Alevilik-Gelin Canlar Bir Olalım

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Gelin Canlar Bir Olalım

ÖMER SEVİNÇGÜL


1.
Alevilik konusu daha belirgin biçimde gündeme geldi. Yüzyıllardır küller altında saklı kalan köz yeniden alevlendi. Konu “umuma açık” mekânlarda tartışılır oldu. Bu tartışmalar artarak devam edecek gibi.
Bu meseleye gösterilen ilgi beni hem sevindiriyor, hem de kaygılandırıyor. Seviniyorum, çünkü bir hakikat arayışının başlangıcı olarak görüyorum. Perde arkasında kalmasındansa gün yüzüne çıkmasını tercih ederim. Kaygılanıyorum, çünkü müfsitlerin kolayca istismar edebilecekleri hassas bir süreci yaşıyoruz.
Olumlu sonuçlar elde edilmek isteniyorsa, mesele dikkatle ele alınmalı ve bozgunculara fırsat verilmemeli. Alevilik, kendisine zorla yakıştırılmak istenen siyasî, ideolojik, felsefî ve hayalî paslarından arındırılarak incelenmeli.

2.
Mesele önemlidir... Peki, beni niçin ilgilendiriyor? Bunun özel bir nedeni var. Ömrümün önemli bir kısmı Aleviler arasında geçti. İnsanlıklarını gördüm, sevgilerini tattım. Yaşadıklarımdan sonra konuya ilgisiz kalamazdım.
Dün gibi hatırlarım... Aralarına katıldığım ilk günlerde tedirgindim. Hafızam, kulaktan duyma bilgilerle doluydu. Peşin fikirlerim ve hatalı zanlarım vardı.
Kısa zamanda ne kadar yanıldığımı anladım. Hayalimdeki sanal duvarlar yıkıldı. Komşularım ve çalışma arkadaşlarımla kaynaşmakta gecikmedik. Samimî dostluklarım oldu. Mana büyükleriyle tanıştım. Gece yarılarına kadar uzayan sohbetler ettim. Beni sevgiyle bağırlarına basan bu insanlara şükran borçluyum.
Onların hem kalbi, hem de dili olmaktır niyetim. Burada, haklarında söylenen yalanları açıklamak, iftiraları çürütmek ve Alevilik gerçeğine bir nebze de olsa ışık tutmak istiyorum. Bu inceleme yazısı, gördüğüm sıcak ilgiye mukabil bir teşekkür mektubu sayılmalı.

3.
Bazı gözlemlerimi özetleyeyim... Dikkatimi çeken erdemlerinin ilki komşulukları oldu. Duyarlı, saygılı, ilgililer... Yardım etmeyi seviyorlar. Misafirperverlikleri atadan kalma bir miras gibi. Gelenek ve görenekleri doğup büyüdüğüm yöredekinden pek de farklı değil. Namus konusunda hassas insanlar. Kendini bilmezlerin ileri geri konuşmalarına aşırı tepki göstermeleri bundan. Sağlam bir aile anlayışları var. Akrabalık bağları kuvvetli. Çalışmayı seviyorlar. Okumaya ve öğrenmeye karşı alâkaları büyük.
Sünnî Müslümanlarda olduğu gibi Alevi Müslümanlarda da dinî eğitim noksanlığı açıkça görülüyor. “Dede”lerin eski tesiri yok. Dini yeterince bilmeyen kimseler, kendilerini din adamı gibi göstermiş, yanlış davranışlar sergilemişler. Yeni nesillerin dinden uzaklaşmalarında bu olumsuz davranışların da büyük etkisi olmuş. Fakat dini bilen samimi “Dede”ler de var. Aleviliği şahsî menfaatlerine âlet edenlerden onlar da şikâyetçi.
Alevi gençler, atalarından devraldıkları değerleri sorguluyorlar. Cetlerine oranla daha tahsilli olmaları, yazılı kaynaklarla yüz yüze gelmeleri, “Sünni” Müslümanlarla bir arada bulunmaları, onlarda İslam dinini araştırma ihtiyacı uyandırıyor. Bir imza günümde kitap imzalatmak üzere yanıma gelen Alevi gence niçin bu ihtiyacı duyduğunu sordum, bana şu cevabı verdi:
“Ben yıllarca Hıristiyanlar arasında yaşadım. O zaman başladı sorgulamalarım. Yerimi tayin etmeye çalışıyorum. Ben kimim? Hıristiyan mıyım? Hayır. Musevi miyim? Hayır. Müslüman mıyım? Evet. Şu hâlde İslâm nedir? Alevi olmak ne demektir? İşte bu sorular zorladı beni. Ben, kimliğimi arıyorum...”

4.
Bir konunun anlaşılmasında kavramları tanımlamanın önemi büyüktür. Her terim açık seçik bilinmeli. Tanımlar öznel olmamalı. Mutlaka kaynaklara inilmeli. Ben de bu yolu izleyeceğim. Tanımları verdikten sonra Alevi büyüklerinden alıntılar yapacak, deliller göstereceğim.

Aleviler Müslüman mıdır?

Elbette, ona ne şüphe! Fakat hakikaten Alevi olmaları şartıyla... Hiçbir dine inanmamakla, hatta ateist/tanrıtanımaz olmakla birlikte, şu ya da bu sebeple kendini Alevi diye tanıtan kimseler de var. “Hakikaten Alevi olmaları şartıyla” demem bundan.
Alevi diye kime derler?
Alevilik yolunu benimseyen kimseye derler.
Şu halde Alevilik nedir?
İslam dinini algılama, yorumlama ve yaşama biçimlerinden biridir.

Alevi terimi nereden geliyor?

Hazreti Ali muhabbetinden... Aleviler, Hazreti Ali radıyallahu anhın, dolayısıyla Peygamber Efendimizin soyundan gelenlere sevgi duymayı “en hayırlı yol” kabul ederler. “On İki İmam” diye adlandırılan din büyüklerine büyük saygı duyarlar.
Alevilik bir fıkıh mezhebi midir?
Hayır, tasavvuf yollarından biridir. Fıkıhta hak mezhepleri esas alırlar. Alevi büyüklerinden olan Kul Himmet şöyle der:

Dinleyip öğüdün almayan kişi
Dinin, tarikatın bilmeyen kişi
Dört mezhep nedendir görmeyen kişi
Harap olur, nice kuldur, efendi.

