[FONT=Times New Roman, Times, serif]XVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır.
Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken,
[/FONT]Giydikleri âfitâb-ı temmûz,
İçtikleri şu’le-i cihân-sûz
Erzâkları belâ-yı nâgâh,
Ateş yağar üstlerine her gâh
[FONT=Times New Roman, Times, serif]diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...”
Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir.
Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi. Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir.
Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz... [/FONT]
Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken,
[/FONT]Giydikleri âfitâb-ı temmûz,
İçtikleri şu’le-i cihân-sûz
Erzâkları belâ-yı nâgâh,
Ateş yağar üstlerine her gâh
[FONT=Times New Roman, Times, serif]diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...”
Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir.
Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi. Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir.
Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz... [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif][iskender Pala]
[/FONT]
[/FONT]