Asr-ı seadette...türkler..

Turab3

Well-known member
ASR-I SEADETTE
TÜRKLER

Eshab-ı kiram arasında Türkler varmıydı? Böyle bir soru, bir Türkü belki de en çok heyecanlandıracak sorulardan birisidir. Zira genlerine kadar işlemiş olan Peygamber sevgisi, bu sorunun cevabını merakla bekletecektir.​
Hadis-i Şerif kaynakları tarandığı zaman, Sevgili Peygamberimizin, eshabına bazı milletlerin yanısıra Türkler hakkında da tavsiyelerde bulunduğunu görürüz. Bunlar, asr-ı saadette Türklerin varlığının yakından bilindiğini gösterir. Hadis-i Şerifler detaylı incelendikleri zaman bu bilginin yüzeysel olmadığı, Türklerin çok yakından tanındığını göstermektedir. Ancak bu tanıma, ticaretle uğraşan Mekkelilerin Türkistan'a gitmeleri sonucu elde edilen bir tanıma değildir.
GÖKTÜRKLER
Bizi bu kanaate götüren en büyük sebeplerden birisi, asr-ı saadet döneminde Göktürk Devleti'nin varlığıdır. Eski ihtişamında olmasa da İran'ın kuzeyinde organize bir devlettir. İpek Yolu adı verilen eski dünyanın en önemli ticaret yolunun büyük bir kesimi bunların kontrolü altındadır. Dahası, İran Sasani Kisrası Nuşirevan, Göktürk Hakanı'nın kızı ile evlidir. Bütün bunlar o dönemde Türklerin yakından bilindiğini göstermektedir. Ayrıca asr-ı saadette bulduğumuz öyle ipuçları vardır ki, Eshab-ı Kiram içerisinde Efendimizin mübarek dizleri dibinde yetişmiş Türklerin bulunabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Ancak bugüne kadar Türk tarihçileri ve hadis-i şerif uzmanları bu konuda müşahhas çalışmalar yapmamışlardır. Bizim yaşadığımız şanlı bir tarihi maalesef başkaları kaleme almıştır. Bugün, özellikle İslam öncesi Türk tarihi hakkındaki bilgilerimiz Rus ve İsveçli bilim adamlarının yaptığı çalışmalara dayanmaktadır. Göktürk Devleti gibi pek çok muazzam devletler kurulmuştur. Ancak sorulduğu zaman bir iki balbal taşıyla birkaç kitabeden başka bir şey gösterilememektedir. Zira yabancı bilim adamları ancak bu kadarını ortaya koyabilmişlerdir. Ayrıca onların kaleminden çıkan tarihi bilgilerin gerçeği ne kadar yansıttığı, zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır.
ASLA ŞAMANİST DEĞİLLERDİ
Bunlardan en belirgini, Türklerin İslam öncesi Şamanist oldukları iddiasıdır. Oysa Türkler, tarihi boyunca asla Şamanist olmamıştır. Şamanlık Moğolların dinidir. Ortaasyada yaşayan üç büyük milletin üçü de kültür bakımından birbirlerine taban tabana zıttır. Bunlar; Türkler, Moğollar ve Çinlilerdir. Hem ırk, hem de din bakımından birbirleriyle yakınlıkları yoktur. Çin'de, Türklerin mızmız dinler olarak vasıflandırdığı Konfüçyanizm, Budizm gibi inanışlar yaygın iken, Moğollar Şamanist idiler. Din adamlarına da Şaman adı verilirdi. Türkler, Şamanist olmadığı gibi aralarında Şaman adı verilen din adamları da yoktu. Çin ve Moğolistan'daki inançların çok daha saf olanına sahiptiler. Bir olan yaratıcıya, Ulu Tanrı anlamında Gök Tanrı adını kullanılıyordu.(1)
İslamiyetten önceki Türk dini inancına bakıldığında şaşılacak derecede İslam akaidine benzeyen noktalar görülür. Bunları Çin ve Moğol dinlerinde görmek mümkün değildir. En başta geleni vahdaniyet / yaradanın bir olması inancıdır. Doğulu ve batılı bütün tarihçiler bunda birleşmişlerdir. Bunun yanısıra ahirete, öldükten sonra hesabın varlığına, cennet ve cehenneme inançları vardır. Din adamları bulunmuyordu, ancak Kam adı verilen büyücü / kahin karışımı bir mesleği icra edenler vardır. Fakat bunların din adamlığı ile ilgisi yoktur. Moğollardaki Şaman ile Türklerdeki Kam arasındaki fark ise, bugün cinci hoca adı verilen insanlarla diyanet görevlilerin arasındaki fark gibiydi. Bu inançlarını müslüman oldukları 10. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Budizm, Mecusilik, Şamanizm, Taoizm, Maniheizm gibi bin türlü dinin kaynaştığı bir bölgede İslama bu kadar yakın olan inançlarının kaynağı ne idi? Maalesef bugüne kadar araştırılması yapılmamıştır. Ancak kaynaklar tarandığı zaman bir takım ip uçlarına rastlamak mümkündür.
OĞUZ HAN
Türklerin Soy Kütüğü kitabında, Nuh aleyhisselamdan Kara Han'a kadar Türklerin islam itikadında oldukları, bu hükümdardan itibaren bozuldukları kaydı vardır. Kara Han, Oğuz Han'ın babasıdır. Oğuz Han'ın hayat hikayesi de ilginçtir. Doğumundan itibaren üç gün boyunca annesini emmez. Annesi bu duruma çok üzülür. Rüyasında, oğlunun "bir olan yaratıcıya inan, aksi halde seni emmeceğim" dediğini görür. Şefkatinden dolayı annesi bir olan yaratıcıya iman eder. Oğuz da böylece annesini emmeye başlar. Büyüyüp serpildiğinde ise etrafındaki nice güzel kızları, putperest oldukları için kabul etmez. Fazla güzel olmayan amcasının en küçük kızı ile putperest olmadığı için evlenir. Bundan erkek evlatları olur.
Aradan uzun yıllar geçer. Türk Töresini çiğneyen babasıyla çatışır ve obayı terkeder. Bir süre sonra aralarında bir savaş çıkar. Bu savaşta babası hayatını kaybeder. (2)Devletin başına Oğuz geçer. Oğuz Kağan'ın bu haliyle bir peygamberin rahle-i tedrisinde bulunmuş olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle bir çok islami kaynakta ismi anıldığında Rahmetullahi aleyh / Allah'ın rahmeti üzerine olsun diye dua edilir.(3)
Oğuz Han'ın bir başka özelliği de Büyük Okyanus'tan Akdeniz'e kadar muazzam bir bölgeye hakim olmasıdır. O zaman dünyasının neredeyse dörtte üçünü kontrol altına almış olmasıdır. Bu özelliğinden dolayı Oğuz'un, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen Zülkarneyn aleyhisselam olduğu dahi ileri sürülmüştür.
