Ayasofya Altından Sopa Göstermek

ASHAB-I BEDR

Well-known member


“Ayasofya açıldığında ya Hıristiyanlar kızarsa?” sorusu bugüne kadar kimsenin aklına gelmemişti.

Sağolsun, bir ruh hekimimiz bunu aklımıza getirdi, unutturmamak için de elinden geleni yapıyor!

Ayasofya tekrar cami olduğunda başımıza geleceklere bir bakın:

Hak dine yönelecek olan Batılıların önü kesilecek! Batı dünyasındaki Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü baskı altına alınacak!

Nevzat Tarhan dostumuz, Ayasofya hakkındaki akıllara ziyan teklifinin daha da akla ziyan savunmasında özetle bu gerekçeyi önümüze sürüyor.

Öyleyse ne yapılmalı?

Ayasofya haftada bir gün Rum Ortodoks Kilisesine tahsis edilmeli! (Sayın Tarhan, “Ben Ayasofya haftada bir gün kilise olsun demedim” diyor. Herhalde, içinde Ortodoks âyini yapılan binalara başka bir isim veriliyor olmalı; ama onu bize bildirmediği için biz de şimdilik “kilise” tabiriyle idare ediyoruz.)

***

Şimdi bir de sayın Tarhan’ın hakkında kitaplar yazdığı Bediüzzaman’ın bu konudaki duruşuna bir kere daha bakalım. (Gerçi geçen haftaki yazımızda bir nebze bu konu üzerinde durmuştuk; ama yeterli olmadığı anlaşılıyor.)

Ayasofya’nın açılması için defalarca hükûmete müracaat eden Bediüzzaman, bu mektuplarından birinde Demokratlara şunu hatırlatır:

Siz ezanı serbest bırakmakla on derece kuvvet kazanmıştınız. Yine böyle bir kuvvet kazanmak istiyorsanız, Ayasofya’yı beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirin!

(Emirdağ Lâhikası: 2 [Envar], s. 164.)

Bediüzzaman’a göre Ayasofya’yı açanlar on derece güçleniyor; ama Çağın Vicdanı’nda Bediüzzaman’ı anlatan müellife sorarsanız, zarar görüyorlar. Bu ikisinin dünyaya aynı yerden baktığını söyleyebilir misiniz?

Aynı konudaki bir başka mektubunda ise, Bediüzzaman, o günkü iktidara, Ayasofya’yı “muzahrefattan” yani putlardan temizleyip ibadete açmanın sadece İslâm âlemini değil, aynı zamanda bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun edeceğini söylüyordu. (A.g.e., s. 236.)

Bütün dünya Hıristiyanlarını yekvücut halde Ayasofya’nın arkasında tahayyül eden sayın Tarhan ise, Çağın Vicdanına yine ters düşüyor ve Ayasofya’nın açılmasıyla Hıristiyan âleminin hiddete geleceğini haber vererek bizi korkutuyor.

Oysa Hıristiyanların Ayasofya hayali peşinde koşmak bir yana dursun, kendi kiliselerini doldurmaktan âciz kaldıkları, hattâ Avrupa’nın bazı yerlerinde kiliselerini bizzat kendi elleriyle Müslümanlara teslim ettikleri, sayın Tarhan’ın da meçhulü olmayan bir husustur.

Faraza, Ayasofya’yı cami yapmakla Hıristiyanları kızdıracağımız iddiası doğru kabul edilse bile, haftada bir gün onu Rum Ortodoks Kilisesine tahsis etmek suretiyle bu mahzuru bütünüyle önlemiş olmayız; Katolikleri memnun etmek için de başka bir formül bulmamız gerekecektir.

Meselâ yolu bu taraflara düştükçe Cuma hutbesini irad etmesini de—tabii “İslâmî usullere uygun şekilde”

—Papa’dan rica etsek fena mı olur?

***
Ayasofya’nın açılması hususunda iktidarıyla, muhalefetiyle hemen hemen herkes birleşmiş ve kamuoyunda bir tür icmâ’ sağlanmışken birtakım vehimlerle insanları ürkütmeye çalışmak kimin işi olabilir?

Bu tartışılabilir. Fakat tartışılmayacağını sandığım bir gerçek var ortada:

O mevhum “düşman” hesabına Müslüman saflarında korku yaymakla görevli beşinci kol rolünü oynamak herhalde Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın işi olmamalıdır.

Bu, olsa olsa, Ayasofya’nın açılmasıyla birtakım değerlerin elden gideceği korkusuyla kendisinin ürkütülmüş olmasının bir sonucudur diye düşünüyorum. Mahiyeti meçhul “medeniyetler ittifakı” konusuna bu kadar çok atıfta bulunması bu tahmine kuvvet veriyor.

