Ateş neden yakmadı?
Dr. MÜCAHİT ÇELEĞEN
İçinde yaşadığımız kâinat sonsuz faaliyetin yaşandığı akıl almaz bir hareket içindedir. Sürekli yeni varoluşlar, sürekli değişimler yaşanmaktadır. Bütün bu olaylarda sebep sonuç ilişkilerinden kurulu bir ilişkiler ağı mevcuttur.
Bu ilişkiler ağı o kadar kararlı ve düzenlidir ki süreçlerin sonucunu önceden tahmin etmemize imkan vermektedir. Sebep diye tanımladığımız şeyler birtakım özelliklere sahip olduklarını ve bu özellikleri ile de sonuçların şekillenmesini sağladıklarını gözlemlemekteyiz. Aslında bu algılama şekli kâinatı küçük küçük parçalara ayırmak ve parçaların yaratılışlarını sebeplere izafe etmekten başka bir şey değildir.
Eğer her şey gördüğümüz gibiyse kâinatta yaratıcıya ihtiyaç var mıdır? Ya da ilk planlayıcı ve harekete geçirici olma dışında bir eyleme sahip olabilir mi? Eğer kâinat algılamamız böyle olursa yaratıcıyı ilk müteharrik(harekete geçirici) olma dışında bir yere yerleştirmemiz mümkün değildir. Bu düşünce ile kâinatın yaratılışı için gerekli tüm kuvveti ve kudreti parçalayıp sebeplere vermiş oluruz.
Kâinat “Adetullah”la işler
Kâinat algılamamız böyleyse dedim, çünkü yukarıdaki tablonun gerçekliği konusunda psikolojik bir algılamanın dışında hiçbir delil yoktur. Zira sebeplerin kendilerine ait özellikler taşıması ile kendileri üzerinde gösterilen bir özelliği yansıtmaları arasında bizim gözlemlerimiz noktasından hiçbir fark yoktur. Aynen güneşin ışıklarını yansıtan kabarcıklara bakarken ışık kabarcıkların içindedir hükmü ile ışık güneşin yansımasıdır hükmü arasında gözlemsel bir fark olmadığı gibi. Hangisi doğru? Işık nereden gelmektedir. Güneşten mi, kabarcıkların içinden mi?
Bu soruya vereceğimiz cevap kâinat yorumumuzun temelini oluşturacaktır.
Kur’an bize Hz. İbrahim’in kıssasını anlatır. Hz. İbrahim ateşe atılmış, Allah ise ateşe serin ve selamette olmasını emretmiştir. Sonuçta şiddetli alevler olmasına rağmen Hz. İbrahim yanmamıştır. Bu nasıl olur? Dahası bize ne söylenmek istenmektedir?
Bediüzzaman Said Nursi, bu olaya ilginç bir yaklaşım getirir. İlginç olduğu kadar da bu anlatımla bize oldukça güncel, imanî bir dersin verildiğine dikkat çeker.
Kâinatta her şey Allah’ın adıyla hareket etmektedir. Yani O’nun emri, O’nun yaratması ile olmaktadır. Bunu her şeyin kendi gücünün çok üstünde işler görüyor olmasından anlamaktayız. Taşın sertliği, narin köklerin rahatça yayılmasına engel olmadığı gibi, yazın sıcağı da incecik yapraklara zarar verememektedir. Kökler âdeta Hz. Musa’nın Asasını vurmasıyla parçalanan taşlara gelen emri söylemekte, yapraklar da Hz. İbrahim’i yakmayan ateşe emredileni tekrarlamaktadır. Yani taşın sertliği de, ateşin sıcağı da “doğası” gereği değil, almış olduğu emir gereğidir. Emrin “Adetullah” gereği sürekliliği, bizde “doğalarında” ya da “tabiatlarında” böyle bir özellik olduğu yanılsamasına götürmektedir. Yani dikkatle bakmayınca kabarcıklar içinde güneş var yanılsamasına düşmek gibi.
Ateşin yakıcı özelliği ayrıca yaratılmıştır
Yine bu yorumun ilginç bir çıkarımı da aslında Kur’an’da anlatılan mucizeler ile etrafımızda yaşadıklarımız arasında yaratılışta bir farkın olmadığını, sadece “adette” bir farklılığın olduğunu görmekteyiz. Kur’an âdeta bizim nazarlarımızı, farklı bir yaratılış mucizesi ile alıştığımız olayların mucizevî boyutuna çekmektedir. Yani her şey emre tabidir. Alem “tabiat” değil “kevniyat”tır, yani “kâinattır.”
Hz. İbrahim misaline dönecek olursak eğer yakmak ateşin kendi özelliği olsa idi -kabarcık örneğindeki anlatımla kabarcığın içinde ışık olsa idi- ateşin olduğu her yerde yanmanın da olması gerekirdi. Çünkü içinde ışık olduğunu kabul ettiğiniz kabarcığın ışığını söndürmek için kabarcığı yok etmeniz gerekir. Oysa Kur’an’ın bize anlattığına göre Hz. İbrahim alevler arasında olmasına rağmen yanmamıştır. Yani yakmayı durdurmak için ateş söndürülmemiş, ateşin varlığına rağmen ateşin yakma özelliği durdurulmuştur. Bundan anlaşılan yakma özelliği ateşin kendi özelliği değil ateşe verilmekte olan bir özelliktir. O veriliş de emirle olmaktadır. Emir “yak” diye gelirse yakar, “yakma” diye gelirse yakmaz.
Demek ki algılarımızın aksine ateşin kendisi kadar bir özelliği olan yakıcılığı da ayrıca yaratılmaktadır. Aynen yiyecekler ile lezzetlerinin ayrı ayrı yaratıldığı gibi. Yahut insanın varlığı ile hareket özelliğinin ayrı ayrı mahluklar olması gibi. Kalbimizden çıkıyor diye hissettiğimiz şefkatin bize ait olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer öyle olsa idi bize ait olan şeyi istediğimiz gibi yönlendirebilmemiz gerekirdi. Oysa şefkat irademiz dışında ruhumuzda esen rüzgardan başka bir şey değildir.
Allah alışkanlıklarımızı yırtıyor
Hz. Musa’nın misalinde ise kuru bir odun parçası olan asanın dokunduğu taşın parçalanması anlatılır. Bu da asanın kendi gücü ve özelliği ile yapamayacağı bir şeydir. Taşlar ve taşın sertliği de emre tabidir. Etrafımızda çeşitli sebeplerle gözlemlediğimiz taşların parçalanmasında sebeplerin etkisizliği, etkisiz bir asanın temasıyla parçalanan taşların mucizesinde anlatılır bize. İncecik kökler de en az Hz. Musa’nın asası kadar aciz değil midir? Aynı mucize toprağın altında binlerce yıldan beri yaşanır durur. Ancak gözler bu denli mucize ile kaplanınca görünmez olur. Alışkanlıklar kapatıverir üstlerini. Aslında Allah (c.c.) alışkanlıklarımızı yırtar, alışık olmadığımız bir yaratışla.
İşte bu iki misalle sebeplerin yaratıcılıktan ne kadar uzak olduğu anlatılır bize. Hem de taşın sertliği ve ateşin sıcaklığı gibi iki uç misalle. Sıcaklık ve sertlik bile emir tahtında hareket etmektedir. Bunun gibi bütün sebeplerin sahip olduklarını düşündüğümüz tüm özellikleri kendilerinden değil, kendilerine verilmektedir. Etrafımızdaki her şey etken değil etkiye maruz mahluklardır. Taşı hamurdan, ateşi sudan ayıran şey kimyasal yapıları değil o kimyasal yapının böyle bir özellik göstermesini irade eden emirdir. Zira gerek Hz. Musa’nın, gerekse Hz. İbrahim’in mucizelerinde kimyevi bir değişim, maddesel bir başkalaşım söz konusu değildir. Değişen aynı maddeye, aynı kimyasal ve fiziksel yapıya farklı davranış emridir.
Kâinat bir aynadır
Bu anlatım karşısında zihinleri amaların, amaların arkasından sebeplerin “biz de varız” iddiasının doldurduğunu tahmin edebiliyorum. Biraz dikkat edilecek olursa bunların birer zan ve psikolojik şartlanmadan öte bir şey olmadığını fark etmek zor olmayacaktır. Sürekli sebeplerin etkisinin olduğu ve bunun kaçınılmaz tek gerçeklik olduğu öğretisi bizi ister istemez bu yanılgıya düşürmektedir. Dikkatten kaçırmamamız gereken bu öğretinin iddia edildiği gibi alternatifsiz tek gerçeklik olmadığıdır. Sebeplerde görünen özelliklerin sebeplerin kendilerine ait olduğu düşüncesi “kabarcıkların içinde küçücük bir güneşçiğin olduğu” hükmünden farklı değildir. Kur’an ise bize kabarcıklar gibi kâinatın da aynadan başka bir şey olmadığını söylemektedir.
Anlaşılan gerçeğe ulaşmanın yolu şu basit soruya vereceğimiz cevaba bağlı:
Kabarcıkların içindeki ışık nereden gelmektedir? Kabarcıkların içinden mi, güneşten mi?
Çünkü bu soruya vereceğimiz cevap kâinat yorumumuzun temelini oluşturacaktır.
MÜCAHİT ÇELEĞEN
www.birbaskaboyut.com
Dr. MÜCAHİT ÇELEĞEN
İçinde yaşadığımız kâinat sonsuz faaliyetin yaşandığı akıl almaz bir hareket içindedir. Sürekli yeni varoluşlar, sürekli değişimler yaşanmaktadır. Bütün bu olaylarda sebep sonuç ilişkilerinden kurulu bir ilişkiler ağı mevcuttur.
Bu ilişkiler ağı o kadar kararlı ve düzenlidir ki süreçlerin sonucunu önceden tahmin etmemize imkan vermektedir. Sebep diye tanımladığımız şeyler birtakım özelliklere sahip olduklarını ve bu özellikleri ile de sonuçların şekillenmesini sağladıklarını gözlemlemekteyiz. Aslında bu algılama şekli kâinatı küçük küçük parçalara ayırmak ve parçaların yaratılışlarını sebeplere izafe etmekten başka bir şey değildir.
Eğer her şey gördüğümüz gibiyse kâinatta yaratıcıya ihtiyaç var mıdır? Ya da ilk planlayıcı ve harekete geçirici olma dışında bir eyleme sahip olabilir mi? Eğer kâinat algılamamız böyle olursa yaratıcıyı ilk müteharrik(harekete geçirici) olma dışında bir yere yerleştirmemiz mümkün değildir. Bu düşünce ile kâinatın yaratılışı için gerekli tüm kuvveti ve kudreti parçalayıp sebeplere vermiş oluruz.
Kâinat “Adetullah”la işler
Kâinat algılamamız böyleyse dedim, çünkü yukarıdaki tablonun gerçekliği konusunda psikolojik bir algılamanın dışında hiçbir delil yoktur. Zira sebeplerin kendilerine ait özellikler taşıması ile kendileri üzerinde gösterilen bir özelliği yansıtmaları arasında bizim gözlemlerimiz noktasından hiçbir fark yoktur. Aynen güneşin ışıklarını yansıtan kabarcıklara bakarken ışık kabarcıkların içindedir hükmü ile ışık güneşin yansımasıdır hükmü arasında gözlemsel bir fark olmadığı gibi. Hangisi doğru? Işık nereden gelmektedir. Güneşten mi, kabarcıkların içinden mi?
Bu soruya vereceğimiz cevap kâinat yorumumuzun temelini oluşturacaktır.
Kur’an bize Hz. İbrahim’in kıssasını anlatır. Hz. İbrahim ateşe atılmış, Allah ise ateşe serin ve selamette olmasını emretmiştir. Sonuçta şiddetli alevler olmasına rağmen Hz. İbrahim yanmamıştır. Bu nasıl olur? Dahası bize ne söylenmek istenmektedir?
Bediüzzaman Said Nursi, bu olaya ilginç bir yaklaşım getirir. İlginç olduğu kadar da bu anlatımla bize oldukça güncel, imanî bir dersin verildiğine dikkat çeker.
Kâinatta her şey Allah’ın adıyla hareket etmektedir. Yani O’nun emri, O’nun yaratması ile olmaktadır. Bunu her şeyin kendi gücünün çok üstünde işler görüyor olmasından anlamaktayız. Taşın sertliği, narin köklerin rahatça yayılmasına engel olmadığı gibi, yazın sıcağı da incecik yapraklara zarar verememektedir. Kökler âdeta Hz. Musa’nın Asasını vurmasıyla parçalanan taşlara gelen emri söylemekte, yapraklar da Hz. İbrahim’i yakmayan ateşe emredileni tekrarlamaktadır. Yani taşın sertliği de, ateşin sıcağı da “doğası” gereği değil, almış olduğu emir gereğidir. Emrin “Adetullah” gereği sürekliliği, bizde “doğalarında” ya da “tabiatlarında” böyle bir özellik olduğu yanılsamasına götürmektedir. Yani dikkatle bakmayınca kabarcıklar içinde güneş var yanılsamasına düşmek gibi.
Ateşin yakıcı özelliği ayrıca yaratılmıştır
Yine bu yorumun ilginç bir çıkarımı da aslında Kur’an’da anlatılan mucizeler ile etrafımızda yaşadıklarımız arasında yaratılışta bir farkın olmadığını, sadece “adette” bir farklılığın olduğunu görmekteyiz. Kur’an âdeta bizim nazarlarımızı, farklı bir yaratılış mucizesi ile alıştığımız olayların mucizevî boyutuna çekmektedir. Yani her şey emre tabidir. Alem “tabiat” değil “kevniyat”tır, yani “kâinattır.”
Hz. İbrahim misaline dönecek olursak eğer yakmak ateşin kendi özelliği olsa idi -kabarcık örneğindeki anlatımla kabarcığın içinde ışık olsa idi- ateşin olduğu her yerde yanmanın da olması gerekirdi. Çünkü içinde ışık olduğunu kabul ettiğiniz kabarcığın ışığını söndürmek için kabarcığı yok etmeniz gerekir. Oysa Kur’an’ın bize anlattığına göre Hz. İbrahim alevler arasında olmasına rağmen yanmamıştır. Yani yakmayı durdurmak için ateş söndürülmemiş, ateşin varlığına rağmen ateşin yakma özelliği durdurulmuştur. Bundan anlaşılan yakma özelliği ateşin kendi özelliği değil ateşe verilmekte olan bir özelliktir. O veriliş de emirle olmaktadır. Emir “yak” diye gelirse yakar, “yakma” diye gelirse yakmaz.
Demek ki algılarımızın aksine ateşin kendisi kadar bir özelliği olan yakıcılığı da ayrıca yaratılmaktadır. Aynen yiyecekler ile lezzetlerinin ayrı ayrı yaratıldığı gibi. Yahut insanın varlığı ile hareket özelliğinin ayrı ayrı mahluklar olması gibi. Kalbimizden çıkıyor diye hissettiğimiz şefkatin bize ait olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer öyle olsa idi bize ait olan şeyi istediğimiz gibi yönlendirebilmemiz gerekirdi. Oysa şefkat irademiz dışında ruhumuzda esen rüzgardan başka bir şey değildir.
Allah alışkanlıklarımızı yırtıyor
Hz. Musa’nın misalinde ise kuru bir odun parçası olan asanın dokunduğu taşın parçalanması anlatılır. Bu da asanın kendi gücü ve özelliği ile yapamayacağı bir şeydir. Taşlar ve taşın sertliği de emre tabidir. Etrafımızda çeşitli sebeplerle gözlemlediğimiz taşların parçalanmasında sebeplerin etkisizliği, etkisiz bir asanın temasıyla parçalanan taşların mucizesinde anlatılır bize. İncecik kökler de en az Hz. Musa’nın asası kadar aciz değil midir? Aynı mucize toprağın altında binlerce yıldan beri yaşanır durur. Ancak gözler bu denli mucize ile kaplanınca görünmez olur. Alışkanlıklar kapatıverir üstlerini. Aslında Allah (c.c.) alışkanlıklarımızı yırtar, alışık olmadığımız bir yaratışla.
İşte bu iki misalle sebeplerin yaratıcılıktan ne kadar uzak olduğu anlatılır bize. Hem de taşın sertliği ve ateşin sıcaklığı gibi iki uç misalle. Sıcaklık ve sertlik bile emir tahtında hareket etmektedir. Bunun gibi bütün sebeplerin sahip olduklarını düşündüğümüz tüm özellikleri kendilerinden değil, kendilerine verilmektedir. Etrafımızdaki her şey etken değil etkiye maruz mahluklardır. Taşı hamurdan, ateşi sudan ayıran şey kimyasal yapıları değil o kimyasal yapının böyle bir özellik göstermesini irade eden emirdir. Zira gerek Hz. Musa’nın, gerekse Hz. İbrahim’in mucizelerinde kimyevi bir değişim, maddesel bir başkalaşım söz konusu değildir. Değişen aynı maddeye, aynı kimyasal ve fiziksel yapıya farklı davranış emridir.
Kâinat bir aynadır
Bu anlatım karşısında zihinleri amaların, amaların arkasından sebeplerin “biz de varız” iddiasının doldurduğunu tahmin edebiliyorum. Biraz dikkat edilecek olursa bunların birer zan ve psikolojik şartlanmadan öte bir şey olmadığını fark etmek zor olmayacaktır. Sürekli sebeplerin etkisinin olduğu ve bunun kaçınılmaz tek gerçeklik olduğu öğretisi bizi ister istemez bu yanılgıya düşürmektedir. Dikkatten kaçırmamamız gereken bu öğretinin iddia edildiği gibi alternatifsiz tek gerçeklik olmadığıdır. Sebeplerde görünen özelliklerin sebeplerin kendilerine ait olduğu düşüncesi “kabarcıkların içinde küçücük bir güneşçiğin olduğu” hükmünden farklı değildir. Kur’an ise bize kabarcıklar gibi kâinatın da aynadan başka bir şey olmadığını söylemektedir.
Anlaşılan gerçeğe ulaşmanın yolu şu basit soruya vereceğimiz cevaba bağlı:
Kabarcıkların içindeki ışık nereden gelmektedir? Kabarcıkların içinden mi, güneşten mi?
Çünkü bu soruya vereceğimiz cevap kâinat yorumumuzun temelini oluşturacaktır.
MÜCAHİT ÇELEĞEN
www.birbaskaboyut.com