Konuya cevap cer

Başka Dersim'ler var mı?

                 04 Aralık 2011 Pazar 07:12

                                     Bu  defaki Dersim tartışması, CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün 10  Kasım 2011 tarihli Zaman'da çıkan demeciyle başladı ve bu konuda en son  konuşması gereken Deniz Baykal'ın açıklamasıyla doruğuna ulaştı.

     Baykal'a göre Dersim tartışması bir "tuzak"tı ve CHP bu tuzağa  düşmeyecekti. Oysa bu bir "tuzak" ise, buna düşmemenin yolu, onu  görmezden gelmek değil, tanıyıp bu kabuk bağlamış yaranın sahiplerinden  özür dilemekten geçmez miydi?

    Bu defaki Dersim 'açılımı', uzun  bir süredir bu köşeden benim de kendi imkânlarımla katkıda bulunduğum  yakın tarihin aydınlanması girişimleri için çok önemli bir adım oldu.  Bunun arkası gelecek ve başka Dersim'ler de birer ikişer gün yüzüne  çıkacak. Bakın, şimdiden sıraya girdiler bile.

    Cumhuriyet  devrinde yaşanan bu 'öteki Dersim'lerden birisi de, 1930 yazında  gerçekleştirilen Zilan katliamıdır. Öyle ki, bu katliam, yapıldığı  tarihte -Zilan'ı duymazlıktan gelen solcularımızın kulakları çınlasın-  Zürih'te toplanan Sosyalist Enternasyonal tarafından kınanmış, dünya  kamuoyunun dikkatlerini "Türk oligarşisi"nin Kürt halkını kurban  ettiğine çekmiş, bölgede işlenen "kanlı suçlar"ın kapitalist ülkeler  tarafından görmezlikten gelindiğini ifade ederek bunu protesto etmiştir.  (W. Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İletişim: 2004, s. 413-4)

    Peki Zilan'da ne oldu?

     1925 yılında patlak veren Şeyh Said ayaklanmasının şiddetle  bastırılması ve ardından gelen kitlesel zorunlu iskân uygulaması adeta  Kürt milliyetçiliğinin gelişmesi için uygun bir zemin hazırlamış oldu.  1927 baharında bir Kürt Milli kongresi toplandığını ve kongrede bütün  milliyetçi örgütlerin dağıtılarak hepsinin Hoybun (Bağımsızlık) adlı bir  örgüt çatısı altında birleştirilmesine karar verdi. Ve bir bayrağı da  olan minyatür bir devletin Ağrı Dağı eteklerinde kurulduğunu görüyoruz.

     Önceleri şaşırtıcı bir şekilde uzlaşmacı davranan Türk yetkilileri  müsait davrandılar ama Kürt milliyetçileri bunun bir tuzak olduğu  inancıyla anlaşmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine Türk devleti Mayıs  1930'da 4. ve 6. Kolordulara Salih (Omurtak) Paşa komutasında hareket  emri verdi. Yine de ilk ateş, Kürtlerden geldi. 11 Haziran'da başlayan  hücum ilk aşamada başarılı oldu, Türk ordusu Ağrı Dağı'ndan atıldı.

     Ancak savaş uzayıp yayıldıkça kimin daha dayanıklı olduğu  anlaşılıyordu. En son 2 Eylül'de meydana gelen büyük bir çarpışmada Kürt  kuvvetleri Türk askerini Diyarbakır'a doğru geriletmeyi başardılar ama  bu başarı, aynı zamanda kuvvetlerinin son damlasını kullandıkları  anlamına geliyordu. Üstün asker sayısı ve ikmal imkânlarıyla Türk askeri  kontrolü ele geçirdi ve isyancılar dağıldı; Kürtlerin komutanı İhsan  Nuri İran'a kaçmayı başardı. Bir isyan daha bastırılmış oluyordu.

     Ancak iş orada kalmadı. İsyanın bastırılmasını ağır ve kesin cezai  tedbirler, yani tehcir (zorunlu göç), toplu tutuklamalar ve alelacele  infazlar takip etti. Bölgedeki Kürt köyleri uçaklarla bombalanıp ateşe  verildi. Bugün hâlâ son tanıkları hayatta olan sivillerin katledildiğini  biliyoruz.