Öyle anlaşılıyor ki, “medeniyetler ittifakı” bir kutsal değer olarak kabul edilmiş, ona zarar verecek herşey tehlike olarak görülmeye başlamış. Nitekim, ilk yazıda olduğu gibi, ikincisinde de yazar, konuya girmeden önce muhaliflerini damgalayarak bertaraf etmek istemiş, bunlar arasında da hemen “medeniyetler ittifakı muhaliflerini” sayıvermiştir. Uzun askerlik yıllarının izlerini silmek kolay olmuyor.

Medeniyetler ittifakı, meğer kaşla göz arasında bizim bir nevi çakma temel değerimiz olurken, diyalog da başörtüsü problemini çözüm yoluna sokmuş; bu, sayın Tarhan’ın iddiası!

Fakat biz başörtüsü probleminin nerede diyalogla çözüldüğünü çözemedik; böyle birşeyi gören, bilen, işiten varsa bize de bildirmeleri rica olunur. Barış genel olarak iyi birşeydir; fakat mücadelenin de bir yeri vardır.

Kur’ân, “Üstün durumda iken gevşeyip de barışa talip olmayın; Allah sizinle beraberdir ve emeklerinizi boşa çıkarmayacaktır” der (Muhammed, 47:35.) Başörtüsü konusu, birileriyle diyalog kurarak bir orta yol bulmak suretiyle değil, bu konudaki engellerin kararlı bir şekilde bertaraf edilmesi sonucu hal yoluna girdi. Ayasofya konusu da böyle olacaktır ve olmak üzeredir. İnsanları birtakım çocuk bahaneleriyle korkutmaya çalışmakla kimsenin kazanacağı birşey yoktur.

“Ancak şeytandır ki, dostlarını böylece korkutur. Siz ondan korkmayın; eğer mü’min iseniz Benden korkun.”

(Âl-i İmrân, 3:175.)

***
Sayın Tarhan’ın sözleri arasında yerden göğe kadar haklı olanlar da var. İşte bunlardan en önemlisi:
“Ayasofya Hıristiyan ve Müslüman medeniyetleri üstünlük mücadelesinde ‘psikolojik üstünlüğün sembolüdür.’ Tıpkı Ezan-ı Muhammedî’nin veya başörtüsünün sembolik değeri gibidir ve stratejik değere sahip bir konudur. Bu sebeple pek çok rivayette vurgulanmıştır.”

Özetleyecek olursak:

Ayasofya İslâm’ın şeâirindendir.

İşte bu da Ayasofya’nın “beş yüz yıl devam eden vaziyet-i kudsiyesine” hiç tavizsiz şekilde çevrilmesi için yeter sebeptir. Zira, Bediüzzaman’ın vurguladığı gibi, şeâire taallûk eden meselelerde bütün toplumun hukuku vardır; o meselelerin en cüz’îsi bile en önemli bir meseledir, hattâ nafile nev’inden olanı dahi şahsî farzlardan daha önemlidir. Sayın Tarhan’ın, “şeâirden bir taviz verip (hem de hiç sebep yokken!) on kazanmaktan” söz etmesinin hiçbir mâkul gerekçesi yoktur.

Rahmetli Ayhan Songar, bir sohbetimizde, eşiyle beraber Avrupa’da çıplaklar kampına katılan bir profesörün bunu iftiharla anlattığını nakletmişti.

Bu profesöre “İyi ama sen de kendi karını teşhir etmişsin” dedikleri zaman, gayet rahat bir tavırla, “Bir verip bin kazanan ziyanda mıdır, kârda mı?” diye cevap vermiş.

Şeâir de ümmetin namusudur. Ondan bir taviz veren kimse, karşılığında on değil, on bin kazansa bile hüsranda demektir.


ÜMİT ŞİMŞEK



Ayasofya altından sopa göstermek | Ümit Şimşek | Son Devir

 

pendüender

Well-known member


“Ayasofya açıldığında ya Hıristiyanlar kızarsa?” sorusu bugüne kadar kimsenin aklına gelmemişti.

Sağolsun, bir ruh hekimimiz bunu aklımıza getirdi, unutturmamak için de elinden geleni yapıyor!

Ayasofya tekrar cami olduğunda başımıza geleceklere bir bakın:

Hak dine yönelecek olan Batılıların önü kesilecek! Batı dünyasındaki Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü baskı altına alınacak!

Nevzat Tarhan dostumuz, Ayasofya hakkındaki akıllara ziyan teklifinin daha da akla ziyan savunmasında özetle bu gerekçeyi önümüze sürüyor.