ZÜLKARNEYN SEDDİ
Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen Zülkarneyn aleyhisselam, dünyaya hakim olmuş birkaç kişiden birisidir. Yaptığı seferlerden birinde güneşin doğduğu en uzak yere kadar gider. Burada mayası temiz, mazlum bir toplulukla karşılaşır. Bunlar komşuları olan Ye'cuc ve Me'cuc isimli toplulukların zulümlerinden şikayet ederler. Hazreti Zülkarneyn, zalim topluluk ile bunların arasına büyükçe bir set kurarak şerlerinden korunmalarını sağlar. Kaynaklarda mayası temiz bu topluluğun Türk milleti olduğu yazılıdır. Hazreti Zülkarneyn, İbrahim aleyhisselamla aynı yıllarda yaşamışlardır. Çıktığı seferlerden birinde Hazreti İbrahim'le görüşmüş ve bu sırada yaşı hayli ilerlemiş olan bu kutlu peygamberin hayır dualarını almıştır.
KANTURAOĞULLARI
Efendimiz bazı hadisi şeriflerinde Kanturaoğullarının bu ümmetin idaresini uzun süre ellerinde tutacaklarından bahsetmektedirler. Hadis-i Şerif otoriteleri, bundan kastın Türkler olduğuna hemfikirdirler. Kaynaklar tarandığında Kantura'nın, Hazreti İbrahim'in hanımlarından birinin adı olduğu görülür. İbrahim aleyhisselamın bilinen üç hanımı vardır. Sare, Hacer ve Kantura... Bunlardan Sare Hazreti İshak'ın, Hacer Hazreti İsmail'in, Kantura da ismi henüz tesbit edilemeyen birkaç erkek evladın annesidir.
Hazreti İbrahim'in Hacer'den doğan oğlu İsmail aleyhisselamdır. Allahü tealanın verdiği emir üzerine Hazreti İbrahim tarafından bugünkü Kabe'nin hemen yanıbaşına bırakılan İsmail aleyhisselam, yerli toplumlardan olan Cürhümilerden bir kızla evlenmiş ve bunun soyundan gelenler giderek büyük bir güç olmuşlardır ki, zamanla Nabtiler (MÖ IV-MS.II. yy), Palmirana/Tedmur (MÖ.3.000-MS.275) gibi dönemlerinin güçlü devletlerini kurmuşlardır.
Hazreti İbrahim'in ikinci oğlu İshak'tan olan torunu Hazreti Yakub'un 12 oğlunun soyundan gelenlere İsrailoğulları adı verilir. Yakub aleyhisselamın diğer ismi İsrail olduğu için bu isimle anılmışlardır. Bunlar Musa aleyhisselamın Mısır'dan çıkarmasından sonra Filistin'de İsrail ve Yahuda devletini kurmuşlar, Hazreti Süleyman döneminde de Yemen'deki Sebe devletini yeniden organize etmişlerdir. (M.Ö. 900 senesi) Bundan sonra bir daha toparlanamamışlardır.
Hazreti İbrahim'in Kantura isimli üçüncü hanımından da birkaç erkek evladı olmuştur. Bunları Vahdaniyeti tebliğ etmek için Horasan'a göndermek istediğinde çocukları ağlaşırlar ve "Kardeşimiz İshak'ı kendi yanında bırakıyorsun, İsmail'i de kutlu bölge / Mekke'de bıraktın. Bizi neden çok uzaklara gönderiyorsun?" derler. Hazreti İbrahim de onlara gitmeleri gerektiğini izah ederek; "Kuraklığı çok olan bir beldeye gideceksiniz. Size öğreteceğim şu duayı sıkışınca okursanız inşallah yağmur yağacaktır" diyerek bir dua öğretir. Çocuklar Horasan'a yerleştikten uzun bir süre sonra büyük bir kuraklık yaşanır. Çaresiz kalan halk, bunlara başvurunca öğrendikleri dua sebebiyle yağmurun yağmasına sebep olurlar. Bunun üzerine insanlar, bu iş ancak hanların işidir diyerek bu çocukların ve soyundan gelenleri han kabul ederler. Öyle ki, kanlarının yere düşmesini bile bir felaket olarak gördüklerinden hiç ilişmezler. Bu adet daha sonra han sülalesinden idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil yay kirişi ile boğmak usülünün doğmasına neden olur. (Bu adet Göktürk devlet geleneğini takip eden Selçuklu ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.) Kaynaklarda buna benzer bir başka olaya rastlıyoruz. Eski Türklerin elinde Yada Taşı denilen bir taş vardır. Bunun aracılığı ile yağmurun yağdırıldığından bahsedilir. Yerli yabancı gezginler, bunu bizzat gördüklerini naklederler. Bu taş yüzünden sık sık boylar arasında çatışmalar çıkmıştır. (4)
Orkun kitabelerinde güç zamanlarda Yaratıcı'nın, Semavi kaynaklı bir kahraman göndererek Türklerin imdadına yetiştiği kayıtlıdır. Kitabelerde; "Ben Tanrı'dan olma......" gibi ifadeler geçmektedir. Bu, Hakan'ın ancak Allah'ın tasvib ve desteği ile hakan olabileceğini gösterir. Yine eski kaynaklar, ancak Tanrı tarafından kut verilmiş kişilerin hakan olabileceği de kayıtlıdır. Nitekim Hun Hakan'ı Mete'nin Tanrı'dan kut alarak Hakan olduğu kayıtlıdır.
Hazreti İbrahim'in bu çocukları Horasan'a göndermesinin sebebini annelerinin Orta Asya kökenli olmasında aramak lazımdır. Hazreti İbrahim'in ve Sevgili Peygamberimizin hayatları incelendiğinde, birisini bir bölge veya topluluğa gönderdiklerinde o kişinin o bölgeden veya topluluktan olmasını dikkate alırlardı. Zira gidilen yerde hazır bir ortam bulunmuş olacaklardır.
Hazreti İbrahim'in yaşadığı tarih olarak MÖ 2000'li yıllar gösterilmektedir. Eğer bu doğru ise bunun hemen akabinde Türklerin millet olarak belirgin bir şekilde ortaya çıktıkları ve devlet kurdukları görülür ki; bu da MÖ 1500-1000 yılları arasıdır. Bu tarihler dünya tarihinin kavşak noktalarından birisidir. Bu yıllardan itibaren eski milletler sahneden çekilip birer birer erirken üç ana koldan gelişen üç ayrı millet dünya siyasetine yön verir olurlar. Birincisi İsrailoğullarıdır. Üçüncü kol bunlardan çok uzakta Türkistanda ağırlıklarını koymaya başlamıştır. Bunlardan İsmailoğulları ve Türklerin hayat şartları birbirlerine benziyordu. Kuraklıkların şiddetli geçmesi, birinde çöl, diğerinde bozkırların, halkların milli karakterlerini dış tehlikelerden koruması hep birbirine benzemektedir.