    'Nereden biliyoruz?' diye soracaksınız haklı olarak.  Tabii günün birinde bir Başbakan çıkıp da Dersim'de öldürülenlerin resmi  sayısını açıkladığı gibi Zilan deresinde öldürülenlerin sayısını  açıklayıncaya kadar da kesin ölü sayısını bilemeyeceğiz. Ancak devrin  gazetelerinde, özellikle Cumhuriyet gazetesinde önemli bilgiler var.  Aşağıda bu bilgilerin bir kısmını o gazetelerden aktaracağım.

     Mesela 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet'te bir yandan Ağrı Dağı  harekâtının yeni başladığı ifade edilirken öbür taraftan uçaklarımızın  bombardımanın devam ettiğini okuyoruz. Robert Olson'un tezi böylece  doğrulanıyor. Biz daha çok Sabiha Gökçen'in Dersim'i bombalamasına  takmış durumdayız ama açık gerçek şudur: Kürt isyancıların ve köylerin  bombalanması sayesinde stajını tamamlamıştır Türk Hava Kuvvetleri!

    16 Temmuz tarihli Cumhuriyet'i okumaya devam ediyoruz:

     "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1.500 kadar şaki  kalmıştır. Tayyarelerimiz bilafasıla (aralıksız) uçuşlara devam ederek,  şakiler üzerinde çok yakından bombardıman ediyorlar. Hava ateşi süreksiz  devam etmekte, Ağrı daimi infilak ve ateş içinde inlemektedir. (...)  Süvarilerin yetişemediği yerlerde Türk'ün demir kartalları asilerin  hesabını temizlemektedir."

    Fakat operasyon sadece Ağrı Dağı'nda  değil, daha güneyde, Van Gölü'nün kuzeyindeki Erciş'te, Zilan deresinde  de bütün hızıyla devam etmektedir. Aynı gazeteye göre Ağrı eteklerinde  eşkıyaya iltica eden köyler ahalisi Erciş'e sevk olunmuştur. Gazetede  yazıldığına göre,

    "Zilan harekâtında imha edilen eşkıya miktarı  15 binden fazladır. Yalnız bir müfreze önünde düşüp ölenler 1.000 kişi  tahmin edilmektedir. Buradaki harp pek müthiş bir tarzda cereyan etmiş,  Zilan deresi lebalep ecsad ile dolmuştur."

    Bu nasıl bir bilgidir?  Zilan deresinin ağzına kadar cesetle dolduğunu bildiren gazetedeki  haberin bir kısmı devletin okuru gaza getirmek için verdiği yanlı  bilgiler olsa dahi, Ağrı Dağı harekâtının henüz başlamadığı hesaba  katılırsa Zilan deresinde öldürülen 15 bin kişinin hepsinin eşkıya ya da  bugünkü deyimle terörist olması mümkün müdür? Akla mantığa sığmayan bu  veriyi sunanlar, sadece Zilan'da 15 bin teröristin bulunmasının ne  anlama geleceğini anlaşılan kimsenin fark etmeyeceğini zannetmektedir.  Bu açıkça bir katliamdır ve katliamın Dersim'de veya Zilan'da olmasının  bir önemi olmamak gerekir. Dersim için ayağa kalkan Türkiye'nin Sünni  Van'a bağlı Erçiş'teki Zilan halkı için de sesini yükseltmesi gerekmez  mi?

    Velhasıl diğer Dersim'leri de tartışmaya hazır mıyız?

    Zaman 


İran'ı ve politikalarını anlamak

                 05 Aralık 2011 Pazartesi 07:21

                                     İran'ı  ve politikalarını anlamak ve bilhassa Türkiye açısından değerlendirmenin  önemli ipuçlarından biri, 12 İmam Şiîliği'nin Safevîlerle birlikte  devrin şartlarında Rafızîlik tonunda İran'da devlet olmasıdır.

     Başlangıçta Sünnî Erdebil tekkesine dayanan Safevîler, tekkelerini  siyaset kurumu haline getirince rakip gördükleri Osmanlı Devleti'nin  karşısında 12 İmam Şiîliği'ni tercih ve zaten muhalif karakterli Şiîliği  âdeta Rafızîlik şeklinde benimseyip tatbik ettiler.

