Konuya cevap cer

Depreme günahkarlar mı maruz kalır?

             28 Ekim 2011 / 13:27

             Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor

        

                                      Risale Haber-Haber Merkezi

   

    Van  ile birlikte bir kez daha gündemimize gelen deprem hadisesiyle ilgili  bir çok soru gündeme geliyor. Suffa Vakfı tarafından Deprem Broşürü’nde  akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor. İşte çalışmanın ikinci  bölümü:

   

    7) Bu gibi afetlerde vefat edenlerin şehadet mertebesi ile taltif edilmeleri, tedbir alma noktasında tembelliğe sevk etmez mi?

   

    Cevap:  Biz başımıza gelmiş bir depremden bahsediyoruz, gelecek veya gelmesi  muhtemel bir depremden bahsetmiyoruz. Yaşanmış ve önlem alınması  imkânsız bir olay ile yaşanması muhtemel ve önlem alınması mümkün olan  bir olay faklıdır. 

   

    İnsan  yaşamak için dünyaya gönderilmiştir. Bir kişinin kendi hayatına  kastetmesi dinimizde cinayettir. Bile bile tedbir almamak, birisinin  hayatına kastetmektir. Tedbir almayanlar, depremde ölenlerin  katilleridirler. Kendisi tedbir almamışsa, kendi katili olur ve ahirette  hesabını verecektir. Yani bile bile tedbir almadığı için depremde ölen  adam sevap değil, azapla karşılaşır.

   

    8) Depremler ve musibetler, kaderin bir tensip ve programı ise, alınacak tedbirlerin ne anlamı kalıyor?

   

    Cevap:  Maalesef birçoğumuz kaderi yanlış anlıyoruz. Kaderi Allah tarafından,  geçmişte hakkımızda yazılanların bizim tarafımızdan mecburen  canlandırılması diye anlıyoruz ki, bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Kaldı  ki böyle olduğu varsayılsa bile, biz kaderimizde ne yazıldığını  bilmiyoruz ki? 

   

    Hiç  kimse, kaderimde ne varsa onu göreceğim diye iş yerini açmazlık  etmiyor. Sabahın erken saatlerinde iş yerini açmayı ihmal etmeyen bir  kimse, kaderimde deprem varsa, mecbur göreceğiz diyemez. Çünkü rızkı da  kaderde vardı. Peki, niye iş yerini açıyor ve niye rızkının peşinde  koşuyor? 

   

    İşimize  gelmeyen yerde kadere sığınmak veya kadere havale etmek nefsin bir  tuzağıdır. Kendi hakkı olmayan başarıları ile gururlanan, fakat yaptığı  yanlışları kadere havale edenlerin sayıları maalesef az değildir. 

    Ders  çalışan öğrenciler başarılı oluyorlar, çalışmayanlar ise başarısız.  Eğer kaderde hangi notları alacağı önceden belli olsaydı, bazen de  tembel öğrenciler başarılı olurdu. Ancak şu bir gerçek ki, başarılı  öğrenciler ders çalışanlar arasından çıkar. Sınavda yüksek not alan bir  öğrenci, “Kaderimde ne varsa onu göreceğim.” deyip ders çalışmayı bıraksa, acaba yine aynı başarıyı gösterebilir mi? 

   

    Kader,  bizim yaptıklarımızın veya yapacaklarımızın Allah tarafından önceden  bilinmesidir. Allah’ın ilmi sonsuz olduğu için, sadece dünü ve bu günü  değil, sonsuz ilmi ile ezelden biliyor. Ezel ise, sadece maziye yani geçmişe bakmaz; geçmiş, hâl ve geleceği tamamen ihata eder ve tutar. Bu anlamda bir ezeli ilim bizim ne yapacağımızı ezelde biliyor. 

   

    Bu  ezeli ilim ve Cenab-ı Hakk’ın ezelde bilmesi, bizleri mecburi istikamet  olarak yönlendirmiyor. Mesela, takvim yapraklarında bir sene sonra  güneşin saat kaçta doğacağı yazılıdır. Takvimde yazıldığı için mi güneş o  saatte doğuyor, yoksa güneş o saatte doğacağı için mi takvimde  yazılıdır? Acaba takvimde güneş öğle vakti doğacak diye yazılsaydı,  güneş öğle vakti mi doğacaktı. Elbette ki hayır. Demek ki, ezeli olarak  bilmek olayı etkilemiyor. Güneş yine olması gereken vakitte doğacaktır.

    Güneş ne zaman doğacaksa, takvimde o yazılıdır. Bizler de ne yapacaksak, Allah da onu biliyor ve yazıyor. 