TÜRK PEYGAMBERLER
Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lüğâti't Türk'ünde; yalavaç, yalvaç gibi resul, peygamber anlamında türkçe kelimeler bulunması, Türklerin en eski devirlerinde bile peygamber kavramının bilindiğinin canlı şahitleridir. Eski Türk inancında görülen Yaratıcı inancının İslama çok yakın olmasının sebebi de peygamberlerdir. Bu inanca göre Tanrı'nın sıfatları şöyledir ki Kuranı Kerim'deki İhlas suresini hatırlatır. BİR/Tek olan, MENGÜ/sonsuz, BAYAT/Başsız, MUNGSUZ/Kendi kendine var olan (Doğmamış, doğurulmamış) ve sıkıntılardan uzak olan, DİRİ/Hayat sahibi, ERKİ/İrade sahibi, OGAN/Kudret sahibi, TÖRÜTGEN/Yaratıcı...(5)
İşte bu noktayı araştırmış olan tarihçilerden Hüseyin Hüsamettin Efendi, Şerh-u Esmai'l Mürselin isimli kaynağa dayanarak tam 24 adet türk asıllı peygamberin ismini nakletmektedir. (6) Bu peygamberlerin ne zaman yaşadıkları, tevhid mücadeleleri, gösterdikleri mucizeler ve hangi boylarda görev yaptıkları şimdilik bilinmemektedir. Bilinen tek şey; İslam dinini tebliğ ederek Türk milletinin üzerinde kalıcı etkiler yapmaları ve bu cengaver milleti Sevgili Peygamberimizin yoluna hazırlamış olmalarıdır. Gerçekten de Türkler, İslamiyetle tanıştıktan kısa bir süre sonra toplu olarak müslüman olmuşlar ve dünya tarihinde asr-ı saadetten sonra en kaliteli çağ olan Osmanlı dönemini kurmuşlardır.
Türkler arasında görev yapmış şanlı peygamberlerin isimleri türkçe olmakla birlikte kaynaklara arap imlası ve telaffuzuyla şu şekilde geçmiştir; "Amun, Anuh, Barah, Cosan, Düvil, Ğadat, Hamun, Hemudin, Hıcah, Hicil, Katın, Kedük, Kharkıl, Laycu, Narın, Sakun, Salah, Savıs, Takhım, Tamur, Umıd, Yahur, Yasan, Yevik..."
Tarihi kaynaklardan derleyerek özetlediğimiz bu bilgiler, Türklerdeki vahdaniyet fikrinin kökeni konusunda bize büyük ip uçları vermektedir.

ASRI SEADETTE TÜRKLER
Biz asıl konumuza tekrar dönelim. Cahiliye döneminde Türkler çok yakından tanınmaktadır. Gerek Türkistan'a giden Mekke kervanları, gerekse Arabistan'a çeşitli vesilelerle gelen Türkler vasıtasıyla bilinmektedir. Ayrıca Göktürk İmparatorluğu asrı saadette Orta Asya'da son virajı almak üzeredir. Bu devlet kapalı bir kutu değil, cihan devletliğine oynayan bir güçtür. O zaman dünyasınca yakından bilinmemesi imkansızdır. Efendimizin amcası Ebu Talib, hicretten önce Efendimize zulmeden müşrikler hakkında söylediği bir şiirde Türklerden bahsetmektedir. Bu şiirinde müşriklerin, Efendimiz ve eshabının Mekke'den ta Kabil veya Türk kapılarına kadar çekilip gitmelerini istediklerini söyler.
Cahiliye dönemine ait şiirlerde sık sık Türklerin askeri yönlerini ve kahramanlıkları işlenmiştir. Bu şairlerden bazıları; Nabiğa ez Zübyani, Hassan b. Hanzala, Evs b. Hacer, Şemmah b. Zirar vd. dir.(7) Arabistan'da, kölelerden oluşan değişik milletlere mensup oldukça kalabalık bir topluluk vardır. Bunlar arasında özellikle İran aracılığı ile gelen kölelerin kökeni araştırıldığında Eshabın arasında da Türklerin bulunduğu anlaşılır. Ancak isimler arapçalaştığı için bu tespiti zorlaştırmaktadır.

HADİSİ ŞERİFLER
Sevgili Peygamberimizin, Türklerle ilgili pek çok hadis-i şerif buyurdukları bilinse de bunların pek azı günümüze kadar gelmiştir. Efendimiz, gelecekle ilgili bazen genel bazen de kişisel ipuçlarını eshabına vermişlerdir. Bunlardan birisi de istikbalde Türklerle karşılaşılacağı ve onlara nasıl davranılması gerektiği konusudur. Bunlardan en bilineni, eshabın geneline buyurdukları; "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın" hadisi şerifidir. Bunun yanısıra Türklerin fiziki özelliklerinden, yaşantılarından da haber vererek, eshabını istikbalde yaşanacak bir dizi hadiseye hazırlamışlardır. Bu hadis-i şeriflerin tümü, Alemlerin Efendisi'nin Türkleri çok yakından tanıdıklarını gösterir. Eshabı kiramın da Türklerin kim olduklarına dair bir soruları olmamıştır. Bu, eshabın da Türkleri yakından tanıdıklarını gösterir.
KABİLELER
Arabistan yarımadası son derece kozmopolit yapıya sahiptir. Hiçbir büyük devletin bu bölgeye girememesi, hür yaşamak isteyen pek çok toplumun bu bölgeye yerleşmesine neden olmuştur. Bu kabilelerden bazılarının türk veya türk kökenli olduğu tahmin edilse de henüz sağlam bir araştırma yapılmamıştır. Asr-ı Saadet'te yaşayan kabilelerden Tayy, Muharib (veya Harboğulları) ve Eslem gibi kabileler, bölgedeki diğer kabilelerden farklı özellikler taşıyorlardı. Arabistan'ın en ilginç kabilesi belki de Harboğulları kabilesidir. Kaynaklarda bu kabile dilleri anlaşılmaz,(8) son derece korkusuz ve savaşçı bir topluluk olarak anılırlardı. Yağmacılıkları ile meşhurdular. Yaşadıkları bölgenin tamamen hakimiydiler. Kuzeydoğu Arabistan'da yaşamaktadırlar. Asrı saadette müslüman oldukları andan itibaren pamuk gibi olmuşlardır. Hayır ve hasenatta yarışan, bölgelerinden geçen ticaret kervanlarını gözleri gibi koruyan bir topluluk olup çıkmışlardır. Bunların soyundan gelen günümüz Mısırlı araştırmacı Muhammed Harb, Harboğullarına mensup olanların isimlerinde türkçe kökenli kelimeler bulunduğuna işaret etmiştir. Biraz sonra bahsedeceğimiz gibi Dicle bölgesinde yaşayan türk boyları Bedr Hazırlıkları sırasında Efendimize elçi göndermişlerdi. Bunlar büyük ihtimalle Harboğullarıyla bağlantılı boylardı.