Alevi ile Bektaşi arasında ne fark var?

Özü birdir... Benzer yorum biçimini benimsemişler. “Hacı Bektaşı Veli” adlı evliyadan feyiz alanlara Bektaşi denmiştir.
“Dede” ve “Baba” diye kimlere derler?
Alevi büyüklerine Dede, Bektaşi büyüklerine Baba demek âdet olmuştur. Her ikisi de hürmet ifadesidir.
Aleviler ve Bektaşiler inandıkları gibi yaşıyorlar mı?
Hem evet, hem hayır... Dinini bilen ve yaşayanlar da vardır, bilmeyen ve yaşamayanlar da.

“Cem evi” nedir?

Alevilerin dergâhlarıdır. “Cem” toplanma demektir. “Cami” ile aynı kökten gelen bir kelimedir. Osmanlılar zamanında Bektaşilerin tekkeleri vardı. Yeniçerilerin ekseriyeti Bektaşi idi...

5.
Alevi ya da Sünni olmak iyi Müslüman olmanın ölçüsü müdür?
Kişinin kendini “Sünni” ya da “Alevi” diye tanımlaması “iyi Müslüman” olmasına yetmez. Önemli olan inanma ve yaşama biçimidir. İnancı bozuk, işleri çürükse, kim olursa olsun, kendine ne ad takarsa taksın, kâmil insan, iyi Müslüman olamaz.
Şu nükteli öykü konumuza ne güzel ışık tutuyor:
Şarkın suyu sert, yüreği yufka insanları vardır, henüz şişe suyu içmeyen, çikolata yemeyi çocuklara özgü bilen kalenderleri. Hele de ihtiyarları...

Bir köy düşün... Köyün orta yerinde bir köy odası... Vakit ikindi ile akşam arası... Bir mangalın etrafına oturmuş sekiz adam... Sohbet dersen, bardaklarındaki demli çay gibi koyu...
Mangaldaki köz küllenmiş artık ama kimin umurunda. Muhabbet ateşi ısıtıyor ruhlarını. Isısı yayılıyor közün, ama kendisi külün altında.
Derken hışımla bir adam giriyor içeriye. Girmek ne kelime, balıklama dalıyor adeta. Yabancı bir adam... Ne selam, ne merhaba... Kendine bir yer açıp çöküyor mangalın yanına. Elleri de üşümüş.
Mangala bakıyor ki, közün üstünü kül örtmüş. Derin bir nefes alıp var gücüyle üflüyor. Güya ateşi ortaya çıkartacak.
Olanca kül kalkıyor havaya, bizim kalenderlerin saçına, sakalına, beresine, sakosuna, şalvarına konuyor.
Densizlik işte. İçeriye girmenin de bir adabı vardır. Ve dahi mangalla ısınmanın... Halkadakilerden biri tepeden tırnağa süzüyor kül savuranı, “Nerelisin gardaş?” diyor tok bir sesle.
Adam cevap vermeye hazırlanırken, elinde oltutaşından mamul tespihi, ağzında kız saçı tütünden sarma sigarasıyla oturan bir ihtiyar, “De bırak!” diyor hiddetle, “Ne soruyorsun! Adam değil ya, nereli olursa olsun!”

6.
Alevilik diye adlandırılan İslami yorum biçiminin yazılı kaynakları yok denecek kadar azdır. Hakkında birbirine taban tabana zıt yorumlar yapılabiliyor olmasının bir sebebi de budur. Her topluluk, kendine uyan bir tanımla ortaya çıkıyor. Kimi politik amacına araç yapıyor onu, kimi dinî kökeninden koparmaya çalışıyor, kimi de kendi yaşama biçimini Alevilik diye sunuyor.

Söz gelişi, ebeveynleri Alevi olan eski tüfek bazı Marksistler, hiçbir dine inanmamaları sebebiyle, “Alevilik bir kültürel yaşam biçimidir” diyerek onu dini bağlamından koparmaya çalışıyorlar. Bir kısım namazsızlar, kendi meşreplerini Alevilik diye sunarak, “Alevilikte namaz yoktur” diyebiliyorlar. Yok mu gerçekten? Birazdan göreceğiz.
Hakiki Aleviler ise, bir yandan haklarında söylenenleri izliyor, bir yandan da “işin doğrusunu” anlatmaya çalışıyorlar. Bunun için de Alevi öncülerinin şiirlerini okuyor, semahlarını dinletiyorlar. Çünkü Alevi büyükleri, bilgilerini ve duygularını şiirlerle anlatmışlar. Kültürel birikimlerini daha sonraki nesillere nutuklarla, nefeslerle, deyişlerle intikal ettirmişler.

Bu nedenle, Aleviliğin ne olduğunu anlamak için öncelikle Alevi mürşitlerin didaktik şiirlerine bakmak gerekir. Bir yolun adabını o yolun öncülerinden daha iyi kim bilebilir ki! Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Kul Hüseyin bu mürşit şairlerin en ünlüleridir. Biz de onlardan soralım. Bakalım nasıl tanımlamışlar yürüdükleri yolu.

7.
Alevilerin tartışmasız en büyük rehberlerinden biri olan Pir Sultan Abdal Aleviliği şöyle tarif ediyor:

Muhammed dinidir bizim dinimiz
Cibril-i Emin’dir hem rehberimiz
Tarikat altından geçer yolumuz
Biz müminiz, mürşidimiz Ali’dir.

Başka bir şiirinde şöyle der:

Şeriat yolunu Muhammed açtı
Tarikat menzilini Ali seçti.

Şeriat, “din” terimiyle eşanlamlıdır. İlahi emir ve yasaklardan ibarettir. Cibril-i Emin, Cebrail isimli vahiy meleğidir. Tarikat ise, kuvvetli bir imandan sonra, ibadetler ederek, günahlardan sakınarak kalbini arındırıp “kâmil insan” olmanın yolları demektir. Yukarıda “Alevilik bir tariktir, bir tasavvuf yoludur, bilinen anlamda bir mezhep değildir” dememin sebebi budur.

Kul Himmet de aynı konulara temas eder:

Şefaatçim Muhammed Mustafa’dır
İmamımız Ali ayn-ı vefadır.

Şair, Peygamber Efendimize bağlılığını şu mısralarında gayet özlü bir biçimde dile getirir:

Miraçtaki Muhammed
O benim padişahımdır.

Alevi Müslümanlar tarafından çok sevilen Kul Hüseyin ise tasavvuftaki “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” sıralamasını benimsediğini şu mısralarıyla dillendirir:

Evvel kapı şeriattır girerler
Tarikatta gonca güller dererler.

8.
İkinci adımımız “iman” meselesi olsun. Peygamber, Kitap, Ahiret gibi iman rükünleri hakkında ne diyorlar, görelim.
Pir Sultan Abdal, imanını şu kıtasıyla dile getirir:

Muhammed dünyaya geldi
Kalbimiz nur ile doldu
İmam Cafer hocam oldu
Okurum Kuran’dan beri.

İmam Cafer Hazretleri, On İki İmam’ın büyüklerinden olup ilim ve takvasıyla meşhur önemli bir âlimdir. “Caferilik” diye bilinen mezhebin imamıdır.
Kul Himmet ise, muhabbeti tanımlarken şu mısralarla coşar:

Muhabbettir lâilâhe illallah
Muhabbettir Muhammed Resulullah
Muhabbettir Ali şah veliyullah
Üç isim manada birdir, muhabbet.

Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed onun resulüdür. Ali, Allah’ın şah velisidir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Hepsini sevmek gerekir. Üç isim, yani Allah, Muhammed ve Ali aynı manayı dile getirir. Hazreti Ali velidir. Hazreti Muhammed peygamberdir. Veli, peygamberin mesajını taşır. Peygamber ise, Rabbinden gelen vahyi tebliğe memurdur. Bu şiirde Hazreti Ali sevgisinin Allah ve Peygamber sevgisine vasıta olduğu açıkça bellidir.

Pir Sultan, muhabbet faslında daha da özlü konuşur:

Muhabbet nedir? Muhammed.
...
Rehber Muhammed’dir, mürşit Ali’dir.
...
Aşk ile yürüdük sen pîre geldik
Muhammed cemalin seyrana geldik.

Kul Hüseyin, kabir sualinden bahsederken şöyle der:

Azrail gelince çekilir zahmet
Kabire varınca kopar kıyamet
Rabbim Allah deyip, nebim Muhammed
Ol makamda söz budur cevap budur.

Kul Hüseyin, bir alev dili gibi insanın içini yakan şiirinde Peygamber Efendimize şu sözlerle seslenir:

Sabahın seherinde yârin yolun gözlerim
Al elim ya Muhammed divanda ağlatma bizi
Hem kalbimde şahadetsin hem dilimde ezberim
Al elim ya Muhammed divanda ağlatma bizi.

Pir Sultan Abdal melâike, kabir suali, sırat ve ahiret hakkında şöyle der:

İki melek gelir sual sorarlar
Dökerler hurcunu cevher ararlar
Bir kılın üstüne köprü kurarlar
Geçemezsin Hakka kul olmayınca.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Cevap: Alevilik

. 9
Ya ibadet? Ya namaz? Bakalım bu konuda ne buyurmuşlar.
Pir Sultan Abdal şu şiirinde namazı tavsiye eder:
Ay Ali’dir, Gün Muhammed
Kılasın farz ile sünnet
Yedi tamu, sekiz cennet
Bülbül oynar gül içinde.
Burada, Gün yani Güneş Peygamberimize, Ay ise Hazreti Ali’ye benzetilmekle, feyiz kaynağının Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellem olduğu anlatılmaktadır. Şiirde geçen “tamu” cehennem demektir. Şair, başka bir şiirinde şöyle der:
Hani bizden evvel gelen
Beş vaktini tamam kılan
On parmağı pınar olan
El Muhammed, Ali’nindir.
Pir Sultan, şu mısralarında kendi nefsine hitap ederken, başkalarına ders verir:
Pir Sultan Abdal’ım ölürüm deme
Kıl beş vakit namaz kazaya koma
Sakın bu dünyada kalırım deme
Tenim teneşirde, özüm sağdadır.
Kul Hüseyin de namazı tavsiye eder:
Müminin selâmını almalı
Tarikatta tasdik olup durmalı
Üç sünneti yedi farzı kılmalı
Kırk makamda dört duvarın babı odur.
“Üç” sünnet ve “yedi” farzın, “yirmi üç” rekât sünnet ve “on yedi” rekât farz olmak üzere toplam kırk rekât günlük namaz olduğu açıktır. Alevilikte namaz yoktur diyenlerin kulakları çınlasın!
Kul Himmet namazın önemini şöyle dile getirir:
Namazı sorarsan ağız tadıdır
Şeriatın edebidir, ududur.
Sonra da bu önemli ibadeti tarif eder:
Dinleyip öğüdün almayan kişi
Dinin, tarikatın bilmeyen kişi
Dört mezhep nedendir görmeyen kişi
Harap olur, nice kuldur, efendi.
Sabah dört, öğlen on, bana beyandır
İkindi sekiz, gerisi nihandır
Akşam beş, yatsı on üç, bil ayandır
Bunları öğrendik, bildik efendi.
Bir günün farzını on yedi buldum
Sünneti yirmi üç, vitiri kıldım
Sualine cevap vermeye geldim
Var sen de kaçanı üttür efendi.

Buraya kadar yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı üzere, Alevi pirler, temel konularda Sünnîlerle aynı çizgidedirler. Allah, Kuran, ahiret, melâike, ibadet ve benzeri meselelerdeki tavırları hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar nettir.
Bu vesileyle bir noktayı daha aydınlatmakta fayda var. Malum kimseler, Pir Sultan Abdal’ı daima siyasî cephesiyle nazara vermek arzusundadırlar. Oysa o, katılmak zorunda kaldığı kargaşadan dolayı üzüntü içindedir. Çünkü birbiriyle mücadele edenler iki Müslüman topluluktur. Pişmanlık ve üzüntüsünü şu mısralarıyla dile getirir:
Atlarımız yemin yedi silindi
İki kardeş karşı karşı salındı
Ciğerciğim delik delik delindi
Sal Allah’ım sal sılaya gideyim.
Allah rızası için barış içinde yaşamak varken eski zamanlarda zuhura gelen ihtilafları bugüne taşıyıp düşmanlıkları körüklemenin kime ne yararı var?

10.
Yukarıda bazı terimleri tanımlamış, Alevi teriminin “Hazreti Ali muhabbetini meslek ittihaz eden” manasına geldiğini söylemiştim. Kaynaklarda görülen ifadeler ise, Aleviliğin bir tasavvuf yolu olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Tıpkı Mevlevilik gibi... Mevlevilikteki “sema”nın yerini Alevilikte “semah” almıştır. Mevlevi dergâhları caminin alternatifi olmadığı gibi cem evleri de caminin alternatifi değildir. Öbür İslam mezhep ve meşreplerine Sünnilik namını takarak Alevilik adına muhalefet etmek yersizdir. Aleviliği İslâmî daireden ayırıp dine muhalif bir felsefe gibi takdim etmek ise büsbütün hatadır, iftiradır, ihanettir.
Sahih Alevilerin imanı tamdır. Nitekim şiirlerinde bunu da açıkça gördük. Hazreti Muhammed aleyhisselamın son peygamber olduğunu bilirler. Dinin esası olan Kuran-ı Kerim’in emirlerini kabul eder, uygulamaya çalışırlar. Hazreti Ali Efendimizi ise, iman hakikatlerini yaymak için hayatını veren bir mürşit bilir, ondan feyiz alırlar. On İki İmam’ı, Peygamberimizin neslinden geldikleri ve dine hizmet ettikleri için severler.

Hakiki Alevilerin temel konularda öbür Müslümanlardan farkları yoktur. Her ikisi de aynı ilaha, aynı peygambere, aynı kitaba inanırlar. Binlerce birlik cihetleri vardır. Alevi ve Sünnî kelimeleri daha ziyade tarif için kullanılır. Esasen netice birdir. Çünkü Sünnî, “Peygamber Efendimizin izinde giden” demektir. Hazreti Ali de kuşkusuz bu yoldan gitmiştir. Alevi ise, “Hazreti Ali radıyallahu anhı seven” demektir. Sünnî Müslümanların Hazreti Ali radıyallahu anhı sevmediğini kim söyleyebilir! Sünnîler, o zatı sever ve hürmet ederler. Ekser Sünnî tarikatların da şahı yine Hazreti Ali kerremallahu vechedir.
İki Müslüman topluluk arasındaki fark, daha ziyade yorumlardadır, ayrıntılardadır. Biraz da tarikattaki usul farkından dolayıdır. Bu fark, iki Sünnî tarikat arasında da kısmen mevcuttur.

11.
Alevilikte “Ehlibeyt” sevgisinin önemli bir esas olduğunu biliyoruz. Şu halde nedir Ehlibeyt ya da kimlerden oluşur? Bu sevginin dinimizdeki hükmü nedir?

Ehlibeyt, Peygamber Efendimizin ev halkıdır, onların neslinden gelen güzide Müslümanlardır. Dolayısıyla Hazreti Ali Efendimizin de soyundan. Peygamber Efendimiz, bir hadisinde, “Her peygamberin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin neslidir” buyurur. On İki İmam, yani Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Zeynel Âbidin, Hazreti Muhammed'ül Bâkır, Hazreti Cafer'üs Sâdık, Hazreti Mûsâ-i Kâzım, Hazreti Aliyy'ür Rızâ, Hazreti Muhammed'ül Takiyy'ül Cevâd, Hazreti Aliyy'ün Nakî, Hazreti Hasan'ül Askerî, Hazreti Muhammed Mehdî bu mübarek neslin en büyükleridir.
Her Müslüman onları sever ve sayar. Ehlibeyt muhabbeti her mümine vaciptir. Çünkü Kuran’ın emridir: “Resulüm sizden peygamberlik vazifesine karşılık ücret istemez. Yalnız yakınlarına sevgi ve saygı istiyor.” Peygamber Efendimiz ise, bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Size verdiği nimetlerden dolayı Allah’ı sevin. Beni de Allah için sevin. Ehlibeytimi de benim için sevin.”
Şüphesiz, her konuda olduğu gibi, Ehlibeyt muhabbetinde de ölçülü olmak gerekir. Aksi hâlde, Hazreti İsa aleyhisselama dengesiz sevgilerinden dolayı “ibnullah” diyerek sapıtan Hıristiyanlara benzemek tehlikesi baş gösterir. Sevgi, Allah ve Peygamber hesabına olmalıdır.


12.
Ehlibeyt sevgisi kişiyi ibadet yükümlülüğünden kurtarmaz. Bilakis, daha fazla ibadete sebep olmalıdır. Çünkü seven sevdiğine benzemek ister. Sevdiğine uymayanın sevgisi ancak bir vehimden ibaret kalır. Namaz ve benzeri emirler, Peygamberimize ve Hazreti Ali’ye bile farzken, onlara tâbi olanlara nasıl farz olmaz! Hazreti Ali namaz kılar mıydı? Evet. Mescide girerken şehit edilmişti. Güzide evlatları Hasan ve Hüseyin namaz kılarlar mıydı? Yine evet. Ya daha sonraki imamlar? Onlar da kılarlardı. Şu halde ne anlamı olabilir “Alevilikte namaz yoktur” demenin! Evvel yok idi iş bu rivayet yeni çıktı!
Namaz konusunda dinimizin emri gayet açıktır. İşte Nisa suresinden bir ayet: “Namazı dosdoğru kılın, muhakkak namaz, müminlere belirli zamanlarda yapılması gereken bir farzdır.”
Şu ayet de Ankebut suresinden: “Namaz kıl, zira namaz her türlü kötülükten korur.”
Peygamber Efendimiz, sahabelerine sorar: “Söyleyin bana, kapısı önünden bir nehir geçip de günde beş defa o nehirde yıkanan kişinin üstünde kir kalır mı?”
“Hayır, asla kalmaz” dediler.
O zaman şöyle buyurdu: “İşte namazın misali budur. Allah, bu beş vakit namaz sebebiyle bütün günahları siler, yok eder.”