   

    Bir  adam kendini yüksek bir apartmandan attı ve öldü. Kaderinde yazılı  olduğu için değil, kendini atacağı için kaderinde öleceği yazılıdır. Hem  kaldı ki, adam kaderinde apartmandan atlayarak öleceğini önceden nasıl  bilebilir ki? Böyle bir şey mümkün mü? Hiç kimse kaderinde ne olduğunu  bilemez. 

   

    Dolayısı  ile bizler tedbir almazsak, kaderimizde tedbir almadığımızdan dolayı  depremden zarar göreceğimiz yazılı olacaktır. Eğer tedbir alırsak;  tedbir aldığımız için depremde hasar görmeyeceğimiz yazılı olacaktır.  Nitekim önlem alan ülkeler, depremleri az zararla atlatıyor. Acaba  kaderlerinde, az zararla atlatacaklar diye yazılı olduğu için mi, zararı  az görüyorlar, yoksa tedbir aldıkları için mi, kaderlerinde az zarar  görecekleri yazılıdır. Vicdanımıza danışırsak mesele anlaşılır.

   

    9)  Depremler ve afetler Müslümanların olduğu ülkelerde daha fazla müşahede  ediliyor. Bunun sebep ve hikmetleri hakkında ne dersiniz?

   

    Cevap:  Âlemde hikmetsiz ve sebepsiz hiçbir şey yoktur ve olamaz. Bildiğiniz  gibi, ufak tefek suçlar, kavgalar köy karakolunda bir iki saatlik  nezaret hapsi ile bir şekilde çözüme kavuşturulur. Ama cinayetle biten  büyük kavgalar için köy karakolu kifayet etmez. Ancak ağır ceza  mahkemelerinde yargılanır ve ağır hapis cezasına çarptırılmaları  gerekmektedir. 

   

    Tıpkı  bunun gibi, Müslümanlar Allah’a iman ettikleri ve ellerinden geldiği  kadar İslam’ı yaşadıkları için, gıybet, dedikodu, çekişmeler,  şükürsüzlük, gaflet gibi suçların cezaları dünyada verilerek temiz bir  şekilde ahirete gönderiliyor. Ama ehl-i küfür ve dalalet, inanmadıkları  için en büyük cinayeti işlemiş oluyorlar. Hâşâ Allah yoktur, ahiret  yoktur diyerek her şeyi inkâr ediyorlar. Bunun cezası ise dünyada  verilemez. Ve dünyevi ceza kifayet etmez. Bu suçları ve cinayetleri  ancak cehennem azabı temizler. Dolayısı ile onların bu cezaları ahirete  kalmış oluyor; yoksa ihmal ediliyor değil.

   

    10)  Musibetlerin; bir cihette isyanlara ve hatalara ceza olduğunu  biliyoruz. Ancak, masumların ve mazlumların da aynı musibetten hissedar  olmalarının hikmeti nedir?

   

    Cevap:  Herkesi bir şekilde etkileyen bu gibi genel musibetler, çoğunluğun  hatasından kaynaklanıyor. Yoksa kişisel hatalar kişisel olarak  cezalandırılıyor. Kimi zulmeder, kimi de ona karşı sessiz kalır. Kimi  açıktan günah işler, kimi de onu gördüğü halde hoş görür veya “bana ne”  der. İkisi de suçludur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir kavmin helakinden  bahsedilirken, suçu işleyen ve bu suça karşı sessiz kalanların birlikte  helak edildikleri, uyaranların ise zarar görmediği anlatılmaktadır. 

   

    Diğer  yandan, eğer musibetlerde sadece fena insanlar zarar görse ve iyilere  bir şey olmazsa, bu defa herkes mecburen iyi olmağa çalışacak ve inanmak  zorunda kalacak. Düşünsenize, alt katta bir zalim var ve onun evi  yıkılmış, ama üst kattaki hayırlı insanın evine hiçbir şey olmamış. Bu  gibi tablolar herkesi ister istemez inanmaya zorlayacaktır. Bu ise  imtihan sırrına zıttır. Herkes aklını kullanarak gerçekleri fark etmeli  ve öylece inanmalıdır. Aksi takdirde, sınavdaki öğrenciye kopya vermek  gibi olur. Bu ise adalet olamaz. 

   

    11) Masumların ve mazlumların aynı musibete ortak olmasına, ilahi adalet açısından nasıl yaklaşılmalıdır?

   

    Cevap:  Madem imtihan sırrı bozulmasın diye masumlar zarar görüyor. Ebetteki  onlar ahirette bunun karşılığını fazlası ile alacaklardır. Kesinlikle  müminler şehit oluyorlar ve zayi olan malları da sadaka hükmüne geçiyor.  

   

    12)  Bu gibi afetlere maruz kalan insanlara; günahkâr ve suçlu olarak bakmak  ne kadar doğrudur? Bu gibi afetlerin tek nedeni isyanlar ve günahlar  mıdır?