KİŞİLER
Asrı seadetteki şahıs isimleri arapça veya başka dilden geçse de arapçalaşmıştır. Şahıs isimlerinin kökeni hakkında henüz bir teknik çalışma da yapılmamıştır. Bu nedenle isimlerin hangisinin türkçeden geçtiğini bilemiyoruz. Ancak Eshab-ı kiramın hayat hikayelerini incelediğimizde ilginç sonuçlar elde edebiliyoruz. Mesela Salim, Büreyde b. Husayb, Ebu Bekre radıyallahu anhum gibi pek çok sahabenin hayatı önemli ip uçları vermektedir.
TÜRK ATI / KUTAF
Şahıs ve kabilelerin dışında Asrı Saadete ait bazı hatıralarda da türk izlerine rastlamak mümkündür. Mekke veya Medine'de bir gece çok şiddetli bir gürültü duyulur. Şehir halkı ne olup bittiğini anlamak için evlerinden fırladıklarında, Sevgili Peygamberimizi sesin geldiği istikametten gelirken görürler. Efendimiz, sesi duyduğu anda en yakındaki ata binerek hızla olay yerine gitmişler, önemli bir şey olmadığını görünce geri dönmüşlerdir. Kullandıkları at, eshabı kiramdan Ebu Talha'nın Kutaf cinsi atıdır. Bütün özellikleriyle (kısa bacaklı, çevik dönüşler yapabilen olması vb.) bir türk atıdır. Efendimiz bu ata dua buyurarak; "Deniz gibi..." buyurmuşlardır. Kutaf cinsi atlara bu nedenle, Bahr / Deniz adı verilmiştir.
KUBBETU'T TÜRKİ / TÜRK ÇADIRI
Şimdi gelelim Türk tarihinin en önemli noktalarından birine... Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbas, Efendimizin Bedr Savaşı'nda girdikleri yuvarlak bir çadırdan bahsetmektedir.(9) Yine 627'de Hendek Savaşı hazırlıkları yapılırken Efendimiz, kendisi için kurulan bir çadıra yerleşmişlerdi ki bu çadır Kubbetu't Türki / Türk Çadırı olarak isimlendirilmektedir. Sevgili Peygamberimiz çadırın kurulmasında yardımcı olmuşlar ve kuşatma süresince bu çadırda bulunmuşlardır. Başka bir ifadeyle Kubbetu't Türki Efendimizin otağı, karargahı olmuştur. Yine bu çadırın en büyük özelliklerinden birisi de Efendimizin ünlü İstanbul'un fethedileceğini müjdeledikleri hadisi şeriflerini kuşatma günlerinde bu çadırın gölgesinde buyurmuş olmasıdır. (10)Yine Efendimizin mescidde itikafa çekildikleri çadır, Kubbetu't Türki ismiyle anılmaktadır.(11) Ünlü Hudeybiye anlaşması, bu çadırda imzalanmıştır. Dahası, Mekke'nin fethine gidilirken de bu çadır Efendimizle birliktedir. İslam ordusu Mekke yakınlarındaki Merru'z Zahran mevkiine gelince çadırını kurdurmuşlar, eshabıyla burada istişare etmişlerdir. Mekke'nin yöneticisi olan Ebu Süfyan b. Harb'i bu çadırda kabul etmişlerdir. İslam ordusu birkaç koldan Mekke'ye girerlerken Sevgili Peygamberimiz bugün Cennetu'l Mualla kabristanının bulunduğu Hacun'da çadırlarını kurdurmuşlar, harekatı buradan idare etmişlerdi. Bu çadır, Efendimizin vefatlarından sonra şüphesiz muhafaza edilmiştir. Ancak akibetinin ne olduğu hakkında henüz bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak Efendimizin her davranışını uygulamaya çalışan eshabı kiram, Onun bir Türk çadırında itikafa çekilmesini sünneti seniye olarak tatbik etmişlerdir. Mesela Eshabı Kiramdan Ebu'd Derda'nın hanımı Ümmü Derdâ, Şam'daki Emeviye Camiinde kurulan bir türk çadırında itikafa çekilmişti. Bu çadırın Efendimiz tarafından kullanılan çadır olup olmadığı bilinmemektedir.
ELÇİLER YILI
Meşhur elçiler yılında Sevgili Peygamberimizi ziyarete gelen kabileler arasında türklerin olup olmadığı tam araştırılmamıştır ancak bundan çok daha önceki yıllarda Dicle yöresinde yaşayan Büğdüz-Aman Hanedanı temsilcisi,(12) çeşitli Türk boylarının ilbeği olarak, 622-623'de Medine'ye elçi olarak bir heyetle gelmiş ve Efendimizin huzuruna çıkarak müslüman olmuşlardır. Bu çok önemlidir. Zira Türklerin, Dicle yöresinde kuvvetli bir topluluk olarak bulunduklarını gösterir. Bunlar, İran Kisrası Nuşirevan tarafından Doğu Roma sınır boylarına yerleştirilmiş olan Türk boylarındandır. Bu sınır kuşağı İran'ın en nazik bölgesidir. Buraya, kendilerine bağlı savaşçı toplulukları yerleştirerek başkentleri Medayin / Ktesiphon'u emniyete almak istemişlerdi. İşte bu boylar Medine'ye elçi göndermişlerdir. Gelenlerin bir kısmının Medine'ye yerleşmesi kuvvetle muhtemeldir. O zaman Uhud ve diğer savaşlarda da Efendimizin eshabı arasında türklerin bulunduğu akla gelebilir. Dahası, Sevgili Peygamberimizin kullandıkları Kubbetu't Türki'nin kaynağı hakkında bir ip ucu verebilir.
ÜZÜNTÜNÜN SEBEBİ
Efendimiz 630 yılında bir gün Medine'de, hanımlarından Ümmü Seleme veya Zeyneb bnt. Cahş annemizin odasında iken, sıkıntı duyarak bunalırlar. Durumu farkeden annemiz sebebini sorar. Efendimiz, doğuyu işaret ederek; "Şu anda Zülkarneyn'in seddinden yüzük genişliğinde bir delik açıldı" diye üzüntüyle haber verirler. Efendimizin üzülmelerine sebeb olan hadise ne idi? Henüz bir açıklama getirilememiştir. Bu tarihte doğudaki en büyük olay Doğu Göktürk ordusunun devasa Çin ordusu tarafından imha edilmesidir. Bu savaşta Türk Hakanı esir düşmüş ve Doğu Göktürk Devleti yıkılmıştır. Bu yıkılma ile Orta Asya'daki dengeler altüst olur ve Türklerin dar bir alana hapsettiği Çin, tamamen serbest kalarak sınırlarını genişletmeye başlar. Batı Göktürk Devleti de kısa sürede yıkılır.(13)
..ve KÜRŞAD İHTİLALİ
Esir edilen Göktürk ileri gelenleri Çin'e esir olarak götürülür. Tarihe Kürşad İhtilali olarak geçen ayaklanma, bu yıkılmadan hemen sonra Çin'de esir edilen Türk prensleri tarafından organize edilmiştir. Çinliler her zaman yaptıkları asimilasyonu esir türklerin üzerinde uygulamak ister. Ancak bir süre sonra buna karşı çıkan Kürşad ve 39 arkadaşı ihtilal planı yaparlar. Çin İmparatoru'nun geçeceği güzergahı tespit ederler. Ancak ihtilal günü müthiş bir yağmur yağar. Çin İmparatoru sarayından çıkmaz. Planı ertelemek isterler. Ancak Kürşad, Çinlilerin durumu haber almalarından korkarak planı ertelemez. Belirlenen saatte sarayı basarlar. Yüzlerce Çinli, bir avuç türkün eğri kılıçları altında can verirler. İmparator kıl payı hayatını kurtarabilir. Başarılı olamadıklarını anlayan Kürşad, arkadaşlarıyla birlikte kaçarsa da bir süre sonra etrafları çevrilir. Teslim olmayı kabul etmeyince de oklanarak öldürülürler.
Göktürk Devleti'nin yıkılmasını, Oğuz Türklerinin Asya steplerinden tasfiye edilmesi takip etmiştir. Belki de Sevgili Peygamberimiz, gelecekte İslama hizmet edecek koca bir milletin atalarının zor durumda kalmalarına mübarek gönülleri elvermemiş, incinmişlerdi. Nitekim ilk müslüman türkler Göktürk boyları içinden çıkmıştır. Dahası ilk müslüman Türk devleti Karahanlılar, Göktürk Devletinin bir uzantısıdırlar. İslamiyetin etrafında çelik bir duvar örerek özünün dejenere olmasını önleyen İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidi, İmam-ı Buhari, Bahaeddin-i Buhari vb. alimlerin ve talebelerinin kökeni araştırıldığında yine Türk oldukları görülür. Yine kurulan hemen tüm Müslüman Türk devletlerinin köklerinde Göktürklerin izleri görülür.
TÜRK ELİ'ne DOĞRU
Sevgili Peygamberimizin vefatlarından sonra yeryüzüne dağılan eshabı kiramın önemli bir kısmı, genellikle kökenleri nere ise o bölgelere gidip yerleşirler. Bu dağılma, Efendimizin emri üzerine gerçekleşir. Efendimiz eshabına, yeryüzüne dağılmalarını, yerleştikleri yerlerde evlenmelerini ve özellikle gençlere sahip çıkmalarını emretmişlerdir. Bu sebeple eshabı kiram, gençlerle karşılaşınca; "Merhaba ey Sevgili Peygamberimizin bize emanet ettikleri" diye latife ederlerdi. Horasan'a düzenlenen seferlerin sadece birinde, ordu içerisinde 300 eshabın bulunduğu nakledilmektedir ki bunların büyük çoğunluğu Türkistan'a yerleşmişlerdir. Bunlardan en ilginci Türklerin Arslan Baba adını verdikleri bir sahabedir ki, asıl ismi unutulmuştur.
Hazret-i Hüseyin, Kerbela'da ablukaya alındığında Kufeli Şiilerin ihanetini görünce Emevi komutanı Ubeydullah b. Ziyad'dan, kendisini bırakmasını ister ve Horasan'a gidip orada İslamiyete hizmet etmeyi istediğini bildirir. Hazreti Hüseyin tekrar Medine veya Mekke değil de Horasan'a gitmek istemesinin sebebi de Efendimizin bu bölge halkıyla ilgili eshabına çok önemli işaretler verdiklerini göstermektedir. Eshabdan bu bölgeye giden en ünlü isim, Büreyde b. Husayb'dır. Kabri, Merv şehrindedir. Kırgızistan'a yaptığımız bir gezide Kırgızlar, Oş bölgesinde bir mevkiyi göstererek, "Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarına ait bazı kabirler burada idi, ancak zamanla kaybolmuş" dediklerine şahit olmuştuk.
Horasan'a yerleşen eshabı kiramın rahle-i tedrisinden geçen türkler müthiş bir ivme kazanırlar. Birkaç kuşak sonra bütün İslam dünyasına kan kusturan Şii devletçiklerini teker teker düşürerek vefa borçlarını ödemeye başlarlar. Asya kendilerine dar gelir. Birbiri ardınca cihan devletleri kurarak Batının en batısındaki Kızıl Elma'ya doğru koşarlar. Osmanlılar döneminde ise her bakımdan zirveye erişirler.
Eshabı Kiram Türkistana giderken, Türkistan'dan da Medine'ye gelenler olmuştur. Mesela Ozanların Piri diye tanınan Korkut Ata, Medine'ye gelerek Hazreti Ebubekr ile görüşerek müslüman olmuştur.(14)
TÜRKLERE İLİŞMEYİN
Sevgili Peygamberimizin, Türklerle sıcak temasa geçilmemesini emrettiklerini bizzat eshabı kiramın uygulamasında da görebilmekteyiz. Hazreti Ömer döneminde yıkılan Sasanilerin de kışkırtmasıyla bazı Türk boyları İslam topraklarına hücum ederler. Bunlar, Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra desteksiz kalan Batı Göktürk Devleti bünyesinde yaşayan küçük devletçiklerdir. Bunlara karşılık vermek için Türkistan içlerine akın yapan İslam orduları komutanı Ahnef b. Kays, zafer kazandıklarını ve harekata devam etmek istediklerini bildirir. Hazreti Ömer, bu isteği kesin bir dille reddeder ve "Keşke onlarla aramızda ateşten bir deniz olsaydı" diyerek ileri harekata izin vermez. Yerine eshabdan Büreyde b. Husayb'i komutan olarak tayin eder. İslamın, organize olarak en güçlü olduğu ve peşpeşe dünyanın iki süper gücüne bir arslan gibi atıldıkları bir dönemde, dağınık türklerden korktukları için böyle bir harekata izin verilmediğini düşünmek mümkün değildir. Hazreti Ömer gibi birisini ancak Efendimizin emri durdurabilirdi. Benzeri bir başka olay Hazret-i Muaviye döneminde yaşanmıştır. Horasan valisi Abdurrahman b. Semüre'ye bağlı İslam ordusunun bir kısmı, Türklerin hücumuna karşılık vermek için Ubeydullah b. Ziyad komutasında Türkistan içlerine akınlar yaparlar. Buhara ve çevresini ele geçirirler. Abdurrahman bunu hoş karşılamaz.(15) Ubeydullah da direkt Halife'ye yazarak kazandığı zaferi bildirir. Övgü ve taltif beklerken, Hazret-i Muaviye'nin sert bir cevabıyla karşılaşır; "Anan sana matem tutsun. Harekatı derhal durdur. Onlara neden ilişiyorsun. Vallahi Rasulullah'tan işittim ki, Türkler yavsan otu biten yerlere kadar hakim olacaklardır."
TÜRK HAKANI'nın KIZI
Efendimiz, peygamberlikle şereflendiklerinde İran Sasani İmparatorluğunun başında kisra olarak Nuşirevan vardır. Bu zat adaletiyle ün yapmıştır. Sadece İranlılar değil komşu ülke insanları dahi onun adaletine hayran kalmışlardı. Nuşirevan, o yıllarda hayli güçlü olan Göktürk Hakanı'nın kızıyla evlenmiştir. Bu evlilikten peşpeşe üç kız dünyaya gelir ki, İslam tarihinin en önemli şahıslarından olurlar. Hazreti Ömer döneminde yıkılan Sasani İmparatorluğu'na mensup önemli kişiler esir olarak Medine'ye getirilir. Aralarında Nuşirevan'ın kızları da vardır. Anneleri Türk Hakanı'nın kızı, Babaları da İran kisrası olan bu nazenin kızlara Hazreti Ömer kıyamaz. Eshabı kiramdan üç ünlü zatın çocuklarıyla evlendirir.(16) Bunlardan Şehr Bânû Ğazele, Hazreti Ali'nin oğlu Hazreti Hüseyn ile evlendirilir. Bundan Zeynel Abidin hazretleri dünyaya gelir.(17) Birisi Hazreti Ömer'in oğlu Salim (veya Asım) ile evlendirilir. Bunun kızından da Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz dünyaya gelir ki; adaleti ile ün yaptığı için ikinci Ömer diye anılır. Üçüncü kız Hazreti Ebubekr'in oğlu Muhammed ile evlendirilir. Bu evlilikten Kasım b. Muhammed hazretleri doğar.(18)
SONSÖZ
Biz kaynaklardan ulaşabildiklerimizi sizlere aktarabiliyoruz. Ancak bunların çok sınırlı olduğunu da hemen ifade etmek durumundayız. Bu konuda asıl hizmet verecekler, konuya profesyonel olarak eğilebilecek türk tarihçileri ve hadisi şerif uzmanları olacaktır şüphesiz. Bizim yaptığımız bir kibrit yakmaktan öte değildir. Ehil eller harekete geçerlerse tarihimizde karanlık kalmış noktalar aydınlanmış olacaktır.

ASR-I SEADETTE
TÜRKLER
DİPNOTLAR
1 Eski insanları toptan putperest görmek isteyenler buna bir de yer tanrısı ilave etmişlerdir. Eski Türklerde yer tanrısı, dağ tanrısı gibi putperest bir zihniyet yoktu. Zaten bu, onlardaki tek tanrı inancıyla ve yaratıcının sıfatlarıyla çelişmektedir. Eski insanların toptan putperet oldukları, daha sonra tek tanrıcılığa ulaşıldığı fikri, "tek tanrıcılığa Tevrat ile ulaşıldı" iddiasında bulunan batılı bilim adamlarının tezidir.
2 Şecere-i Terakime; Ebul Ğazi Bahadır Han, s. 239, Haz. Z. K. Ölmez, Ankara-1996
3 Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye; s. 1157, 72. Baskı, İstanbul-1997
4 Türk Dünyası Tarihi, II. Baskı, s. 36, Nevzat Kösoğlu, İstanbul-1991
5 Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre; S. Başer, s. 1, Ankara-1990
6 Amasya Târihi; II/56-61
7 Cahiliye dönemi şairlerine ait şiirler, 1900-1940 yılları arasında batılı müsteşriklerce derlenip çeşitli dillerde yayınlanmıştır. Çoğunlukla Polonya'nın Leipzig şehrinde basılmışlardır.
8 Dilleri anlaşılmazdan kasıt, yörede kimse tarafından bilinemeyen bir dildir. Arabistan'da Arapçanın değişik versiyonlarının dışında, Farsça, Habeşçe, Koptça, Rumca ve İbranice konuşulmaktadır. Bu dil, bunlarla da akraba değildir.
9 İslam Tarihi; Medine dönemi, M. Asım Köksal
10 Mu'cemu'l Buldân'da çadırın, Hendeğin kazılı bulunduğu köşelerden biri olan Seyhân mevkiinin Zübab tepesinde kurulduğu kayıtlıdır. O günün hatırasına burada Zübab Camii inşa edilmiştir.
11 Sahihi Müslim; Muhtasar; I/293, I/631, İstanbul-1984
12 Büğdüz'ün anlamı, Hizmet eden demektir.
13 Bu tarihten itibaren asyanın en kuvvetli devleti olan Çin'in önü yıllar sonra yine Türklerin yardımıyla İslam ordusu tarafından Talas'ta kesilebilmişti.
14 Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre; S. Başer, s. 77, Ankara-1990
15 Abdurrahman b. Semüre eshabdandır. Türklerle sıcak temasa geçilmemesiyle ilgili Efendimizin emirlerini muhtemelen biliyordu. Ubeydullah b. Ziyad sahabi değildir.
16 Tarih ve Medeniyet; 57/59, Nûşirevân, Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
17 Kerbela Faciasında Hazreti Hüseyn ve bütün çocukları şehid edilir. Bu sırada Zeynel Abidin'e, çok hasta bir çocuk olduğundan nasılsa ölür zannıyla ilişilmez. Seyyid adı verilen Efendimizin soyu bununla devam eder. Bu nedenle ona, Seyyidlerin Nuh'u adı verilir. Zeynelabidin hazretleri faciadan hemen sonra Şam'a götürülür. Burada doktorlar adeta seferber edilerek tedavi ettirilir.
18 Kasım b. Muhammed hazretleri tasavvufta 33 altun halka olarak bilinen tarikat zincirinin 4. südür. (Muhammed aleyhisselam, Hazret-i Ebu Bekr, Selman-ı Fârisî, Kasım b. Muhammed...) Küçücük yaşında iken Selman-ı Farisi hazretlerinin yanında yetişir.
..........................................​
ASR-I SEADETTEN PORTRELER
EBU BEKRE: (....-671) Asıl adı Nüfeyy b. Mesruh'tur. Babası Mesruh, meşhur Taifli tabib Haris b. Kalede'nin kölesidir. Annesi Sümeyye, İran Kisrası Nuşirevan tarafından kendisine ziyarete gelen Yemen Meliki Ebu'l Hayr'a cariye olarak hediye edilir. İran kisrasının bir İranlıyı köle veya cariye yapması mümkün değildir. Eğer Çinli veya Moğol olsaydı, Arabistan'da az görülür bir sima olacağından kaynaklara mutlaka geçerdi. Bu nedenle Sümeyye'nin Türk olduğu düşünülebilir. Sümeyye ismi, muhtemelen araplarca verilmiş bir isimdir. Nitekim asıl ismi kaynaklarda Bâmıh (Pamuk) olarak geçer.