Öyleyse ne yapılmalı?

Ayasofya haftada bir gün Rum Ortodoks Kilisesine tahsis edilmeli! (Sayın Tarhan, “Ben Ayasofya haftada bir gün kilise olsun demedim” diyor. Herhalde, içinde Ortodoks âyini yapılan binalara başka bir isim veriliyor olmalı; ama onu bize bildirmediği için biz de şimdilik “kilise” tabiriyle idare ediyoruz.)

***

Şimdi bir de sayın Tarhan’ın hakkında kitaplar yazdığı Bediüzzaman’ın bu konudaki duruşuna bir kere daha bakalım. (Gerçi geçen haftaki yazımızda bir nebze bu konu üzerinde durmuştuk; ama yeterli olmadığı anlaşılıyor.)

Ayasofya’nın açılması için defalarca hükûmete müracaat eden Bediüzzaman, bu mektuplarından birinde Demokratlara şunu hatırlatır:

Siz ezanı serbest bırakmakla on derece kuvvet kazanmıştınız. Yine böyle bir kuvvet kazanmak istiyorsanız, Ayasofya’yı beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirin!

(Emirdağ Lâhikası: 2 [Envar], s. 164.)

Bediüzzaman’a göre Ayasofya’yı açanlar on derece güçleniyor; ama Çağın Vicdanı’nda Bediüzzaman’ı anlatan müellife sorarsanız, zarar görüyorlar. Bu ikisinin dünyaya aynı yerden baktığını söyleyebilir misiniz?

Aynı konudaki bir başka mektubunda ise, Bediüzzaman, o günkü iktidara, Ayasofya’yı “muzahrefattan” yani putlardan temizleyip ibadete açmanın sadece İslâm âlemini değil, aynı zamanda bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun edeceğini söylüyordu. (A.g.e., s. 236.)

Bütün dünya Hıristiyanlarını yekvücut halde Ayasofya’nın arkasında tahayyül eden sayın Tarhan ise, Çağın Vicdanına yine ters düşüyor ve Ayasofya’nın açılmasıyla Hıristiyan âleminin hiddete geleceğini haber vererek bizi korkutuyor.

Oysa Hıristiyanların Ayasofya hayali peşinde koşmak bir yana dursun, kendi kiliselerini doldurmaktan âciz kaldıkları, hattâ Avrupa’nın bazı yerlerinde kiliselerini bizzat kendi elleriyle Müslümanlara teslim ettikleri, sayın Tarhan’ın da meçhulü olmayan bir husustur.

Faraza, Ayasofya’yı cami yapmakla Hıristiyanları kızdıracağımız iddiası doğru kabul edilse bile, haftada bir gün onu Rum Ortodoks Kilisesine tahsis etmek suretiyle bu mahzuru bütünüyle önlemiş olmayız; Katolikleri memnun etmek için de başka bir formül bulmamız gerekecektir.

Meselâ yolu bu taraflara düştükçe Cuma hutbesini irad etmesini de—tabii “İslâmî usullere uygun şekilde”

—Papa’dan rica etsek fena mı olur?

***
Ayasofya’nın açılması hususunda iktidarıyla, muhalefetiyle hemen hemen herkes birleşmiş ve kamuoyunda bir tür icmâ’ sağlanmışken birtakım vehimlerle insanları ürkütmeye çalışmak kimin işi olabilir?

Bu tartışılabilir. Fakat tartışılmayacağını sandığım bir gerçek var ortada:

O mevhum “düşman” hesabına Müslüman saflarında korku yaymakla görevli beşinci kol rolünü oynamak herhalde Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın işi olmamalıdır.

Bu, olsa olsa, Ayasofya’nın açılmasıyla birtakım değerlerin elden gideceği korkusuyla kendisinin ürkütülmüş olmasının bir sonucudur diye düşünüyorum. Mahiyeti meçhul “medeniyetler ittifakı” konusuna bu kadar çok atıfta bulunması bu tahmine kuvvet veriyor.

Öyle anlaşılıyor ki, “medeniyetler ittifakı” bir kutsal değer olarak kabul edilmiş, ona zarar verecek herşey tehlike olarak görülmeye başlamış. Nitekim, ilk yazıda olduğu gibi, ikincisinde de yazar, konuya girmeden önce muhaliflerini damgalayarak bertaraf etmek istemiş, bunlar arasında da hemen “medeniyetler ittifakı muhaliflerini” sayıvermiştir. Uzun askerlik yıllarının izlerini silmek kolay olmuyor.

Medeniyetler ittifakı, meğer kaşla göz arasında bizim bir nevi çakma temel değerimiz olurken, diyalog da başörtüsü problemini çözüm yoluna sokmuş; bu, sayın Tarhan’ın iddiası!

Fakat biz başörtüsü probleminin nerede diyalogla çözüldüğünü çözemedik; böyle birşeyi gören, bilen, işiten varsa bize de bildirmeleri rica olunur. Barış genel olarak iyi birşeydir; fakat mücadelenin de bir yeri vardır.

Kur’ân, “Üstün durumda iken gevşeyip de barışa talip olmayın; Allah sizinle beraberdir ve emeklerinizi boşa çıkarmayacaktır” der (Muhammed, 47:35.) Başörtüsü konusu, birileriyle diyalog kurarak bir orta yol bulmak suretiyle değil, bu konudaki engellerin kararlı bir şekilde bertaraf edilmesi sonucu hal yoluna girdi. Ayasofya konusu da böyle olacaktır ve olmak üzeredir. İnsanları birtakım çocuk bahaneleriyle korkutmaya çalışmakla kimsenin kazanacağı birşey yoktur.

“Ancak şeytandır ki, dostlarını böylece korkutur. Siz ondan korkmayın; eğer mü’min iseniz Benden korkun.”

(Âl-i İmrân, 3:175.)

***
Sayın Tarhan’ın sözleri arasında yerden göğe kadar haklı olanlar da var. İşte bunlardan en önemlisi:
“Ayasofya Hıristiyan ve Müslüman medeniyetleri üstünlük mücadelesinde ‘psikolojik üstünlüğün sembolüdür.’ Tıpkı Ezan-ı Muhammedî’nin veya başörtüsünün sembolik değeri gibidir ve stratejik değere sahip bir konudur. Bu sebeple pek çok rivayette vurgulanmıştır.”

Özetleyecek olursak:

Ayasofya İslâm’ın şeâirindendir.

İşte bu da Ayasofya’nın “beş yüz yıl devam eden vaziyet-i kudsiyesine” hiç tavizsiz şekilde çevrilmesi için yeter sebeptir. Zira, Bediüzzaman’ın vurguladığı gibi, şeâire taallûk eden meselelerde bütün toplumun hukuku vardır; o meselelerin en cüz’îsi bile en önemli bir meseledir, hattâ nafile nev’inden olanı dahi şahsî farzlardan daha önemlidir. Sayın Tarhan’ın, “şeâirden bir taviz verip (hem de hiç sebep yokken!) on kazanmaktan” söz etmesinin hiçbir mâkul gerekçesi yoktur.

Rahmetli Ayhan Songar, bir sohbetimizde, eşiyle beraber Avrupa’da çıplaklar kampına katılan bir profesörün bunu iftiharla anlattığını nakletmişti.

Bu profesöre “İyi ama sen de kendi karını teşhir etmişsin” dedikleri zaman, gayet rahat bir tavırla, “Bir verip bin kazanan ziyanda mıdır, kârda mı?” diye cevap vermiş.

Şeâir de ümmetin namusudur. Ondan bir taviz veren kimse, karşılığında on değil, on bin kazansa bile hüsranda demektir.


ÜMİT ŞİMŞEK



Ayasofya altından sopa göstermek | Ümit Şimşek | Son Devir


SA.Kardeş, GÜZEL BİR KONUYA DEĞİNMİŞSİNİZ..

ECDADIMIZIN HUKUKU ve bugünkü mülahazalar????

Fatih Ayasofya’ya girince secde-i şükrana kapanmış, iki rekat namaz kılmış, ilk ezanın da bu sırada okunduğu rivayet edilmiştir

Fatih düzenlenen tören alayı ile şehre girince kuvvetli rivayete göre doğruca Ayasofya’ya gitmiştir. Tursun Bey, Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti der. Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” olduğunu söylüyor ve devamla mâbed-i kadime doğru yöneldiklerini belirtiyor. Osmanlı Türklerinde bir gelenek olarak devam eden, asırlardır tatbik edilen bir kural vardır. Bu kural bir memleket veya kale fethedildiği vakit ordu içeriye girip burçlara bayrak çekerken surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camiide kılınırdı. Bu tarihi ve milli an’ane gereği Fatih vakit geçirmeden Ayasofya’yı camiiye tahvil etmek gayesiyle Ayasofya’ya yönelmiştir. Fatih buraya gelince atından inerek yaya olarak içeriye girmiştir. Burada belirtmek gerekir ki Fatih at üzerinde değil yaya olarak mâbede girmiştir. Fatih mâbedin azametini görünce hayran kalmıştır. O sırada bir Türk askerinin mabedin mermerlerinden birisini kırmakta olduğunu görünce Fatih, bu tahribatı neden yaptığını sormuş, o asker de din için yaptığını söylemiştir. Fatih bu askerin tahribatına mani olmuş, askeri yakın koruma dışarı çıkarmıştır. Fatih burada “servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir” der.

Yanında bulunan bazı İtalyan ve Rumlar’ın rivayetine göre Fatih, mozaiklerin sökülmesi teşebbüsünde bulunan mimarlara hitaben; “Durunuz! Bu mozaik resimleri günaha sebep olmamaları için bir kireç tabakasıyla örtmekle yetininiz! Fevkâlâde olan bu kakmaları koparmayınız” demiştir. 1930’lı yıllarda Amerikan Bizans Ensititüsü namına Ayasofya mozayiklerini araştırmakla görevli Thomas Whittemore “bu mozayiklerin hiç birinde insan tarafından tahribat ika edildiğine ait bir iz görülmemiştir. Hatta binanın her tarafında yüzlerce haçlar hiç bozulmadan kalmış olup binanın uzun müddet Türkler tarafından muhafaza edildiğine şehadet etmektedir”.

Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söylemiştir. Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde “vakta ki bu binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder;

Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût

Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb

Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor/bekliyor.

(Ne hazindir ki yine, tarih tekerrür etmiş, o zamanda olduğu gibi şimdide, yine örümcekler ağ kurmuş, adeta baykuşlar nöbet bekliyor… Cami kimliği askıya alınmış, gerçek bir müze hüviyetinden de uzak, arafta müphem bir bekleyiştedir.)

Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir

Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdırabı şöyle dile getirir “adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet ? Heyhat nedir bu dehşet veren acibe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz ? Ey güneş titre ! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede ? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır. Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mâbed, bu gün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ıHak verdiğin hüküm adildir !

Fethin üçüncü günü Cuma günü Fatih, Ayasofya’ya gelip ilk Cuma namazını askerleriyle beraber kılmıştır. İmamete İstanbul’un fethinin manevi mimarı Akşemseddin geçmiş, ilk olarak Fatih namına hutbeyi de bu nurani zat okumuştur. Hutbenin Fatih tarafından irad edildiği de yazılmaktadır. Diğer bir rivayette ise Fatih Ayasofya’nın camiye tahvil edildiği gün askerine bir hutbe irad etmiştir. Fatih’in iradesiyle bu Cuma gününden evvel Ayasofya’daki tasvirlerle heykeller ve putlar kaldırılıp, kıble tarafına mihrab yapıldığı ve minber konulduğu, bütün hazırlıkların Cuma gününe kadar ikmali için mimarlarla ustalar gece gündüz çalıştıkları rivayet olunur. Bu arada üç gün zarfında bir de tahtadan minare yapılmıştır. Yapılan minber ve mihrap zamanımıza ulaşmamıştır. (Şimdiki mihrap ve minber daha sonra yapılmış olup Fatih’in yaptırdığı değildir. 16. yüzyılın izlerini taşır. II. Bayezid devrinde mihrab, III. Murad devrinde minber ilave edildiği bilinmektedir. Tahta minare ise II. Selim zamanında yapılan tamir sırasında kaldırılmıştır). Solakzâde tarihinde Cuma namazından önce mihrab, minber ve mahfil hazırlandığı, duvarlarda bulunan tasvirlerin kaldırıldığı, Cuma hutbesini Akşemseddin’in irad ettiği, imameti de yine bu zatın yaptığı belirtilir.

Okunan bu hutbe Osmanlılar içinde okunan hutbelerin belki de en mukaddesi, en sevinçlisi, en büyük şan ve şerefe sahip olanı idi. Çünkü o güne kadar sekiz buçuk asırdan beri bütün müslümanların ulaşmayı şiddetle arzu ettikleri bir fethi Cenab-ı Hak tarafından Osmanlı padişahlarına ve onun tebasına verildiğini ilan etmekte idi. Fethin komutanı ve gazileri, sahabe-i kiramın bile şiddetle arzu ettikleri büyük bir saadete ve Hz. Peygamberin “ne güzel komutan ve ne güzel asker” övgüsüne mazhar olmuşlar idi.

İstanbul’un fethini müteakip şehirde bulunan yüzden fazla kilise ve manastır cami ve ibadethane haline getirilmiş, bir çoğu da medrese ve hangah yapılarak ehli tarikata barınak olmuştur.
noT: ( Şimdilerde kiminde,Bizans tarihçisi Dukas ın korkuları mı depreşti acep !!!)
 
Son düzenleme:
Üst