   

    Cevap:  Ne yazık ki, toplumumuzda böyle yanlış bir kanaat oluşmuştur.  Öncelikle, gerek bireysel ve gerekse de toplumsal olarak maruz  kaldığımız musibetler, sadece günahların neticesi olmadığını ifade etmek  isteriz. Aksi takdirde, ismet sıfatı olan peygamberlerin yaşadığı  sıkıntıları ve musibetleri nasıl izah edebiliriz?

   

    Hamur,  yoğrularak kıvamını bulduğu, asker sıkı bir eğitimden geçerek deneyim  kazandığı gibi, insanoğlu da musibetleri ve sıkıntıları yaşayarak  olgunlaşır ve hayatın kıymetini daha iyi anlar. Hastalanmadan,  sağlımızın kıymetini nasıl anlayabiliriz? Aç kalmadan fakirin durumunu  tam anlamak imkânsız olduğu gibi, fakir olmadan, nimetlerin değerini tam  olarak takdir etmek de mümkün değildir.

   

    Dünya  hayatı ve standartları, bir kışla veya bir okul gibi, bizi eğitmeye  uygun bir şekilde yaratılmıştır. İnsan dünyada hastalık ve musibetlerle  kemale erişir ve cennete layık bir kıvama gelir. 

   

    Toprak  altına giren bir tohum, sıkıntılara karşı mücadele ederek başını  çıkarıp, kocaman bir ağaç olur. Eğer toprağa atılmasa idi, sadece bir  çekirdek olarak kalacak ve sonunda çürüyüp yok olacaktı. Aynı tohum  toprak altında mücadele etmeyi bırakırsa, yine çürüyecek ve aydınlığa  başını çıkaramayacaktı.

   

    İnsanda  da bir tohum gibi binlerce kabiliyet ve yetenek vardır. Bütün bunlar  dünya hayatı şartlarında ancak olgunlaşabiliyor. Ya mücadele ederek  olgunlaşacak ve aydınlık olan cennete gideceğiz veya mücadeleyi bırakıp,  nefsimiz ne isterse onu yapacak ve karanlık olan cehenneme atılacağız.

   

    Dolayısı  ile depremler, hastalıklar, musibetler bizi olgunlaştırmak, doğru  yoldan sapmamak, hakkı bulmak ve hayatımızı fani şeylerle zayi etmemek  için birer mürşit görevi yapmaktadır denilebilir. 

   

    13)  Musibetlerin ve afetlerin yegâne sebebi insanların zulümleri ve  isyanları değil ise; o zaman bu müthiş hadiselerin Allah (c.c.)’ın bir  ikaz ve uyarısı olduğu yaklaşımı ile çelişmez mi?

   

    Cevap:  Gerek kişisel olarak, gerekse de toplumsal olarak musibetlere doğrudan  maruz kalanlara günahkâr ve suçlu nazarı ile bakmak ne dinen ve ne de  vicdanen doğru değildir. Çünkü onların ne yaptıklarını bilmiyoruz.  Bilmediğimiz için de, suçlu olarak baktığımızda suizanna girmiş oluruz  ki, bu dinen haramdır. Hâlbuki Müslüman kişi, hüsn-ü zan dediğimiz  olumlu bakışla mükelleftir.

   

    Ayrıca; uyarı ve ikazlar, sadece hatalar ve isyanlar için olduğu anlamına gelmez.

    Zira  bilemediğimiz maddi ve manevi istikbâl yapılanmaları, hadisatın lisanen  konuşup mesaj vermesi, maruz kalanların makamen yükseltilmeleri ve  taltifleri, insanların savunma ve metanet mekanizmalarının  güçlendirilmesi, itaatlerin ve sabırların test edilmesi, dünya ile  ahretin münasebet ve ilişkileri; en önemlisi de Allah’ın Zat, sıfat ve  esmasının mahlûkatta mahiyeti itibari ile tezahür ve tecelliyatı ve  hassaten idrak edemeyeceğimiz ilahi maksat ve muratların tahakkuku ile  bu anlamda bela, afet ve musibetlerin derin ve ciddi münasebetleri  vardır.

   

    14) Bu gibi uyarılardan ve ikazlardan nasıl ders alınabilir?

   

    Cevap:  Musibete maruz kalan kişinin kendisi bu dersi çıkaracak. Yoksa birileri  üzerine giderek ve âdeta hakaret ederek ona ders çıkartmayacak. Kişi  kendisi düşünecek ve hayatını gözden geçirerek, varsa yanlışları,  düzeltmeye çalışacaktır. Yoksa birileri adama gidip, “Acaba ne suç işledin de bunlar başına geldi, umarım iyi ders almışsındır.” derse, haddini aşmış olur.

