Konuya cevap cer

Said Nursi ve yeni dünya düzeni

                 05 Aralık 2011 Pazartesi 05:43

                                     Birinci  ve ikinci dünya savaşları, sanayi devrimi sonrası, insanlığın gördüğü en  büyük savaşlardı. Milyonlarca insanın, kitle imha silahları ile  öldürüldüğü ve adeta teknolojinin, insanlığa meydan okuduğu karanlık bir  yüzyıldı. Ve yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünya, yeni düzenini kurmuş  oluyordu. Bu yeni düzen, gücün iktidarı belirlediği, gücün daima haklı,  insani erdemlerin kapital ile yer değiştirdiği, bireyin devlete  yenildiği,yerel ve küresel ortamları doğurmuştu. Sanayi devrimi, en  büyük zayiatını vermişti.

    Geçen yüzyıldan devraldığımız bu yeni  dünya düzeni, yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde krize girmiş  bulunmaktadır. Büyük oranda, ekonomik bir kriz olarak lanse edilen bu  kriz, kapitalizm ve ulus-devlet krizini de beraberinde sürüklemektedir.  Bu krizi, sanayi devriminin ikinci büyük zayiatı biçiminde de okumak da  mümkündür.

    Bunu bir ‘sanayi devrimi’nin krizi biçiminde yorumlamak  erken olabilir. Ancak bu, sanayi devriminin paradigmalarını tartışmamıza  engel değildir. Paranın gücü, sermayenin tekelleşmesi, küresel sermaye,  devletin kutsallaştırılması gibi kavramlar kapitalist çevrelerce hiç  tartışılmadı. Dindar müslüman çevrelerin de bu değerlere sahip  olmasından sonra, bu kavramların dindar çevrelerce tartışılmasının  yoğunluğu da azalmış oldu. ‘Yeşil sermaye’ nitelemesini haklı kılacak  şekilde, kaptializme yeşil rengi verilmiş oldu. Son on yılda, devlet  iktidarı da yeşile boyanınca, iktidar problemi çözümlenmişcesine rafa  kaldırıldı.

    Yazının başlığının çağrıştırdığı bu düşüncelerle, 15  Kasım tarihindeki, Nesil Grubunun düzenlediği Yasin Ceylan’ın ‘Yeni  Dünya Düzeni ve Said Nursi’ başlıklı seminerine gittim. Seminerde, yeni  dünya düzenine ilişkin olarak beklediğim kavramların tartışılmasından  ziyade, bu kavramların felsefi arka planındaki kavramlar arz-ı endam  ediyordu.

    Yasin Ceylan, Said Nursi için, ‘benim de hocamdır’ gibi  bir ifade kullandı ve İ’caz-ül Kur’anı okuduğunu söyledi. Risalelerle  ilgili okumaları, gençliğinde okudukları ile sınırlı olan Ceylan,  Risale-i Nuru okuduktan sonra, kendi filozofik ürünlerini ortaya  koysaydı, hem Nursi’yi daha iyi anlamış hem de kendi filozofisini de  Said Nursi üzerinden test etmiş olurdu. Özetle Ceylan, Said Nursi’yi hiç  okumamışçasına yorum yapıyordu. İsterseniz önce Yasin Ceylan’ın ne  dediğini özetle sunalım. Değerlendirmeyi ondan sonra hep beraber  yapalım.

    "Said Nursi’nin yaşadığı dönem, islam  aleminin zelzleleli olduğu bir dönemdi. Batıya karşı mağlup olmuş bir  islam aleminde, çare arayanlar çoktu. Efgani-Abduh çizgisi ve onlardan  sonra gelenler, bu mağlubiyete çare aramaya çalışmışlardı. Çare  arayanlar arasında, Said Nursi de vardı. Efgani ve Abduh’un mirası, uzun  sürmedi. Reformist bakış, islam aleminde tutmadı. Ama Said Nursi’ni  fikri tuttu.