13.
Kuran, Hadis ve İslam tarihi hususunda yeterli bilgiye sahip olmayan bir kısım Alevileri aldatmak için bozguncular tarafından ortaya atılan bazı yalanlar var.
Birincisi: Sünnî Müslümanların, Yezit isimli zalimin zulmüne taraftar olduğu yalanı... Oysa Sünnîler, Peygamber Efendimizin “Güllerim, reyhanlarım, goncalarım” diyerek öpüp kokladığı sevgili torunlarına zulmeden zalimleri asla sevmezler. Kerbelâ faciası ve benzeri olayları gözyaşlarıyla hatırlarlar. Yezit ve Velit gibi adamları gaddar, zalim ve facir bilirler. Halis bir Müslüman onların zulmüne nasıl taraftar olur!
İkincisi: “Kuran aslını koruyamadı” demeleri. Ne çirkin bir iftira! Allah, “Kuran’ı biz indirdik, koruyacak olan da Biziz” buyurmuşken böyle bir cinayeti kim işleyebilir? Kuran, Allah kelâmıdır. Cebrail aleyhisselâm vasıtasıyla Peygamber Efendimize yirmi üç yılda nazil olmuştur. İnen ayetler hemen yazılmıştır. Kâtiplerden biri de Hazreti Ali Efendimizdir. Tahrif iddiası, başta Hazreti Ali olmak üzere, bütün sahabelere iftiradır. Allah kelamını eksiltmenin veya artırmanın “küfür” olduğunu bilen sahabeler böyle bir cinayete nasıl teşebbüs ederler? Öyle olsa, diğer sahabeler buna göz yumarlar mıydı? Onlar ki, “Benim sahabelerim yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz” hadisiyle övülmüş insanlardır.
Üçüncüsü: “Ali, kendini sevenlerin namazını kıldı” demeleri. Şüphesiz, bu yalanın maksadı bazı safdil Müslümanları namazdan uzaklaştırmak. Aklı başında bir Müslüman, bu sözü duyunca sadece güler geçer. Bilir ki, Hazreti Ali radıyallahu anhın ömrü sınırlıdır. Milyonlarca kişinin namazını kılmasına imkân var mı? Kaldı ki, birinin namaz kılmasıyla, başkası sorumluluktan kurtulamaz. Bakara suresindeki, “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendinedir ve yaptığı fenalığın zararı da yine onadır” ayeti bu hakikati açıkça gösteriyor. Hadisin ifadesiyle “dinin direği” olan namaz, bu gülünç iddialar yüzünden nasıl terk edilir? Tembellik sebebiyle ibadeti terk etmek ise büsbütün başka bir meseledir.

14.
İhtilaftan medet umanlar var. Memleket tarlasına nifak tohumları ekiliyor. Koyun postuna bürünen kurtlara dikkat etmek şart oldu. “Müminler kuşkusuz kardeştirler” ayetinin hükmüne her zamankinden daha ziyade muhtacız.
Teferruatta farklılık gösteren noktaları rafa kaldırmanın zamanı gelmiştir. Sahabeler arasındaki olayları tartışmak ne farzdır, ne de sünnet. Dedikoduların ise günahtan başka meyvesi yoktur. Ayrılıktan bozguncular istifade eder. Müslümanları parçaladıktan sonra, birini diğeri aleyhinde kullanmak istiyorlar. Günü gelince o âleti de kıracaklar.

Dinimiz hakkı için onlara fırsat vermeyelim. Binlerce birlik cihetimiz var, biz niçin birlik olmayalım?

İlahımız bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir, vatanımız bir iken biz niçin bir olmayalım? Birlikten dirlik doğar. Dinimizin emrine uyup sımsıkı kenetlenme vaktidir artık. İslamiyet hem dünya, hem de ahiret hayatımızın ruhudur. Manası barıştır, sevgidir, kardeşliktir. Dinimiz, ölüm karşısında yegâne sığınağımızdır. Ecel söz konusu olunca susmak zorunda kalan beşerî fikirler kabir kapısında sönmeye mahkûmdur.

15.
Yapmamız gereken ilk iş, dinimizi öğrenmek. Kulaktan duyma bilgilerin zararını çok gördük. Peşin hükümlerden sıyrılıp, hakikat aşkıyla araştırmalar yapalım. Dinin temel kaynakları olan Kuran ve Hadis önümüzde duruyor.
Peygamber Efendimizin tavsiyesini hatırlayalım:
“Size iki şey bırakıyorum, onlara uyduğunuz müddetçe sapmazsınız: Kuran ve Sünnetim.”
Bu hadis temel kaynaklarda şu lafızlarla da yer almıştır:
“Size iki şey bırakıyorum, onlara uyduğunuz müddetçe sapmazsınız: Kuran ve Ehlibeytim.”

Kuran, insanı her iki cihanda aziz edecek düsturlarla doludur. Sünnet ise, Peygamber Efendimizin nurlu yoludur. On İki İmam namıyla meşhur kâmiller bir ömür hep bu yolu izlediler. Allah için, Muhammed için, Kuran için nice çilelere katlandılar.

Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise fani bir yolcudur. Şu kısa ömür vazifelerle dolu. Allah rızası ve ebedî cennet burada kazanılacak. Bu fırsat bir kere verilmiş. Yolculuğumuzun geri dönüşü yok. Kabir bizi bekliyor. Dünyanın ne malı, ne de makamı orada beş para etmiyor. Şu halde manevî azığımız iman ve ibadet olmalı.
Kardeşçe yaşayalım. Muhabbet, gıdamız olsun. İslâm binası “Müslüman’ım” diyen herkesi içine alacak kadar geniştir. Hem dünyayı, hem de ahireti birbirimize dar etmeyelim. Bizi bekleyen sonsuz hayata doğru el ele yürüyelim.
Ve... “Gelin canlar bir olalım!”

SON SÖZ
Son sözüm mührü elinde tutanlara... Alevilik, ülkemizin bir gerçeğidir. Büyük bir mesele olarak önünüzde durmaktadır. Sorunlar yok sayılmakla yok olmazlar. Sorumlu davranmak zorundasınız. Yirmi yıllık gözlem ve incelemelerimden süzülen şu tavsiyelerime kulak veriniz:

1. “Sünniler” tarafından yapılacak düzenlemeler asla kabul görmez, en başta bunu bilmelisiniz. Alevi büyüklerinin katılımıyla çalışmalar yapılmalı ki müsmir olsun. Alevilik konusundaki nihai kararı Aleviler vermeli. Bu İslami yorum biçiminin fıkhını, ilkelerini, kurallarını kendileri tedvin etmeliler.

2. Tüm Alevilerin değilse bile ekseriyetin kabul edeceği bir Alevilik tanımı meydana çıkmalı. Bunun için, Alevilik hakkında bilgi sahibi şahıslardan bir heyet kurulmasına zemin hazırlayın. Bu heyete Aleviler tarafından kabul gören başka âlimler de katılabilir. İlim kurulları “Alevilik nedir?” sorusunun cevabını araştırsınlar. İlkelerini, kurallarını, uygulamalarını tedvin etsinler. Çalışmaların sonuçlarını kitaplar halinde yayınlasınlar.

3. Diyanet kurumunda güçlü bir Alevilik bölümü oluşturun. Bırakın Alevi Müslümanların manevi sorunlarıyla bunlar ilgilensinler. İbadet yerlerinin inşası ve tanzimi işine de yine bunlar baksınlar. Süre gelen tek tipleştirme anlayışının meşum sonuçları ortada. Halkınıza güvenin. Daha fazla özgürlük verin. Kaygılanmayın. Hiçbir sonuç şimdikinden fena olmayacaktır.

4. Alevilerin çoğu “cami” yerine “cem evi” ismini benimsiyor. “Peygamberimiz zamanında cami yoktu, mescit vardı” diyorlar. Bu hassasiyeti göz ardı etmeyin. İsimleri tartışmanın kimseye bir yararı yok. “Cami ortak ibadet yeridir” demekle de iş bitmiyor. Kalbinde “mescit” olan bir “cem evi külliyesi” Alevi Müslümanları memnun eder. Bunun modeli tarihimizde vardır. Yanında dergâh bulunan camiler yapılmış. Merkezinde mescitler olan cem evleri yapılabilir.

5. Alevi din adamlarının yetişmesi için ilahiyat fakültelerinde öğrenim imkânı sunun. Müstakil kürsüler kurun. Mastır ve doktora çalışmaları yaptırın. Alevi bilginler ve hocalar yetişsin. Cem evi mescitlerine buralardan yetişecek imamları tayin edin. Bunların yetişmesi zaman alacaktır. Geçiş döneminde mevcutlardan yararlanın. Dedelere imkânlar sunun.

6. Bu konudaki teşebbüsleriniz toplumsal barış için zemin hazırlayacaktır. Demokrasi tekâmülünün önemli bir adımı olacaktır. Avrupa serüveninin de en hassas süreçlerinden biri... Fakat bunlar hikmetlerdir, neticelerdir, hakiki sebepler olamazlar. Çalışmalarınızı güncel politikaların rengine boyamayın. Mesele her şeyden önce dinîdir. İhlâs gerektirir. Samimi davranmazsanız muvaffak olamazsınız. Muhlis olursanız Allah da size yardım eder. Vesselam! n

Not: Pir Sultan Abdal, Kul Himmet ve Kul Hüseyin gibi Alevi öncülerinin şiirleri, Cahit Öztelli tarafından hazırlanan ve Özgür yayınevi tarafından yayınlanan “Pir Sultan Abdal” ve “Pir Sultanın Dostları” adlı kitaplardan alınmıştır. Aynı şiirler pek çok kaynakta da bulunmaktadır. Keza başka Alevi Bektaşi şairlerin de bu mealde şiirleri vardır. Dileyen araştırıp görebilir.
 

Nilüfer

Member
Cevap: Alevilik

Eğer birlik ve beraberlikten bahsediliyorsa alevilik konusu kesinlikle ne gözardı edilmeli ne de ötelenmelidir. Alevilik nedir? ne değildir? gibi birçok can alıcı sorunun yanıtı bulunmalıdır. Bu konuda toplumsal bir mutabakata varılmalıdır. Ama bunu yaparken de Alevi tarafındaki din adamları ile muhatap olunmalıdır. Çünkü günümüzde Alevilik kavramının eşanlamlı kelimesi siyaset olarak algılanmaya başlandı. Alevilerin içindeki siyasi odaklarla girilecek tartışmalar yarar getirmez, bilakis zarar verir.
 

Nur-i-Ahmet

Yeni Üye
Cevap: Alevilik

Her türlü inanç ve düşünceye saygı gösterilmeli, siyaset konusu yapılmamalı. Alevilik inancına inanan inanan insanlarda tabiki dinlerini yaşama öğrenme hakkına sahip olmalılar.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
RİSALE-İ NUR'DA ALEVİLİK

Peygamber Efendimizin ( s.a.v ) soyundan gelen Âl-i Beyt'i Allah için sevmek, Hanefi mezhebinde vacip, Şâfiî mezhebine göre farzdır. Cenâbı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm De ki: Ben bu risalet ve irşat hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûra Sûresi, 23) Bu Ayet-i Kerime'de geçen “akrabalık sevgisi” tabiri için, Bediüzzaman “Ehl-i Beytimi sevmenizi isterim” manasını vermektedir. ( Lem'alar )

Bir Hadis-i şerif 'te Peygamber Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurmaktadırlar: “Allah'ı size verdiği nimetlerinden dolayı sevin. Beni de Allah için sevin. Âl-i Beyt'imi de benim için sevin.” Diğer bir hadîs'te ise: “Bir kimse, sahabelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt'imi sever de onların herhangi birine ayıplamada bulunmazsa, onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse kıyamet günü benimle beraber olur.”