   

    Çobanlar,  koyun sürüsü, başkasının tarlasına girdiği veya yanlış bir tarafa  yönlendiği zaman, dönmeleri için uzaktan sürüye taş atar ve o taş bazen  bir iki koyuna isabet eder, hatta ayakları kırılan bile olur. Şu var ki,  atılan taş yalnızca o iki koyuna değil, yanlış tarafa giden tüm sürüye  atılmıştır. Ve ikaz sadece iki koyuna değil, tüm sürüye idi. Şimdi  sürünün diğer koyunları, taş kendilerine isabet eden iki koyuna günahkâr  veya suçlu nazarı ile bakarlarsa ne kadar doğru olur?.. 

    Aslında bir suç varsa, hepsine aittir ve bir ders çıkarılacaksa, hepsinin çıkarması lazımdır.

    Hatta taşın isabet ettiği koyunlara, diğer koyunlar şöyle bakmalılar: 

    “Aslında  hepimiz bu cezayı hak etmiştik, ama bu iki arkadaşımız fedakârlık  göstererek musibeti göğüslediler ve kendilerini bizim için tehlikeye  attılar, feda ettiler.”

   

    Bizlerin de, musibete doğrudan maruz kalanlara böyle bakmamız lazımdır. “Musibeti göğüsleyenler, varsa bir günahları, temizlenmiş oldular, ama biz hâlâ suçluyuz ve temizlenmedik.” diyerek kendimize çekidüzen vermemiz gerekir. 

    Diğer yandan, musibeti doğrudan göğüsleyenlere de, toplumsal hataların faturasını ödeyen fedakârlar olarak bakmalıyız. 

   

    15) Depremlerin nasıl meydana geldiği konusunda genel anlamda iki görüş hâkimdir. Kimileri;  “Depremler tesadüfen meydana geliyor.” derken, kimileri de “Allah (c.c.)’ın takdiri ile olmaktadır.” diye söylemektedir. Bu iki görüşün sonuçlarını artı ve eksileri ile değerlendirir misiniz?

   

    Cevap:  Bir olayın tesadüfen meydana gelmesi demek, önceden hesaplanmamış,  gelişigüzel, bilinçsizce oluşması demektir. Böyle bir yaklaşım ise  insanın içine ürperti ve korku salmaktan başka bir fayda veremez.  Şoförsüz bir otobüs veya pilotsuz bir uçakla seyahat ettiğinizi düşün.  Yüreğiniz ağzınıza gelmez mi? Bir an önce inmek istemez misiniz? 

   

    Dünyamız  bir uçaktan daha hızlı hareket etmektedir. Tesadüfen ve başıboş hareket  ediyor diyenlerin ödü patlamalı değil mi? Ödleri patlamaması gösteriyor  ki, nefisleri kabul etmese de, vicdanları Allah’ın varlığını kabul  ediyor ki, rahat yaşıyorlar. Çünkü ne zaman nereye çarpacağı ve nereye  gideceği belli olmayan bir gezegen üzerinde başka türlü nasıl rahat  edilebilir? 

   

    Dünyamızın  şimdiye kadar yörüngesinden bir santim sapmaması, güneşin doğmasında ve  batmasında bir saniye gecikmemesi gösteriyor ki, bu işler tesadüfen  değil, sonsuz bir ilim ve kudret tarafından idare ediliyor. 

   

    Tesadüfî  şeylerde düzen, nizam ve intizam, uyum beklenemez. Karmaşa ve  düzensizlik hâkim olur. Bu gözle, âleme ve yaratılanlara bir bakalım,  nerede bir düzensizlik vardır? Her şey ince hesaplarla yerli yerine  konmuş ve işlemeye devam ediyor. Bir saniye kontrol elden bırakılsa, her  şey darmadağın olur.  

   

    “Depremler tesadüfen meydana geliyor.”  diyenler, hiçbir ders çıkaramayacakları gibi, teselli bulmaları da  mümkün değildir. Tesadüfen, şuursuz tabiat tarafından meydana gelen bir  olayda, herhangi bir amaç ve gaye beklenemez. Dolayısı ile bir ders de  çıkarılamaz. Ayrıca ölenler ölmüştür, zayi olan mallar da yitirilmiştir.  Yapılacak hiçbir şey yoktur.

   

    Fakat “Bu  depremler, Allah tarafından kontrollü bir şekilde belli gaye ve  hikmetlerle takdir edilmiştir. Bizlere ya bir uyarı ya da bir ders  vardır.” diyenler, kendilerini gözden geçirme fırsatı bulurlar.  Ayrıca hayatını kaybedenler şehit ve giden mallar da sadaka hükmüne  geçmiştir. Bundan daha büyük bir teselli olabilir mi?

   

    (Devam edecek)

    

    www.feyyaz.org 



Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst