Allah'ın büyüklüğünü kavramak

Sergerdan

Well-known member
Bu başlık altında inş Allah ın c.c zatını,sıfatlarını,isimlerini ve alemde bunların tezahürünü,tecellisini işleyelim.Ve ilgili olan diger konuşarı.Siftah benden gerisi abilerimden ve kardeşlerden.

sorularla islamiyetten alıntıdır

Bu kısa açıklamadan sonra,‘zât, şuunât, sıfat, fiil, isim’ münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatında bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” ( Sözler )

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.


Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.”

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilâhî şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi sözkonusudur.


Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Bir temsil,yaklaşım oldugunu unutmamak şartıyla konuyu belki daha kolay anlatan bir örnek de şudur:


İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir.

Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.
 

Yaakarii

Member
Defalarca işlenen bir Konu!..

Evet sıkça sözedilen bu konunun geçtigi bir yerde dördüncü şuada var:

Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine;

ve işlemek güzelliği, ustalığın o san'attan gelen ünvanın güzelliğine;

ve ustadaki san'atkârlık ünvanının güzelliği, o san'atkârın o san'ata ait sıfatının güzelliğine;

ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadının güzelliğine;

ve kabiliyetinin güzelliği, zâtının ve hakikatinin güzelliğine

derece-i bedahette gayet katî bir sûrette delâlet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemâl dahi,


San'atkâr-ı Zülcelâldeki fiillerinin hüsün ve cemâline katî şehadet; ve ef'âlindeki hüsün ve cemâl ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemâline şüphesiz delâlet; ve isimlerin hüsün ve cemâli ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsün ve cemâline katî şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemâli ise, sıfatların mebdei olan şuûnât-ı zâtiyenin hüsün ve cemâline katî şehadet; ve şuûnât-ı zâtiyenin hüsün ve cemâli ise, fâil ve müsemmâ ve mevsuf olan zâtının hüsün ve cemâline ve mâhiyetinin kudsî kemâline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede katî bir sûrette şehadet eder.
 

Sergerdan

Well-known member
Gaziantep’ten okuyucumuz: “Allah’ı daha iyi bilmek için zâtını düşünmek ve zâtını bilmeye çalışmak gerekmez mi? Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrarız?”

İnsana emanet-i kübrâ verildiğini bize söyleyen Kur’ân’dır.1 İnsan kendisine verilen sıfatlarla, yani akıl, fikir, irade ve sair duyguları ile Yaratıcısını bilmek, bulmak, tanımak, sevmek ve itaat etmekle yükümlüdür. Kur’ân birçok âyetinde bu sonucun önemli bir yolu olması hasebiyle düşünmeyi, akıl erdirmeyi, tefekkür etmeyi, fikir üretmeyi, muhakeme etmeyi emir buyurur. Diğer yandan esasen dinimizde, kötü bir eyleme dönüştürmedikçe içimizden geçenlerden sorumluluk da kaldırılmıştır.2

Fakat şüphesiz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremeyiz. Biz Allah’ın eserleri üzerinde kafa yorup Allah’ın büyüklüğünü kavramakla mükellefiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakkın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat zatının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrarını keşfedemezsiniz. Allah’ın büyüklüğünü hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz”3 buyurmak sûretiyle dikkatimizi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaştırmamızı önerir. Kur’ân’ın da tavsiyesi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaşmamızdır.4

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nûrsî Hazretleri, Cenâb-ı Hakka “bilinen birisi” çerçevesinden bakılacak olursa bilinemeyeceğini; çünkü böyle bilginin kulak dolması ve taklit bilgiden öteye geçemeyeceğini; Allah’ın ancak “bilinemez ve kavranamaz bir mevcut” unvanıyla bakılırsa tanınabileceğini; çünkü baştan, bilinmeyen bir mevcut oluşu kabul edildiği takdirde, Allah’ın zatını kavramaya çalışmak yerine, kâinatı baştanbaşa kuşatan ve her şeyi tasarrufu altına alan sınırsız sıfatlarını kavrama gayreti içine girileceğini, böylece Cenâb-ı Hakkı tanımanın ve büyüklüğünü kavramanın sıfatlarını ve isimlerini tanımakla mümkün olacağını beyan eder.5

İnsana verilen azıcık ilim, birazcık kudret, küçücük irade ve sair küçüklük sıfatlarının Cenâb-ı Hakkın en büyük ilim, en büyük kudret ve en büyük irade gibi eşsiz büyük sıfatlarını anlamamız açısından bir ölçü kabul edilmesi gerektiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; insanın biricik vazifesinin de kendi bünyesine konulan bu ölçücüklerle Yaratıcısını tanımak olduğunu kaydeder. Meselâ, der ki: “Sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iraden ile bu haneyi muntazaman yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadir, Alim, Hakîm, Müdebbîr bilmek lâzımdır.”6

İnsanın hiçlik, yoksulluk, zayıflık ve ihtiyaç içinde olmak gibi noksanlık sıfatlarının da, bu sıfatlardaki eksikliği sürekli olarak tamamlayan Yaratıcının yüce ve en büyük sıfatlarını gösterdiğini nazara veren Üstad Saîd Nursî Hazretleri; insanın hiçliğinin Allah’ın en büyük kudret sahibi oluşuna; zayıflığının Allah’ın en büyük kuvvet sahibi oluşuna; yoksulluğunun Allah’ın en büyük zenginlik sahibi oluşuna; ihtiyaç içinde yuvarlanışının Allah’ın en büyük rahmet sahibi oluşuna... vs. Yani insanın yetersizlik sıfatlarının aynı sıfatlar açısından Allah’ın en büyük bulunuşuna en kuvvetli birer işaret olduğunu kaydeder.7

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ne küçük şeylerin, ne de kulun fiillerinin hiçbir şekilde Cenâb-ı Hakkın tasarrufu dışında düşünülemeyeceğini güneş ve nur misâliyle açıklar. Güneş esasen cismanî bir varlık olduğu halde, nuru bütün dünyayı kuşatmaktadır. Tek başına sınırlı bir yeri işgal etmekte iken, ışığı, ısısı ve eşyanın da parlaklığı vasıtasıyla kanatları tüm dünyayı yutmaktadır. Öyleyse Allah’ın en büyük oluşu, bütün kâinatı bir olarak yaratıyor, idare ediyor, düzenliyor oluşu ve her şeyin her şeyiyle çok yakından ilgileniyor oluşu akıldan uzak görülmez.8

Böylece, Allah’ın en büyük oluşunu ve Allah’ın bütün kâinatı Tek Kendisi olarak yaratıp idare edişini kavramak için insanın Allah’ın isim ve sıfatlarını kavraması yeterli olacaktır.
 
Üst