, çizgide kalman için benim de yardımımla yürüttün. Ben senden memnunum. Fakat bundan sonra sen ve Allah, sana karışan, görüşen olmayacak. Hareketini sen kendin tanzim edeceksin. Kazanacağın veya kaybedeceğin şeyleri sen kendin belirleyeceksin. Ben seni kontrol edemem artık. Ama baban olarak sana üç beş şey söyleyeceğim. Sen bunlara uyarsan Allah’ın izni ile hayatını doğru yaşarsın.”
“Bunlardan birincisi dostunu iyi seçeceksin. Her şeyin önünde onu söylüyorum. Çünkü sen düşeceksen de dostların yüzünden düşeceksin ve kalkacaksın. Dostu seçmek çok mühimdir. Sana çok basit bir misal vereceğim. Bir gün çok sevdiğin ve kendisi için helak olduğun, lokmasını seninle paylaşacak bir arkadaşın olur. Dikkat et. Bilerek veya bilmeyerek fazlasını kendisine alıyorsa oğlum onu terk et. Çünkü çok kritik zamanda o seni öyle yapar. Bilinçli bir zamanda tercih yapmak zorunda kaldığında o yine kendisini tercih eder. Sen bundan zarar görürsün. Ama bir dostun bilerek veya bilmeyerek daima fazlasını sana veriyorsa onun için öl. Bunu bırakma çünkü o seni hayır üzere tutar.”
“İkincisi, insanları helake götüren, şeytanın tuzağına düşürün ‘e canım herkes yapıyor’ sözüdür. Herkes yapıyor diye sen kendi cinsinle beraber olur musun? Olmaz. Herkes yapıyor, senin ölçün olmayacak. Senin ölçün Allah’tan korkmak ve Kur’an olacak. Doğru ise yap, değilse herkes yapıyor olsa bile onu yapmayacaksın.”
“Üçüncüsü, Allah ile öyle dost ol ki O, hakiki dostlarını geri çevirmez. Bu senin sırtını yere getirmez. Farz et ki, senin bir dostun var ve senin yanında onun arkasından konuşuyorlar. Sen de müdahale etsen ‘hayır arkadaş, o senin söylediğin gibi biri değil’ ve ciddi bir şekilde onu savunsan, o adam ne kadar sana kin duyuyor olsa bile bu sözü bu hali duyduğunda sana olan nefreti geçer. İnsanın en tipik vasıflarından bir tanesi de budur. İşte Allah ile öyle dost ol. Ne zaman bir yerlerde Allah, Resulü ve din hakkında onların zoruna gidecek bir şey söylense, sen ona itiraz et. Sen samimi ol. O zaman O da seni hiç mağdur etmez.”
BABAM ÖVÜNDÜĞÜM BİR PROFESÖRDÜR
Affedersiniz, babanız ne profesörüydü?
Babam güzel bir adamdır. Onun oğlu olduğum için övündüğüm bir profesördür. Hayat profesörüdür. Bu adam çok enteresan bir şey yaşamış. Eğer bir ara vaktim olur ve elim değerse ‘Ahirette 45 Gün’ diye bir kitap yazacağım. Bu, onun hayatıdır. Yaşadığı hadiseler çok müthiş. Mesela şöyle söyleyeyim; 5 milyar lira helal para geldi. Şöyle deseler ‘İsmail efendi, bunun içinde 5 liralık bir haram var ama nerededir bilemiyoruz’ o zaman o, paranın tamamını eliyle iter, almaz. ‘Ya o 5 lirayı ayıklayın ya da ben bunu almam’ der. Bu kadar haramlar ve helaller noktasında titizdir. Bizim ortaklı bir dükkânımız vardı. Ben, illallah derdim. Bir zeytin tanesini, bir lokumu yiyemezdik.
VALLAHİ OĞLUM BEN SENİ HİÇ ABDESTSİZ EMZİRMEDİM
Size o üç prensibi söyleyen babayı niye anlatmaya çalışıyorsunuz ki? Anlatamazsınız.
Anlatamam. Çok müteyakkız bir insandı. Anneme döndüm; “Vallahi oğlum ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Ben helale dikkat ettim. Helale dikkat et ve hayır istemeyenlerden uzak dur. Ben seni helal emzirmişim senden hiç şüphem yok” dedi. Kendisi vaktiyle bir rüya görmüş. Başlangıçta iki kızı olmuş, hep başına kakmışlar, “bu kadının da annesi hep kız doğurdu, yine kız olursa evlendirelim” diye. Annem de benim için, “eyvah bu da kız olursa ben ne yaparım” diye düşünmüş. Rüyasına bir pir-i fani girmiş. Bunu almış, sıkmış ve sarsmış. Ve ‘Kızım korkma, al sana dört tane mavzer’ demiş. O da mavzerleri çocuk gibi kıbleye doğru yatırmış, hepsi secdeye varmış. Yedi kardeşiz, aramızda Elhamdülillah namaz kılmayan yok.
Siz kaçıncısınız?
Dördüncüyüm. Benden önce bir düşük olmuş. Ama erkeklerin ilkiyim. İlk olduğum için ceremesini çok çektim. Prototip oluşturmak için ne dayaklar yedim ben babamdan.
(Devam edecek)
YARIN: Risale-i Nur, Bediüzzaman ve Nur talebeleri ile tanışma anı…
www.RisaleHaber.com
 
Üst