Yukarıdaki hadis-i şerifler, Âl-i Beyt'i sevmenin dinimizdeki yerini, en veciz ve en açık bir şekilde ifade etmektedir.

Âl-i beyt'i sevmek, kuru ve ruhsuz bir sevgi olmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi Âl-i Beyt'i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. O sevginin Allah ve resulü (a.s.m) hesabına olduğunun en büyük delili, Kur'ana ve Sünnet-i Seniyye 'ye sıkı sıkıya sarılmaktır.

Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Âl-i Beyt'ten vazife-i Risaletçe muradı Sünnet-i Seniyye'sidir. Sünnet-i Seniyye'yi terk eden hakikî Âli Beyt'ten olmadığı gibi Âl-i Beyt'e hakikî dost da olamaz.” ( Lem'alar )

Bu hakikate binâen , ancak Sünnet-i Seniyye'ye tâbi olan bir Müslüman, Âl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmiş olacaktır.

Bu manayı Peygamberimiz (a.s.m), şu mealdeki hadis-i şerifleriyle aydınlatmaktadırlar: “Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara yapışsanız kurtulursunuz. Birisi Kur'an-ı Kerim, biri Âl-i Beyt'imdir.”

Bu hadiste Kur'ana ve Âl-i Beyt'e yapışmanın birlikte zikredilmesiyle, şöyle bir hakikat dersi verilmeye çalışılmıştır. Allah'ın Kitabı'nı seven ve tabi olan her Müslüman, Âl-i Beyt'i sevecek ve hürmet edecek, Âl-i Beyt'i seven her Müslüman da Allah'ın Kitabıyla amel edecektir. ( Mehmet kırkıncı, Alevilik Nedir?, Zafer Yayınları )

Şayet Al-i beyt sevgisini müstakil olarak, kur'an ve sünnetten ayrı düşünürsek, çok büyük bir sistem hatasına düşmüş oluruz. Çünkü, Başta Peygamberimiz (a.s.m) olmak üzere tüm peygamberlerin ve insanların yaratılışının gayesi ve hikmeti, Allah'a iman etmek ve O'nu tanıyıp ibadet etmektir. O halde Al-i Beyt sevgisini soyut olarak düşünmek, Resulüllah Efendimiz (a.s.m.)'in insanlara sadece Âl-i Beyt'i sevdirmek için gönderilmiş olduğunu kabul etmek demektir.

Bu tarz bir anlayış ise, insanların yaratılış gayesini sadece bir tek sevgiye bağlamak olur ki, hem Allah'ı tanıma ve sevmeye hem Allah'a ibadet etmeye hem de diğer iman hakikatlerine gerekli ehemmiyeti verdirmeye mani olmaktadır. Buna delil olarak, Alevilerin Ehl-i beyt sevgisinde çok ileri, ama sair değerlerde çok geri kalmaları gösterilebilir.

Ehl-i Beyt'i seven her mümin, ibadet vazifesini yerine getirmekle beraber, onları kendisine örnek almalı, onlara benzemeye çalışmalı ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir. Ehl-i Beyt'i gerçek anlamda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşebilir.

Risale-i Nurlarda Ehl-i Beyt sevgisi Ayet, Hadis ve Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri çizgiden başkası değildir. Nurlardaki Alevilik konusu ise, Ehl-i sünnet muhakkiklerinin beyan ettikleri ifade ve görüşlerle birebir örtüşmektedir.

Buna göre, Risale-i Nur'da Şiilerin ve Alevilerin kabul ettikleri bazı meselelerin tashihi yapılmakla beraber, Sünniler ile Alevilerin birbirlerine nasıl bakmaları ve davranmaları gerektiği hususunda güzel ölçüler verilmiştir.

Bu Ölçüler:
1- Bediüzzaman Said Nursi, Ehl-i sünnet alimlerinin ifade ettikleri gibi Hz. Ebubekir (r.a ), Hz. Ömer (r.a ) ve Hz. Osman (r.a )'ın halifeliğe daha layık olduğunu kabul etmektedir. Ama Hz. Ali (r.a)'ı Al-i Beytin şahs-ı manevisini temsil etmesi cihetiyle daha üstün ve yetişilmeyecek bir makam sahibi olduğunu da özellikle belirtmektedir.

“Hazret-i Ali'ye (r.a) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem (a.s.m) bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (r.a) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'i (r.a) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet'te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (r.a) Âl-i Beytin şahs-ı manevisinin mümessili ve Âl-i Beytin şahs-ı manevisi ise, Muhammed (a.s.m)'ın hakikatini temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (r.a) hakkında söylenen fevkalâde methedici hadisler, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyit eden sahih bir hadis var ki; Resul-i Ekrem (a.s.m) ferman etmiş: "Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali'nin (r.a) neslidir." ( Lem'alar, 23)

2- Bediüzzaman'a göre, Peygamberimiz (a.s.m)'ın Hz. Ali (r.a) hakkında söylediği methedici hadislerin ümmet içerisinde çokça yayılmasının sebebi, Hz. Ali (r.a)'ın diğer büyük sahabelerden büyük olduğu için değil, diğer başka hikmetler içindir.

“Hazret-i Ali'nin (r.a) şahsı hakkında sair halifelerden ziyade methedici hadislerin çoklukla yayılmasının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkit ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Diğer üç halife ise, öyle tenkit ve hücuma çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki hadislerin yayılmasına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a) elîm hadiselere ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali'yi (r.a) ümitsizlikten ve ümmetini onun hakkında sû'-i zandan kurtarmak için “ben kimin dostu isem Ali'de onun dostudur” gibi mühim hadîslerle Ali'yi (r.a) teselli ve ümmeti irşat etmiştir.” ( Lem'alar, 24)

3- Bediüzzaman, hayatı boyunca toptancılıktan hep kaçınmıştır. O'na göre, yanlış fikir taşıyan bir gurubun tüm fertleri aynı oranda mesul değildir. Bediüzzaman hazretleri, Şiileri ve Alevileri de ikiye ayırmaktadır. Hz. Ali'yi (r.a) “Velilerin Şahı” olarak kabul eden Şia-i velayet ile “Halifelik Hz. Ali'nin hakkı idi ve O'ndan gasp edildi” diyen Şia-i hilafet'in aynı hissi taşımadığını ve aynı mesuliyette olmadığını şu ifadelerle ortaya koymaktadır:

“Hazret-i Ali'ye (r.a) karşı şîa-i velayetin aşırı muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri (makamını büyük göstermeleri), kendilerini şîa-i hilafet derecesinde mesul etmez. Çünkü ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşitlerine bakarlar. Muhabbet ifratı gerektirir. Mahbubunu (sevdiğini) makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin fazlalığından ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, diğer üç halifenin gıybetine ve düşmanlıklarına gitmemek şartıyla ve İslâmi esasların haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler. Şîa-i hilafet ise; siyasetin acımasız çarkına girdikleri için, düşmanlıktan, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar.” ( Lem'alar, 24)

4- Nurlarda Hz. Ali ( r.a )' ın asıl şiası ve dostlarının , Ehl-i sünnet olduğu da şu ifadelerle ortaya konmaktadır:

“Hadîsçe Hazret-i Ali'nin (r.a) şîası hakkındaki Peygamberimizin övgüsü , Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali'nin (r.a) şîaları (dost), ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Çünkü , Şiiler Hazret-i Ali'yi (r.a) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde eksik görüyorlar ve kötü ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: "Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (r.a) onlara takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş. " Acaba böyle İslâm kahramanı ve "Allah'ın Aslanı" unvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara görünürde muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade korku altında takiyye etmekle haksızlara tabi olmayı kabul etmekle vasıflandırmak, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a) uzaktır. İşte Ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali'yi (r.a) eksiltmez, kötü ahlâk ile ittiham etmez. Hazret-i İsa (a.s)'a karşı fazla muhabbet, Hıristiyanlar için tehlikeli olduğu gibi; Hazret-i Ali (r.a) hakkında da o tarzdaki aşırı muhabbet, sahih bir hadîste tehlikeli olduğu beyan edilmiş.” ( Lem'alar, 25)

5- Bediüzzaman Said Nursi, Şiilerin Hz. Ali (r.a)'ı aşırı sevmekten dolayı tehlikede olduklarını aşağıdaki hadis-i şerife dayandırmaktadır:

“Hz. Peygamber (a.s.m) İmam-ı Ali'ye (r.a) demiş: Sende Hazret-i İsa (a.s) gibi iki kısım insan helâke gider. Birisi, aşırı muhabbetle; diğeri, aşırı düşmanlıkla. Hıristiyanlar Hazret-i İsa'ya muhabbetlerinden dolayı, meşru çizgi aşmak ile hâşâ "Allah'ın oğlu" dediler. Yahudiler ise, düşmanlıklarından çok sıkıntı verdiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım insanlar, meşru olan muhabbet sınırı aşacak, seni sevmekten helâke gidecektir. “Onların bir lakabı var ki, onlara Rafızi denilir” demiş.
Bir kısım insanlar ise, sana düşmanlıkta çok ileri gidecekler, onlar da Haricilerdir ve Emevîlerin ileri gelen bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara Nasibe denilir.”
(Mektubat, 107; Müsned, 1:160; Müstedrek, 3:103)

6- Şiiler ve Aleviler, Ehl-i sünneti “Yezidin zulmüne taraftardırlar” diye suçlamalarına karşı, Bediüzzaman şunları söylemektedir:

“Haccac-ı Zâlim , Yezid ve Velid gibi heriflere, İlm-i Kelâmın büyük allâmesi olan Sâdeddin-i Teftezanî "Yezid'e lânet caizdir" demiş; fakat, "Lânet vacibdir" dememiş; hayırdır ve sevabı vardır dememiş.” ( Tarihçe-i Hayat, 502 ) Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat bu gibi zalim insanların yaptıklarına değil taraftar olmak, bazı alimler onlara laneti bile caiz görmüşlerdir. Bu nedenle, Alevilerin bu noktadan da Ehl-i sünneti tenkit etmelerinde hakları yoktur.

7- Bediüzzaman , Şiilerin kabul etmedikleri ve tenkit ettikleri ilk üç halifeye, Hz. Ali (r.a )'ın kendi iradesi ve isteği ile tabi olduğunu ve onları haklı gördüğünü şu tespitlerle ortaya koymaktadır.

“Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnetin mezhebi derler ki: "Hazret-i Ali (r.a), ilk üç halifeyi hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve üstün gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş." ( Lem'alar, 26)

8- Said Nursi, bazı Harici ve Vehhabî zihniyetli insanların Hz. Ali ( r.a)'ı tenkit etmelerinden, Ehl-i sünnetin mesul tutulmamaları gerektiğini de aşağıdaki ifadelerle savunmaktadır:

“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise orta yoldur ki Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyasi düşünenler ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali'yi (r.a) tenkid ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmediği gibi aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali'nin (r.a) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali'yi (r.a) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Özellikle çoğunluğu Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, O'nu mürşit ve şah-ı velayet biliyorlar.” ( Lem'alar, 26)

9- Bediüzzaman Said Nursi, Alevilerin kendilerini kurtarmaları için ne yapmaları gerektiği hususunda şunları kaydeder:

“Hazret-i Ali (r.a)'ın yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir , Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali (r.a) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.” ( Emirdağ Lahikası I, 80)

10- Risale-i Nur'da, Ehl-i sünnetin ve Alevilerin aynı dinin mensupları, aynı ağacın dalları ve aynı vücudun azaları hükmünde olduklarını ve birbirlerine sıkıntı vermeleri değil, birbirlerine yardım etmeleri gerektiğini, şu ifadelerle yer verilmiştir.

“Ey Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan anlaşmazlığı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeden dinsizlik cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.

Bunu mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz bir tek İlahı kabul ettiğinizden kardeşliği ve birliği emreden yüzer esaslı kudsi bağlar aranızda varken, ayrılığa sebebiyet veren ehemmiyetsiz meseleleri bırakmak elzemdir.”
( Lem'alar, 27)
buyurmuşlardır.
 
Üst