Ebu'l Hayr, Yemen'e dönerken Taif'e uğradığında hastalanınca Haris b. Kalede tarafından tedavi edilir. (Haris, aynı zamanda Efendimizin azılı düşmanlarından Nadr b. Haris'in babasıdır.) Ebu'l Hayr bu nedenle Sümeyye'yi Haris'e hediye eder. Haris te kölesi Mesruh ile evlendirir. Mesruh ta İran'dan getirilmiştir. İşte bu evlilikten Ebu Bekre doğar.
Kızkardeşi Ezde de eshabdandır. 8 H/630'de Taif kuşatmasında teslim olan esir ve kölelerin azad edileceği haberi üzerine kaleden kaçan 23 kişiden biridir. Kaleden aşağıya kuyu çıkrığı (Bekre) ile indiği için Efendimiz kendisine Ebu Bekre diye iltifat eder. Bu isimle tanınır.
Ehl-i beytin hizmetlilerinden olur. Sevgili Peygamberimizden 132 hadis-i şerif nakletmiştir. Efendimizin vefatlarından sonra bir süre Bahreyn'de oturur. 51/671 veya 52/672'de Basra'da vefat eder. Namazını eshabdan Medine'deki kardeşliği Ebu Berze el Eslemi kıldırmıştır.
Asrı Seadet döneminde iki Sümeyye vardır. Birisi, Ammar b. Yasir hazretlerinin annesi ve ilk hanım şehid Sümeyye, diğeri de Ebu Bekre'nin annesi Sümeyye'dir. Asrı Seadet dönemini iyi araştırmayanlar bu iki ismi karıştırırlar. M. Hamidullah ta bunlardan birisidir. Bunun etkisinde kalan günümüz ilim adamlarından bazıları da aynı yanlışı tekrar edip durmaktadırlar.
SALİM: (605-633) Aslen Horasanlıdır. Asıl ismi bilinmemektedir. Salim ismi ona Arabistan'da verilmiş bir isimdir. Kaynaklarda "Salim mevla Ebi Huzeyfe / Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim" ismiyle anılır. Henüz küçük bir çocukken İran'ın İstahar bölgesinden köle olarak Mekke'ye getirilir. Bu bilgiye bakarak onun İranlı olduğu söylenir. Ancak Arabistan'da İranlılara Farisi lakabı takılıyordu. Eğer Salim de bunlardan birisi olsaydı Farisi lakabıyla anılırdı. Aynen Selmân-ı Farisi gibi...
Salim, eshabdan Ebu Huzeyfe b. Utbe'nin hanımı tarafından satın alınıp büyütülür. Çok zeki, akıllı ve terbiyesi çok kolay karakteriyle tanınır. Daha sonra da azad edilir. Sadakati ve dirayeti sebebiyle Ebu Huzeyfe tarafından oğul ilan edilir. Yine Ebu Huzeyfe, kardeşinin kızı Fatıma (Hind) bnt. Velid ile evlendirir. Hazreti Salim, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını ezbere bilen ve en iyi okuyanlardandır. Bu özellikleri sebebiyle, Sevgili Peygamberimizin övgülerini ve hayır dualarını almıştır. Hicrette, Mekke'den ayrılan ve Hazret-i Ömer gibi ileri gelenlerinin de bulunduğu Muhacirlere imâm olur.
Bedr dahil bütün savaşlara katılır. Sevgili Peygamberimizin, "Kur'an-ı kerim'i şu dört kişiden öğreniniz" diyerek övdüklerinden birisidir. Hz. Ebû Bekir zamanında Müseylemet'ül Kezzâb'a karşı yapılan Yemâme gazâsında Muhâcirlerin sancaktarıdır. Sâlim'in sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Eshâb; "Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız" deyince; "Eğer ben sancağı taşımayacak olursam Kur'ân-ı Kerîm ehlinin en bedbahtı olurum" cevabını verir. Mürtedler, sancağı düşürebilmek için Salim'e çok şiddetli hücumlar yaparlar. Sâlim, en şiddetli kılıç darbeleri altında bile "Ve mâ Muhammedün illâ resûl... / Muhammed aleyhisselam ancak Allah'ın resulüdür" (Al-i imrân; 144) âyet-i kerîmesini okumaktadır. Bu sırada ağır yaralanıp düşer. Yanına koşan Eshâb-ı kirâm, onun hala bu âyeti okuduğunu işittiler. Şehid olunca Ebû Huzeyfe ile birlikte defnedilir.
İlim ve irfânı Eshâb-ı kirâm tarafından kabûl ve tasdik edilmekle beraber Hz. Ömer'in, özel bir muhabbeti ve hürmeti vardır. "Eğer sağ olsaydı Salim'i halife olarak yerime bırakmak isterdim" demiştir. Bir gün Sevgili Peygamberimizin yanında Sâlim'in ismi zikredilir. Efendimiz şöyle buyururlar; "Muhakkak ki Sâlim, Allahü teâlâyı çok sever. Eğer Allahü teâlâdan korkusu olmasaydı yine sevgisinden dolayı Allahü teâlâya isyân etmez, günâh işlemezdi." Sevgili Peygamberimiz yine bir gün şöyle buyururlar; "Kıyâmet günü birçok kimseler Tihâme dağı gibi sevâblarla gelirler. Allahü teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve onları şiddetli bir şekilde Cehenneme atar. Bu dehşetli durumdan ürperen Sâlim atılır; "Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah; biz o kavmi nasıl tanıyacağız? Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum." Bunun üzerine Efendimiz şöyle cevap verirler; "Ey Sâlim onlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, fakat kendilerine harâmdan bir şey teklif edildiği zaman Allahü teâlâdan hiç korkmadan o harâmı işlerler. Allahü teâlâ da onların amellerini, ibâdetlerini kabûl etmez."
HABBAB B. ERET: Mekke'de yaşayan azadlı kölelerdendi. Aslen Kufe'liydi. (Muhtemelen Sasaniler tarafından Doğu Roma sınır boylarına yerleştirilen Türk boylarına mensuptu.) Kılıç yapmakta usta bir demirciydi. Ümmü Enmar isimli bir kadının himayesinde yaşıyordu. Sevgili Peygamberimiz Habbab'ın dükkanına sıkça uğrar kendisiyle sohbet ederdi.
Hicreten önce Hazret-i Ebubekr'in eliyle müslüman oldu. Müslüman olduğu için çok işkence gördü. Sırtındaki feci işkence izlerini ömür boyunca taşıdı. Efendimizin pek çok hayır dualarını aldı.
Hazret-i Ömer'in kızkardeşi Fatıma bnt. Hattab ile kocası Said b. Zeyd'in Kur'an öğretmeni oldu.
Medine'ye Hicret etti. Bedr Savaşına katıldı. Bu savaşta Efendimize, islam ordugahına en yakın kuyu hariç bütün kuyuların kapatılması tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye aynen uygulandı. Bundan sonra bütün savaşlarda bulundu.
Hazret-i Ebû Bekir devrinde, yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda ve Suriye'nin fethinde bulundu.
657’de Kûfe şehrinde vefât etti.