    İranlı  Ebu'l-Fazl İzzetî'nin A History of the Spread of Islam (İslâm'ın Yayılış  Tarihi) adını verdiği güzel ve değerli bir çalışması vardır. Şiî bir  İranlının bu objektif çalışmasına baktığımızda, tarihte İslâm'ın  yayılışında Şiî-Rafizîliğin bir katkısının olmadığını görürüz. Çünkü  İslâm içinde bir muhalif hareket olan Şiîlik, nasıl Müslümanların büyük  çoğunluğuna karşı konumlanmış ve mücadelesini bu çoğunluğa karşı  vermişse, Safevîler de, Osmanlı Devleti içinde bilhassa Türkmenleri,  Celâlîleri kışkırtıp durmuşlar, Osmanlıları kendileriyle meşgul olmaya  mecbur bırakarak, Batı'ya yönelik açılmalarına ve genişlemelerine önemli  ölçüde engel olmuşlardır.

    1979 devriminin önderi Ayetullah  Humeynî ve Ali Şeriatî gibi bazı ideologları, Safevîliği  reddetmişlerdir. Humeynî, hacda Sünnîlerle birlikte namaz kılma,  namazları günde beş vakit olarak kılma gibi Müslümanların birliği adına  tavsiyelerde bulunmuş ve İrşad Bakanlığı bünyesinde Mezhepleri  Yaklaştırma Bürosu açılmıştır. Ne var ki, Humeynî'nin tavsiyeleri müsbet  ve kalıcı bir tesir meydana getiremediği gibi, Mezhepleri Yaklaştırma  Bürosu'nun pek çok yayınında da mezhep farklılığı ön planda olmuştur.  Meselâ, bu büronun yayınlarından olan Es-Sünnetü  fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye adlı kitabın ilk 17 sayfası Sünnet'i ve önemini  işlerken, kalan 150 kadar sayfası bütünüyle elbette Şiîleri "şüphesiz  haklı" çıkaracak şekilde Sünnet ve Hadis çerçevesinde Sünnî-Şiî  farklılığını tartışmaya ayrılmıştır.

    İşte, İran'ın politikalarını  anlamada İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabeti ve Şiîliği Sünnîlik  karşısında muzaffer görme hedefi ve psikolojisi nazardan uzak tutulamaz.  İran'ın devrimden sonra da takip ettiği politikalarına baktığımızda,  meselâ Pakistan'da Butto yönetimiyle iyi geçinirken, merhum  Ziyaü'l-Hak'ka muhalif olduğunu, Afganistan'da Taliban'ı ve yönetimini  hiçbir zaman istemediğini, bugün nasıl Nusayrî Suriye yönetimine destek  veriyorsa, 1982 korkunç Hama katliamında da Suriye'nin yanında durduğunu  görürüz. Bunları, İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabetini ve Şiîlikle  de desteklenen İslâm dünyasındaki çoğunluğa karşı muhalif tavrını  dikkate almadan sadece strateji ve menfaatle izah etmek eksik kalır. Bir  ülkenin mezhebine karışmak veya bu ülkenin politikalarını  değerlendirirken mezhep ayrımı yapmak elbette işimiz değil. Fakat bir  realiteyi anlamaya çalışır ve bu realite karşısında nasıl davranılması  gerektiğini değerlendirirken elbette bu faktörler göz ardı  edilmeyecektir.

    İran, devrimden bu yana Amerika'yı ve İsrail'i  düşman kutba oturtmuş da olsa, 30 yılı aşkın süredir ne İran'ın  Amerika'ya, ne de bilhassa bölgemizde Amerikan politikalarının İran'a  zarar verdiğine şahit olduk. İran, Amerika ve İsrail karşıtlığıyla  Müslümanlar nazarında prestij kazanırken, bölgede bilhassa son on yıllık  Amerikan politikaları da hep İran'ın lehine gelişti. Tabiî bu tesbiti  yaparken, Amerika ile İran'ın alttan alta birbirlerini kolladığı gibi  bir iddiada da değiliz. Ama Afganistan'da olsun, Irak'ta olsun Amerikan  politikalarının bölgemizde İran'ı nasıl güçlendirdiğini ve İslâm  dünyasında tehlikeli bir Sünnî-Şiî ayrışması ve kutuplaşması  doğurabilecek şekilde geliştiğini de görmezden gelemeyiz.

    İsrail,  İran'a saldırır mı? İsrail, elinden gelse hâmisi Amerika dahil,  kendinden başka hiçbir ülkede nükleer silah olsun istemez. Bunun için  belki İran'ın nükleer çalışmalarına kalıcı darbe vurmak teşebbüsünde  bulunabilir; fakat herhalde bir İran-İsrail sıcak çatışması zor olsa  gerektir.

    Zaman


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst