b. Hüdûs ve İhtira Delili
Said Nursî, hüdûs delilini asrın aklına uygun bir üslup çerçevesinde ele almış ve insanların Cenab-ı Hakk’ın marifetine ulaşabilmesi için delil-i mahsus (maddi deliller) seviyesine indirgemiştir.
Hüdûs konusunda kelam âlimleri özetle şunu söylemektedir: Âlemin degişken oldugu apaçik ortadadir. Bir şey, degişken ise, ayni zamanda hâdistir; yani sonradan vücut bulmuştur. Bir şey hâdis ise, onun bir muhdisi, yani mucidi vardir. Öyle ise bu kâinatin kadîm bir Mucidinin olmasi mantikî bir zorunluluktur. Kelam âlimlerinin geliştirdigi; kâinatin bir yoktan var edicisinin olmasi gerektigini mantiken izah eden bu usul için, Said Nursî şu degerlendirmede bulunmaktadir: “...sebepleri, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücud’un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor.” Bu noktada, Said Nursî, ayrıca önemli bir hatırlatmada daha bulunmaktadır: Kâinatın bir Yaratıcısının olması gerektiği hükmüne mantıken ulaşıp, “Allah’ın varlığını bilmek” tam bir marifetullaha ulaştırmamaktadır. Allah’ın varlığını bilmenin yanında, “Allah’ı bilmek” gerekir. Bunun için ise imanı yalnızca ilimden ibaret bırakmamak lazımdır. Çünkü insan yalnızca akıldan ibaret değildir. İnsandaki ruh, kalb, sır, nefis gibi pek çok şeylerin de hissesini alması gerekmektedir.
Nursî’ye göre insan, “şimdi” ve “burada” yaşamaktadir. Onun sinirsiz duygu ve kabiliyetleri vardir ve gözü önünde, akil, kalb, dil, göz gibi kabiliyet ve duygulariyla muhatap oldugu eşşiz bir âlem uzanmaktadir. Bu eşşiz âlemin her bir mevcudu, kendi varligiyla, insana birşeyler söylemektedir. Kâinat tarafsiz ve isteyenin istedigi gibi yorumlayabilecegi bir alan degildir. Insan ya kâinatin her bir mevcudunun hal diliyle söyledigini işitecek veyahut kendi vehmince bir yoruma kalkişacaktir. Gözlemledigi şu mevcudat âlemi, bakip da görebilen her insana, her bir mevcudun yoktan var edilişini anlatmakta ve üzerinde görünen özelliklerle onu var edeni tanitmaktadir.
Yine ona göre, kâinattaki bütün varlıkların değişken oluşu onların ezelî değil hâdis olduklarını göstermektedir. Zira her varlık ya hareket veya sükun halinde bulunmaktdır. Hareket ve sükun birer araz olup hâdistir, her hâdisin de bir yaratıcısı olması gerekir ki o da Vâcibü’l-Vücud olduğundan kadim olan ve tegayyür ve tebeddülü mümkün olmayan Allah’tır.
İhtira deliline gelince, Said Nursî’ye göre, şuursuz, camid, basit olan sebeplerin, bütün insanları hayrette bırakan, her biri bir kudret mucizesi, harika bir sanat eseri olan mevcudatın mucidi olmaları mümkün değildir. Kendileri de yaratılmış olan sebepler, mevcudatı yeniden icad ederek yaratamazlar. Mutlak kudret sahibi Allah, her bir mahluğun kabiliyetlerine uygun ve yalnızca o cinse has müstakil bir vücud vermiş; böylece onu kendi Zatına mahsus bir delil kılmıştır.
Ayrıca sebeplerin yaratıcı olabilmeleri için onların her birinin hayat sahibi ve şuurlu olmaları ve küçük bir zerreyi yaratabilmeleri için hepsinin de aynı noktada birleşmeleri gerekmektedir ki, bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü sebepler basit ve aciz olup onların herhangi birşeyi yaratmaları imkânsızdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, bütün sebeplerin yaratıcısı olan bir zat vardır ki o da Allah’tır.