ŞEHR B. BAZAN: Aslen Hemedanlıdır. Babası Bazan İran Sasani imparatorluğunun Yemen Genel valisiydi. İran Kisrası'nın emri üzerine Medine'ye Efendimizi yakalamaya giden özel ekipte bulundu. Sonra babasıyla birlikte müslüman oldu. Oğlu Amir b. Şehr de eshabdandır. Efendimiz tarafından tayin edilen ilk validir. Babası vefat edince Efendimizin emriyle vali olur. Yalancı peygamber Esvedu'l Ansi tarafından şehid edilmiştir.
Şehr, Yemen'de Ebnalar denilen topluluktandır. Bunlar, İran'dan gelenlerle yerli hanımların evlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir nesildir. Atalarının İran'dan gelmesi de ilginçtir. Habeşistan'ın Yemen valisi Yeksum b. Ebrehe'nin yaptığı zulümler karşısında Yemenliler İran'dan yardım isterler. Ancak Kisra Nuşirevan, "Yemen'in çok uzak olduğunu, ordusunu böyle bir tehlikeye atamayacağını" söyleyerek önce reddeder. Ancak sonradan aklına cazip bir fikir gelir. Hapishanlerdeki idam mahkumlarının Yemen'e gönderilmesini emreder. Böylece İran, yığınla suçlu insandan kurtulacaktır. Dahası, eğer başarırlarsa Yemen, İran'a bağlı olacaktır. İşte bu insanlar MS 575'ten itibaren Yemen'e hakim olurlar. Yerli kadınlarla evlenerek melez bir neslin temelini atarlarlar. Yöre insanlarının Ebna ismini verdikleri bu nesil, kültürel olarak tamamen araplaşır. İşte Şehr'in babası Bazan bu insanlardan birisidir. Yemen'e gönderilen mahkumların arasında çok sayıda türk bulunması kuvvetle muhtemeldir. İşte bu insanların tamamı, asrı saadette islamla şereflenmişlerdir.
BÜREYDE B. HUSAYB: (....-63/682) Eslemoğullarının Sehm kolundandır. Hicret sırasında Sevgili Peygamberimizin başına konulan muazzam ödülü alabilmek için 70 kişilik bir süvari birliğiyle peşlerine düşer. Mekke ve Medine arasındaki Amim bölgesinde Efendimizle karşılaşır. Fakat Efendimizi şahsen tanımadığı için farkedemez. Büreyde, Efendimizin tatlı dili ve güler yüzünü görüp hayran kalır. Arkadaşlarıyla oracıkta müslüman olurlar. Yatsı namazını birlikte kılarlar. Bu sırada Meryem suresinin ilk ayetlerini bizzat Efendimizden öğrenir. Sabah olunca başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağına bağlar ve "izin verirseniz önünüzde ilk bayraktarınız olayım" diyerek Eslem arazisinden çıkana kadar refakat eder. Böylece İslamın ilk bayraktarı olur. Efendimiz, Büreyde'nin bu samimiyetine karşılık ona şu müjdeyi verir; "Sen, Zülkarneyn aleyhisselamın inşa ettirdiği bir şehre gideceksin ve kıyamet gününde doğu ülkesinin nuru ve rehberi olacaksın."
Uhud'tan itibaren Efendimizin bütün savaşlarına katılır. Hayber'in fethinde surlarda açılan gedikten içeri ilk dalan sahabedir. Efendimiz vefatlarına yakın hazırladıkları Üsame komutasındaki Suriye Ordusunun sancaktarıdır.
Sevgili Peygamberimizin katipliğini de yapan Büreyde, Süleymoğullarına yazılan mektubu kaleme almıştır. Kendisinden 164 hadisi şerif nakledilmiştir. Süleyman ve Abdullah isimli iki oğlu bilinmektedir.
Efendimiz bir konak yerinde bazı eşyaları Büreyde'nin sırtına yüklerler ve ez Zâmile / yük devesi diye latife ederler. Büreyde, bu hatırasını sık sık anlatır ve şerefle naklederek; "At sırtında düşmana saldırmaktan daha güzel bir hayat şekli yoktur" derdi.
Hazret-i Ömer döneminde ordu komutanı olarak görev yapar. Basra şehri kurulunca buraya yerleşir. Hazret-i Osman döneminde Horasan'ın fethine katılır. Yezid b. Muaviye döneminde 62/681 şehid düşer. Horasan bölgesinde en son vefat eden sahabidir. Merv şehrinde defnedilir. Türkmenistan sınırları içerisinde bulunan kabri, bugün de Türkler tarafından daima ziyaret edilmektedir. Ziyaretine gidenler Onu, doğunun Eyüp Sultanı olarak isimlendirirler.
ABDURRAHMAN B. EBZA: (70/670) Eshabı kiramdandır. Huzaa kabilesinin azadlılarındandır. Babası Ebza da eshabdandır. Aslen Kufe'lidir. Mekke'de doğdu. Kur'an-ı Kerim ve fıkıh konularında derin bilgisi vardır. Hazret-i Ömer'in Mekke valisi Nafi' b. Abdilharis, halifeyle görüşmek için şehir dışına çıktığında bunu vekil olarak bırakır. 658'de Hazreti Ali tarafından Horasan valisi olarak tayin edilir. Hayatının ileri dönemlerinde Kufe'ye yerleşir ve burada vefat eder. Said ve Abdullah isimli iki oğlu bilinmektedir.
ABDURRAHMAN B. SEMÜRE: (670) Eshabı kiramdandır. Babası Semüre b. Habib'dir. Künyesi Ebu Said'dir. Asıl ismi kaynaklarda; Abdi Külal, Abdi Kelül, Abdi Kabe olarak ta geçer. Müslüman olunca Efendimiz tarafından ismi Abdurrahman olarak değiştirilir. Kureyşin azadlılarındandır. Mekke'nin fethinden önce müslüman olur. Mute Savaşı'na ve Tebuk Seferine katılır. Hazret-i Osman zamanında idari kademede görev alır. Irak ve Horasan'da bulunur. Basra genel Valisi Abdullah b. Amir tarafından Sistan valiliğine tayin edilir. Doğuya düzenlediği seferlerde, Hindistan yakınlarındaki Zerenc ve Kiş arasındaki yerleri ve Ruhhac ile Zemindaver arasındaki bölgeleri ele geçirip putları yerle bir eder. Daha sonra Basra'ya yerleşir ve burada vefat eder. Namazını Ziyad b. Ebih kıldırdı. (Ziyad'ın annesi, Sümeyye de türk kökenlidir. Ebu Bekre ile anne bir kardeştir.
Son derece cesur ve mütevazi bir komutandır. Kendisinden 14 hadis-i şerif nakledilmiştir. "Sakın kimseden idarecilik isteme. Eğer isteğin üzerine emirlik verilirse, istediğinle başbaşa bırakılırsın. Eğer sen istemeden verilirse Allahü tealadan yardım görürsün" hadis-i şerifinin hem muhatabı, hem de nakledicisidir.
 
Üst