    "İslam alemi, neden bir  zelzele yaşadı? Aydınlanma döneminden sonra, batıda radikal bir  değişiklik olmuştu. Bir çok doğulu aydın düşünür, bunu anlamamıştı. Ama  Said Nursi, bu değişimi anlayabilmişti ve bunları yazmıştı. Abbasiler  döneminde, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesiyle, yeni bir felsefe  cemaati oluşmuştu. Abbasilerden ve dini bilgilerin tehlikeye girmesinden  sonra, 12. asırdan 14. asra kadar, Gazali’nin ortaya çıkmasıyla, bir  tür savunma eserleri yazıldı. Bu tercüme hareketleri sonucu, batı ile  karşılaşmasından, islam dünyası zaferle çıkmıştır. Ancak, daha sonra,  İslam aleminin XIX. Yüzyıldaki yeni felsefi dünya görüşüyle olan  karşılaşmada, İslam dünyası, zaferle çıkamamış ve çatışma hala  sürmektedir. 

    Gazali’nin şansını, Said Nursi yakalamamış olabilir.  Ancak Gazali’nin hatasını, Said Nursi yapmamış ve Yunan bilimlerini  dışlamamıştır.

    "XIX. yüzyılın sonuna  doğru, bilim tamamen dine karşıydı. Bu yeni düşünce tarzında, Tanrı  yoktur. Descartes, Allah’a inanıyor. Ama felsefesinde, Tanrı yoktur.  Laibniz de öyle.  Bu yeni düşünce tarzı, kötülüğe yol açtığı gibi, bir  çok iyiliğe de yol açmıştır. ‘İlerleme’ anlayışı, bu düşüncenin yeni bir  kazanımıdır. Terakki düşüncesi, yeni batı düşüncesinde var, ancak islam  düşünce sisteminde terakkinin yeri yoktur. 

    Öte yandan, bu  ilerlemeci görüşün bazı olumsuz yan etkileri de olmuştur. Hazcı bir  insan tipi, batıda gelişmiştir. Hazcılık, ilerlemeciliğin yan  etkilerinden birisidir. Ancak batı, kendisini sürekli yeniliyor. Bu  yüzden, batıda ‘kalıcı kötülük’ vardır demek yanlıştır.

    "Buna  karşı Said Nursi, ne kadar başarılı olacak? İnsanın misyonu, insanda  kamil olan istidatların ortaya çıkmasıdır. Dini anlayış, buna müsaade  etmiyor. İslam alemi, Hristiyan ve batı düşüncesi, diyalektik bir  biçimde birbirinden etkilenmektedir. 

    Bu günkü eğitim tarzımız, batı  eğitim modelinin kopyasıdır. Bir görüşe göre insanoğlu, belli bir  zamanda bir düşünce biçimi ortaya koymaktadır. Bu kişilerin fikirleri,  kendilerinin mi? Yoksa dini kaynaklı mı? Geleneksel islamda, terakki  umdesi yoktur. Çünkü mü’min, kendi kişiliğini inancıyla özleşleştiriyor,  hafsalasında başka bir boşluk bırakmıyor. İlk müslümanlar, içlerindeki  iyiliğin karşılığını, dinde buldukları için müslüman olmuşlardır.  ‘Dini  iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik vardır. İnsanın, inandığı  şeyle kendisini özleşleştirmesi, ona katkı sağlaması ve ona ilaveler  yapması lazım. Eğer ilaveler olmazsa, mükemmeliyet bitmiştir. Halbu ki  batıda, her şey eleştirilebilir. Her türlü rejim, eleştiriye izin  vermekle, kendisini yenilemeye izin vermiş olur. İnsanın, kendi  ideolojisinde boğulmaması lazım.

    "Asıl  yaşam, pratik yaşamdır. Dünyevi hazlardan uzak durması, Said Nursi’nin  en önemli özelliğidir. O, hiç takiyye etmemiş ve muhalefetini açık açık  dile getirmiştir.  Onun dışında, bu tarzda davranan başka hiçbir alim  yoktur. Said Nursi’nin bu erdemi nereden geliyor? Neden onun dışında  kimse ortaya çıkamadı? Bu sorunun cevabını vermek lazım. Nursi, Kemalist  ideolojiye karşı meydan okuyup, siyasi hayattan çekildi. İlk Said,  projelerinin pek faydalı olmadığını gördüğünde, bunlardan vazgeçti ve  siyasetten uzak durmaya çalıştı. Şiddetten uzak bir islam anlayışını, o  ortaya koymuştur. Halbuki, islam dünyasının çoğunda şiddet modeli var.  Nursi’nin üslubu,güzel ahlak ve ikna üslubudur. İkna ile islamiyeti  anlatmak ve yaşamak, islamiyetin batı felsefesine karşı olumlu bir  hamledir.

    "İslamiyet ve batı  medeniyeti, bu günkü haline gelene kadar, zaman içinde bir çok ürün  vermiştir. XVII.asırdan sonra, insanlık, kendi bilgisine önem vermiş ve  dini bilgiyi uzaklaştırmıştır. Doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya  yaklaşılabilir. Tanrı adını zikretmeyip, doğayı keşfederek de Tanrı  bulunabilir ve O’na yaklaşılabilir. İmanı, inancı araştırmakla neyi  geliştireceksiniz? İnançların, şüphe ile yüzyüze gelmesi lazım. Şüphe,  insan zihninin temel fonksiyonlarından biridir. İlk müslümanlar, kendi  şühelerinden şüphe etselerdi, müslüman alamazlardı. Şüphenin inanca da  uyulanması lazım. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek, yanlışından da  şüphe etmek lazımdır.  Bu yüzden, ‘Ya Rabb, kalbime şek ve şüphe sokma!’  dememek lazım. Zihin, rahat bırakılmalı; zihinle yabancılaşmamlıyız.  Zihni ve zihinsel faaliyetleri, rahat bırakmak lazım, yoksa zihin,  çalışamaz ve zaaf ortaya çıkar.

    "İnsanları,  inanan-inanmayan diye yapılan ayrımları, realizasyona tabi tutmak  lazım. Şevket Eygi, ‘Japon Ahlakı’ ile ilgili yazısında, Japonlar’ın  İslamiyeti yaşadıklarını söylüyor. Oysa ki, onların bir  semavi dini de  yok. Japonya’ya giden Hristiyanlar, orada hırsızlık olmadığını görünce,  kendi Papazlarının yalan söylediklerini düşünmüşler ve söylemişlerdir.  İslamiyet dışı kültürleri, islamiyete aykırı saymamak lazım. Bu gün  artık, bütün kültürler elde edilebilir hale gelmiştir. Bir kültürle  yetinmemek lazım. Birden fazla kültürle muhatap olmak ve küresel insan  olmak lazım."

    Elbette ki, Yasin Ceylan’ın bütün  dediklerini cümle cümle analiz edecek değilim. Daha ehil olanlar,  gereken cevabı verecektir elbette. Ancak onun dediklerini birkaç ana  başlıkta eleştiriye tabi tutmak gerekir.

    I.Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesi ve İslam düşünce yapısında, fikir üretiminin donması meselesi:

     Tercümeler asrında (miladi 8-9. yüzyıl), eski Yunan metinleri bir bir  Arapçaya tercüme ediliyor ve İslam Dünyası, eski Yunan metinleriyle  yüzyüze geliyordu. Abbasi Halifesi Me’mun döneminde, devlet eliyle  Sokrat, Eflatun ve Aristo başta olmak üzere, eski Yunan filozoflarının  bir çok eseri Arapça’ya tercüme edilmiştir.

    Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesinin, biri İslam medeniyetine, diğeri Eski Yunan metinlerine ait iki sonucu olmuştur:

    Birincisi, İslam medeniyetinde var olan mutezile akımı güçlenerek,  içeride bulamadığı fikri desteği dışarıdan gelen takviye ile bulmuştur.  Böylece mutezile düşüncesi, önceleri islami kaynakları anlama çabası  iken, tercümelerden sonra felsefi bir mecraya dönüşmüştür. Bir çok  mitolojiyi de içinde barındırdığından dolayı Yunan felsefesi, özelde  mutezileyi genelde de İslam düşüncesini derin bir şekilde etkilenmiştir.  İslam aklı da bu dönüşümden nasibini alarak durağanlaşmış ve taklid  dönemi başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Yasin Ceylan’ın iddia ettiği  durağanlaşmanın sebebi Gazali değil, felsefenin kendisidir. Bediüzzaman  da muhakematında, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesini, taklidin  sebeplerinden birisi olarak görmektedir.

    İkincisi, tercümelerden  sonraki eski Yunan eserleri de değişime uğramış, ve eski metinler İslami  bir cilayla parlatılmıştır. Bir tür bilginin  islamileştirilmesi(doğruluğu tartışılmalı) gibi bir muameleye tabi  tutulan Eski Yunan metinleri, müslümanca bir okumaya tabi tutulmuştur.  Dolayısıyla eski eserler, saf halini muhafaza edememiş, Müslümanların  tercümesiyle batıya sunulmuştur.

    Daha sonraları ortaya çıkan  Rönesans hareketlerine ve günümüzdeki batı medeniyetinin inşasına, işte  bu eserlerin tercüme edilmesinin etkisi göz ardı edilmemelidir.  Dolayısıyla bu günkü batı medeniyetine de, sırf eski Yunan medeniyetinin  saf ve yeni bir versiyonu diye bakmamak gerekiyor. Çok baskın olmasa da  içinde vahyin unsurlarını barındıran bir niteliğin varlığını  gözlemliyoruz. Bu yüzden topyekün kabul ya da reddiye esası üzerine bina  edilen bir batı eleştirisi mümkün olmamalıdır.

    Bu yüzden, Yasin  Ceylan’ın, batıda ‘kalıcı bir kötülük’ olmadığını söylemesine ben de  katılıyorum. Nitekim Bediüzzaman da, Avrupa’yı ikiye ayırmaktadır.  Birinci Avrupa’da, insanlığa büyük faydalar sağlayan ve önemli  ilerlemelerin kaydedilmesine imkan veren  bir medeniyet anlayışı vardır.  İşte böyle bir medeniyet, sadece Hıristiyanlığın malı değildir. Bu  medeniyetin arka planında; asırlar boyunca devam edegelen fikirlerin  birbirlerine ilave edilmesi ile oluşan birikim, semavi dinlerin katkısı,  fıtri ihtiyaçların zorlamaları ve özellikle İslamiyet'in de katkısı  vardır

    Ancak ikinci Avrupa’yı da görmek lazımdır. Bu ikinci  Avrupa, iki dünya savaşını meyve vererek, sayısız zulüm ve  adaletsizliklere yol açmıştır. Dolayısıyla batı dediğimizde, önce şunu  sormamız lazım: Hangi batı? Birinci Avrupa mı? İkinci Avrupa mı?

     Hangi batı sorusuna cevap verebilmek için, Bediüzzaman’ın 25. Sözdeki  iki medeniyet mukayesesindeki, batı medeniyetinin kıstaslarını  kullanmamız elverişli olur. Bir medeniyet ki, temelinde kuvvet  belirleyicidir; hedefi menfaattir; hayat prensibi mücadeledir ve  güçlünün zayıfı ezmesi üzerine kuruludur; toplumsal bağları,  milliyetçilik esasına dayanmaktadır. İşte bu esaslar üzerine kurulu olan  bir medeniyeti, ikinci avrupa olarak okumamız mümkündür.

     II.Yasin Ceylan, Said Nursi’nin batıdaki gelişmelerden duyarsız  kalmadığını ve onları anladığını düşünüyorsa, bu konuda daha sıkı  okumalar yapması gerekir. Zira, risalelerde en az 4-5 yerde, Kur’an  medeniyeti ve batı medeniyeti karşılaştırması yapan Bediüzzaman, sırf  batı karşıtlığından ziyade, bu günkü batı medeniyetinin olumsuzluklarını  ortaya çıkaran asıl belirleyici faktörleri bulup eleştirmiştir.

     Batı medeniyeti,toplumlarıbirarada tutanbağolarakırkıve menfi  milliyetigörür.Bu medeniyetin gayesi,nefsanî hevesleri tatmin ve  ihtiyaçları çoğaltmaktır. Kuvvetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Menfaat,  her arzuya kâfi gelmediğinden, onun gösterdiği yol, boğuşmaktır. Cidal  prensibinin gösterdiği yol, çarpışmaktır. Başkasını yutarak beslenen ırk  ve menfi milliyetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Kur'an'ın hikmeti ise,  dayanak noktası olarak kuvvet yerine "hakk"ı kabul eder. Gayede, menfaat  yerine "fazileti ve rıza-yı İlâhî"yi kabul eder. Hayatta, cidal yerine  "yardımlaşma" prensibini esas tutar. Toplumu birarada tutan bağ olarak,  ırk ve menfi milliyet yerine "din ve vatan" bağını gözetir. Kur'an  hikmetinde gaye, nefsanî heveslerin meşru olmayan tecavüzlerine set  çekmek, kişiyi ulvî emellere teşvik etmek ve insanı kemâle  eriştirmektir. Hakkın gösterdiği yol , birleşmedir. Faziletin gösterdiği  yol, dayanışmadır. Yardımlaşmanın gösterdiği yol, birbirinin imdadına  yetişmektir. Dinin gösterdiği yol kardeşliktir. Benliği gemlemenin ve  ruhu kemâle erdirmeye çalışmanın gösterdiği yol, dünya ve ahiret  saadetidir.

    III.‘Dini iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik  olması hususunu ‘vicdan’ kavramı ile karşılayabiliriz. İnsanda, hem  iyiliğe hem de kötülüğe meyyal istidatlar vardır. Bu istidatlar, çoğu  kere kendi başlarına ‘iyilik’ kavramına ulaşamayabilirler. Çoğu kere,  dini bir iyilik kavramı ile karşılaştığında, insandaki iyilik kavramı,  daha da açığa çıkar ve kamil insan öyle ortaya çıkar. Aksi halde,  insanın içindeki iyilik istidadı, uygun bir mecra bulamazsa, körelip  gitmektedir.

    Dini iyilikten önce, insanın içinde apriorik olarak  bir iyilik bulunması düşüncesi, Hem Eflatun’da var hem de, Farabi gibi  bir çok hükemada da vardı. Öyle ki, insanın içindeki bu iyilik  düşüncesi, felsefe ile ortaya çıkarılabilecek durumdaydı. Bu düşünceden  dolayı felsefeye o kadar değer atfettiler ki, felsefeyi bu konuda  yeterli saydılar ve hatta nübuvvete gerek olmadığını bile söylediler. Bu  yüzden, Yasin Ceylan’ın içindeki bu iyilik düşüncesine atfettiği  değeri, felsefenin bu bakışı ile birlikte okuduğumuzda, daha da anlamış  oluyoruz.

    IV.Ceylan’ın ‘doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya  ulaşabilirsiniz’ cümlesini de bu bağlamda okumak mümkündür. Doğa  bilgisi, bilimsel verilerle keşfedilmektedir. Dolayısıyla, bu bilgiye  ulaşıldığında da Tanrı’ya ulaşılabiliyorsa, artık ille de dini  kavramlarla Tanrı’ya ulaşmaya gerek yoktur. Felsefi kavramlarla ya da  insanlığın icad ettiği kavramları tek başına kullanarak da Tanrı’ya  ulaşılabilir.

    Bu sorunlu bir yaklaşımdır. Zira nasıl ki, akıl tek  başına doğruyu bulmaya yetmemektedir. Aklın ürünü olan, kavramlar ve  sistemler de doğruyu bulmaya yetemez. Bu durumda, aklı tek başına  bırakmak yerine, vahy desteğiyle doğruyu bulmasına yardımcı olabiliriz.  Bediüzzaman’da bu durum, akıl-kalb dengesi biçiminde okunmaktadır.  Demokrasi de insanlığın bulduğu önemli bir icaddır. Ancak, tek başına  yetmediği yüzyılların tecrübesiyle ortaya çıkmıştır. Demokrasinin  eksiklerini ve yanlışlarını da vahy eksenli bakışlarla, tashih etmek ve  düzenlemek gerekir.

    Yine Bediüzzaman’da iki türlü kitap anlayışı  vardır. Birincisi, Allah’ın Kelam sıfatından gelen bildiğimiz Kur’an-ı  Kerimdir. Diğeri ise, Kainat kitabıdır. Kainat kitabını keşfetmek, tek  başına dünyevi saadeti sağlayamamaktadır. Bunu mutlaka, Kelam sıfatından  gelen emirlerle buluşturmak lazım. Bu yüzden Ceylan’ın, ‘doğa  bilgisini, keşfederek de Tanrı’ya ulaşabilirsiniz’ cümlesi sorunludur.

     Geçtiğimiz yüzyıldaki dünya, doğa bilgisinin en fazla keşfedildiği bir  dünya idi. Ama bunu keşfedenlerin büyük bir çoğunluğu, bu keşfi Tanrı’ya  ulaşmak yerine, birbiriyle savaşarak harcadı. Ve halen de savaşmaya  devam ediyor. Kimsenin de elinde üçüncü bir dünya savaşının  yapılmayacağına dair bir garantisi yoktur.

    Kadim felsefenin,  bilimsel pozitivizme evrildiği ve bunun da bu savaşları meyve verdiği  bir dünyada, hala doğa bilgisinin tek başına hakikati bulmaya yeteceğini  söylemek çok mantıklı görünmüyor. Bu yüzden başta da ifade ettiğim  gibi, sayın Ceylan’ın, felsefesini mutlaka Risale-i Nurlarla test  etmesini öneriyorum.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst