Bediüzzaman Hazretleri'nin Seyyid Olduğu iddiası

semihlove

New member
Bediüzzaman Hazretleri'nin Seyyid Olduğu ve Mahkemelerden Çekindiği için Seyyid Olduğunu Gizlediği İddiası Doğru Değildir

Bazı Nur talebelerinin en sık içine düştüğü yanılgılardan biri de Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olduğu iddiasıdır. Bu kardeşlerimiz Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olduğunu ama dönemin koşulları içinde bu bilgiyi sakladığını iddia etmektedirler.
Mehmet Ali Kaya'nın Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olduğu yönündeki doğru olmayan iddiası

Bediüzzaman, Ehl-i Beyt'tendir. Bitlis'te doğması, Kürt olduğunu ispat etmek için yeterli değildir. Elbette seyyiddir ve Al-i Rasul'dendir. Gizlemesi, yukarıda ifade edilen iman davasını öne çıkarmak içindir. (Asırların Rehberleri Mücedditler, sf. 239)

Ahmet Akgündüz'ün üstadımız'ın seyyid olduğuna dair belge olduğuna dair gerçek dışı iddiası

Allah'a şükür Osmanlı'nın o zaman Bitlis'in bağlı bulunduğu Musul'daki 123 vesika şu anda benim arşivimde. Ve 32 nesille Bediüzzaman Hazretleri'nin ta Resullullah'a kadar uzanan baba tarafından Hz. Hasan'ın torunu, Abdülkadir Geylani'nin oğlu Abdülaziz'in torunu, anne tarafından da Hüseyni yani seyyid olduğu ortaya çıktığı gibi Musul'daki sicilli nüfus defterinde, isminin de yine Muhammed Said olduğunu görüyoruz. (4 Şubat 2012 tarihli, Hutbeyi Şamiye toplantısındaki konuşması)

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, AHMET AKGÜNDÜZ HOCA, BU KONUŞMAYI YAPTIĞI 4 ŞUBAT 2012 TARİHİNDEN BU YANA, 4 AYDIR HİÇBİR BELGE GÖSTERMEMİŞTİR!

Eğer Ahmet Akgündüz Hocamız'ın elinde iddia ettiği gibi bu belgeler varsa, yapması gereken "elimde belgeler var" demek değil, bu belgeleri göstermektir. İddia edildiği gibi Üstadımız'ın seyyidliğini gösteren bir belge varsa bunu göstermenin Akgündüz Hoca'yı herhangi zor durumda bırakacak bir yönü olmadığına göre, yapması gereken arşivinde olduğunu iddia ettiği bu belgeleri bir an önce kamuoyuna sunmasıdır. Ancak böyle bir sunum olması mümkün değildir, çünkü Üstadımız seyyid değildir.

Eğer Üstadımız seyyid olsaydı bunu açık ve net bir şekilde söylerdi. Çünkü kendisinin de Risale-i Nur'da söylediği gibi seyyid olmayanın seyyidim demesi gibi, "SEYYİD OLANIN SEYYİDLİĞİNİ GİZLEMESİ HARAMDIR."
Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ve huruc (isyan) haram oldukları gibi... hadis ve Kuran'da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu'dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, s. 52)

Üstadımız'ın Mahkemeden çekindiği için seyyidliğini gizlediği iddiası da doğru değildir. Çünkü Üstadımız hiçbir davada seyyid olduğu için yargılanmamıştır, kendisine dönemin koşulları içinde atfedilen suç seyyid olmak değildir. TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NDE BUGÜNE KADAR KİMSE SADECE SEYYİD OLDUĞUNU SÖYLEDİĞİ İÇİN YARGILANMAMIŞTIR.

Bediüzzaman Hazretleri, 1935 yılında "gizli cemiyet kurmak" iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde;

1943 yılında 126 talebesiyle birlikte tekrar "gizli cemiyet kurmak" iddiasıyla Denizli'de;

1947 senesinde, "gizli cemiyet kurmak" ithamıyla Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmış, AMA HİÇBİR ZAMAN SEYYİD OLUP OLMAMASI SUÇLAMA KONUSU OLMAMIŞTIR.

Dolayısıyla, Bediüzzaman Hazretleri seyyid olsa bunu gizlemesini gereken bir durum söz konusu değildir.

Üstelik, Üstadımız defalarca seyyid olmadığını söylemiştir:
BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI (yani Hz. Mehdi (as)) AL-İ BEYT'TEN (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) OLACAKTIR. (Emirdağ Lahikası, s. 247-250)

Üstadımız, kendisinin manen seyyid olduğunu ifade etmiştir:
GERÇİ MANEN BEN HZ. ALİ'NİN (RA) BİR VELED-İ MANEVÎSİ HÜKMÜNDE ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir manada hakikî Nur şakirtlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim (Lem'alar, s. 22.)
"BEN DE MÂNEVÎ ÂL-İ BEYTTEN SAYILABİLİRİM" demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin, "Onun âilesine ve ashabına selâm olsun" duasında, "Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş. (Şualar, 14. Şua, sf. 358)

Bu sözlerinde Bediüzzaman Hazretleri net olarak neseben seyyid olmadığını belirtmiş, "Hz. Ali (as)'ın bir veled-i manevisi; manevi evladı", "Hz. Ali (as)'dan hakikat dersi almış almış biri olarak, hem ben hem de diğer nur talebeleri manen bir anlamda seyyid ve şerif sayılırız" diyerek manen seyyid olduğunu ifade etmiştir.

Çok açıktır ki, Peygamberimiz (sav)'ın, Hz. Mehdi (as) için bildirdiği seyyidlik için "neseben" yani "genetik" olarak Peygamberimiz (sav)'in soyundan olmak gerekmektedir. Bediüzzaman, "manen seyyid sayılırım" derken ne kastettiğini, yukarıda yer verdiğimiz (Şualar, 14. Şua, sayfa: 358) sözleriyle açıklamış ve "Ben bu sözleri manevi seyyidlik anlamında söylüyorum" demiştir.

Dolayısıyla itibar edilmesi gereken Ahmet Akgündüz, Mehmet Ali Kaya Hocalarımız ve diğer bazı kardeşlerimizin var olduğunu iddia ettikleri ama göstermekten ısrarla kaçındıkları bazı sözde seyyidlik belgeleri değil, Üstadımız'ın açık ve net beyanlarıdır.
Üstadımız'ın hayattaki hiçbir akrabası seyyid olduklarını söylememiştir

Üstadımız'ın yakın akrabaları halen Nurs Köyünde ikamet etmektedir. Bölgede Seyyidlere özel bir ihtimam gösterilmesine rağmen, bu bölgedeki akrabalarından hiçbiri seyyid olduklarını söylememiştir. Üstadımız kendi reddettiği halde, yakın akrabaları reddettiği halde Üstadımız'ın seyyid olduğunu söylemek samimi değildir
Üstadımız, Mehdi (as)'ın seyyid olacağını söylemiştir
İkincisi: ÂHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, ÂL-İ BEYT'TENOLACAK... (Şualar, 14. Şua, sf. 381, 382)
Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, elbette EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, hem EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, hem HAKİM, hem MEHDİ, hem MÜRŞİD, hem KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. (Mektubat, sf. 422)
Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda, AL-İ BEYT-İ NEBEVİ'NİN (A.S.M.) (Peygamberimiz (sav)'in soyunun) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ (nurani cemaatini) TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDİ'DE VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR. (Kastamonu Lahikası, s. 139)
Peygamberimiz (sav), Hz. Mehdi (as)'ın kendisinin soyundan olacağını haber vermiştir

Kıyametin kopması için zamanda sadece bir günden başka vakit kalmamış da olsa Allah (cc) benim Ehl-i Beytimden (soyumdan) bir zatı (Hz. Mehdi (as)'ı) gönderecek. (Sünen-i Ebu Davud, 5/92)

Hz. Mehdi (as), kızım Fatıma'nın neslindendir. (Sünen-i İbn Mace, 10/348)

Benim Ehl-i Beytimden bir şahıs (Hz. Mehdi (as)) bütün dünyaya hakim oluncaya kadar günler ve geceler gitmez. (En-Necmu's Sakıb, Ukayli)

Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş'ten ve Ehl-i Beytimden bir kişidir. (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 13)

Hz. Mehdi (as), benim çocuklarımdan birisidir. Yüzü gökyüzünde parlayan yıldız gibidir. (Ali b. Sultan Muhammed el-Kari el-Hanefi'nin "Risaletül Meşreb elverdi fi mezhebil Mehdi")
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) torunu Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere de seyyid dendiğini biliyoruz. Müslümanlar bu pâk ve mübarek nesle özel bir ilgi ve sevgi gösterdikleri için şecerelerini bir bir tespit etmiş, hatta Osmanlılar seyyidlere maaş bile bağlamışlardır.

Bu nurânî ağaç, Hz. Hasan'dan Şah-ı Geylânî, Hz. Hüseyin'den Zeyne'l-Âbidin ve Cafer-i Sadık gibi yıldız isimleri meyve vermiştir. Hz. Mehdî'nin de aynı nesilden geleceğini hadis-i şeriflerden öğreniyoruz.

Muhakemât'ta, seyyid olmayanın seyyidim demesi, seyyid olanın da değilim demesinin haram olduğu kaydedilir. [SUP]1[/SUP]

Bu nurlu neslin unutulmaması, bilinmesi, tanınmasında büyük faydalar vardır. Çünki bu nuranî halkadan çağlar boyunca insanlığı aydınlatacak nice güneşler doğmuştur. Halk, Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen bu büyük insanları tanımalı, etraflarında halkalanmalıydılar. Yalnız rastgele kimseler de seyyidlik dâvâsında bulunmamalıydılar. Aksi halde karışıklıklar, dağınıklıklar, nesebî rekabetler çıkabilir, bu da ehl-i îmanın gücünü zayıflatırdı. Neseble övünme de ihlas ve tevazûya ters düşerdi.

Bediüzzaman seyyid miydi? Eğer öyle ise neden aşikare bir biçimde söylememektedir?

Çünkü seyyidlik konusunda Bediüzzaman'ın kendisini öne çıkarması Mehdilik iddiası olduğunu gündeme getirecekti. Toplumda Mehdî hakkında öylesine bir imaj yerleşmiştir ki, o sanki harikulâde özelliklere sahip bir kimsedir. Bir çırpıda zulme gömülen dünyayı düzeltecek, hakkı, adaleti tesis edecek, kurtla kuzuyu barıştıracak, birden Sünnet-i Seniyyeyi yerleştirecek, Şeriatı hâkim kılacak… Ve bunları îman, hayat ve şeriat hakikatleri çerçevesinde gerçekleştirecek.

Bu durum gönlü kırık, morali bozuk birkısım mü'minlere büyük bir ümit ve tesellî kaynağı olurken, birçoklarına da aradıklarını bulamamanın, görememenin ezikliğini de yaşatabilmektedir.

Çünkü daha çok gördükleriyle hükmeden halk tabakası, bu vazifelerin üçünü birden bizzât Hz. Mehdî'nin şahsından beklemeye başlıyorlar. Devamını şahs-ı mânevînin yürüteceği bu hizmetin harikalığını tam göremedikleri için de hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşıyor, kesin deliller zann-ı gâlibe dönüşmeye, mütehayyir ehl-i îmanda da muannid dalâlet ve zındıkaya karşı tam galebesi görünmemeye başlıyor. Ehl-i siyaset evhama kalkışırken bir kısım hocalar da itiraza kalkıyorlar.

Siyasîlerin evhamı büyük bir problem. Çünkü rahatsızlıklarını hücumlarını arttırarak aksettiriyorlar. Bir mektûbunda bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, böyle fikirleri ortaya atmanın, ehl-i dünya ve ehl-i siyaseti telaşa vereceğini, hatta verdiğini, hücumlara vesile olduğunu belirtiyor. Böyleleri Risale-i Nur'un neşrine zarar verebilirlerdi.

İşte bunlar ve daha başka önemli sebepler dolayısıyladır ki Bediüzzaman, bilhassa mahkemelerde seyyidliği konusunda aşikar ifadelerden kaçınmıştır.

Seyyidlik, dolayısıyla Mehdîlik meselesini gündeme getirme ve tartışma konusu yapmanın diğer bir önemli sakıncası da, herşeyden önce Risale-i Nur'un esas edindiği hakiki ihlasa, hiçbirşeye, hatta mânevî ve uhrevî makamlara dahi âlet olmayışına zarar vermesiydi. Bediüzzaman, “Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakì hakikatler, fânî ve sukùt edebilir şahsiyetlere binâ edilmez” [SUP]2[/SUP] diyor, daima şahs-ı mânevîyi nazara veriyor, bakì hakikatlerin fanî ve çürütülebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini söylüyor, hizmetkârlığı, sadece maddî değil mânevî makamlara dahi tercih ediyor, maddî ve mânevî füyuzât hislerini fedâ etmede tereddüt etmiyor, ihlas gereği o büyük makamlar dahi verilse tereddütsüzce fedâ edeceğini söylüyor, bütün himmet ve mesâîsini îmanların kurtulmasına tahsis ediyordu.

Bu ve buna benzer birkısım hikmetler sebebiyledir ki Bediüzzaman kendini, seyyidliğini her zaman mevz-u bahis etmemiş Risalelerde ise bu konu hakkında kesin ifade kullanmamıştı. Afyon Mahkemesi müdafaasında, “Hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım” [SUP]3[/SUP] diye cevap vermişti.

Onun, kendisinden alabildiğine korkan, tedirgin olan günün siyasîlerini rahatlatmak için de, Denizli Ehl-i Vukufunun, “Eğer Said Mehdîliğini ortaya atsa, bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerinde de, seyyidliği hakkında aşikar ifadelerden kaçındığını görüyoruz. [SUP]4[/SUP]

Bir müdafaasında da şöyle demişti Bediüzzaman: “Hem mahkemede Denizli Ehl-i Vukufu, bazı şâkirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki, “Eğer Mehdîlik dâvâ etse, bütün şâkirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demişim: ‘Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hz. Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakiki Nur Şâkirdlerine şâmil olmasından ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.” [SUP]5[/SUP]

Bediüzzaman talebelerine seyyid olduğunu açık açık söylediği ve Muhakemat isimli eserinde de seyyid olan birisinin bunu gizlemesinin haram olduğunu ifade ettiği halde yukarıdaki ifadelerde geçen “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır.” cümlesindeki Seyyid kelimesinin, lügatteki ilk mana karşılığı olan “Efendi” manasında kullanılması ihtimali akla gelmektedir. Kaldı ki, sonra gelen cümlede “âhirzamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır” ifadesi ilk cümleden bağımsız düşünüldüğünde ortada bir inkardan ve kaçınmadan ziyade nazarı farklı tarafa kaydırma olduğu açıkça görülmektedir.

Öte tarafdan “Bu zamanda nesiller bilinmiyor.” ifadesinden de anlaşıldığı gibi seyyidliğine dair Bediüzzaman'ın elinde resmî bir şecere yoktu ki, ibraz edebilsindi. Bilhassa belge ve delillerin konuşturulduğu bir mahkemede; ele aldığı, söz konusu ettiği her hususu belgelere dayandıran Bediüzzaman'ın böyle bir iddiada bulunması düşünülemezdi.

Ama buna rağmen o elinde her ne kadar bir belge bulunmasa da, Âl-i Beyttendi, öyle olduğunu da kesinkes biliyordu. Hem mânen, hem de maddeten Ehl-i Beyttendi Bediüzzaman. Mânen Ehl-i Beyttendi. Çünkü Allah Resûlü (a.s.m.) her takvâ sahibi kimsenin Ehl-i Beytinden olduğunu [SUP]6[/SUP] müjdelemişlerdi. Bu mânâda Bediüzzaman da, hakiki Nur Talebeleri de Ehl-i Beyttendirler.

Mahkemede savcının iddiâları üzerine bu konuya da temas etmek zorunda kalan Bediüzzaman bu mânâda seyyidliğini açıkça söylüyordu:

"'Ben de Âl-i Beytten sayılabilirim' demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin, 'Ve alâ Âlihî ve sahbihî' duâsında, 'Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duâda dahildirler' dediklerinden, o umûmî duâda benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir." [SUP]7[/SUP]

Hem Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) iki "âl"i (Ehl-i Beyti) bulunmaktaydı. Bunlardan biri nesebî âli; diğeri de şahs-ı mânevî ve nûrânîsinin risalet noktasındaki âli. [SUP]8[/SUP] Bediüzzaman'ın bu ikinci kısma girdiği açık. Çünkü Risale-i Nur dairesinin, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.)—gaybî ihbarlarıyla—bu zamandaki bir dairesi olduğunu [SUP]9[/SUP] biliyoruz.

Bununla birlikte Bediüzzaman maddeten, yani neseben de Ehl-i Beyttendir.
Onun, yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz, geniş kesimlere aşikar olarak ifade etmediği ve eserlerinde açık açık belirtmediği bu hususu bütün bütün de gizlemediğini, hususî sohbetlerinde talebelerine söylemekten çekinmediğini de görüyoruz. Bir makam gizlemeyi, başka bir makam da söylemeyi gerektirebiliyordu. Meselâ sorularıyla Mektûbât'ın büyük bir kısmının yazılmasına vesile olan, vefatına kadar Risale-i Nur'a büyük bir ihlas ve sadakatla hizmet eden merhum Albay Hulusi Yahyagil'e, ziyaretlerinin bir defasında, “Kardeşim, sen de ben de sâdâttanız (seyyidlerdeniz.)” dediğini görüyoruz.

Emirdağlı Mehmet Çalışkan'ın anlattığına göre de, bir gün yanlarına Ahmet Feyzi Kul gelir. Üstadın vasıfları ve yüksek makamından bahseder. Cifir ve ebced hesabıyla çıkardığı tevafukları anlatır. O anda Osman Çalışkan'ın kalbine, “Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Âl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” gibisinden bir şüphe gelir.

Bu hadiseden az sonra Bediüzzaman, Osman Çalışkan'ı yanına çağırır ve, “Kardeşim ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim… Ahmed Feyzînin bütün söylediklerini kabul ediyorum. Haydi git!” der. [SUP]10[/SUP]

Evet, Bediüzzaman'ın Kürt olması seyyidliğine engel değildir. Doğuda öyle aşiretler vardır ki Kürt oldukları halde bütünüyle seyyiddirler. Çünkü nesiller fetihler, göçler, farklı evlilikler sebebiyle zamanla dünyanın değişik yerlerine dağılmış, karışmışlardır. Meselâ Abbasîlerin yanlış tutumlarına tepki gösterdikleri için o günün tabiriyle Kürdistan bölgesine birkısım Ehl-i Beytin göç ettikleri bilinmektedir. Bediüzzaman'ın dedelerinin de bu göç esnasında buralara gelip yerleşmeleri mümkündür. Nitekim Bugün Mardin'deki Arvasîler, Hakkari'deki Ahmedîler ve Muş'taki Nehrîlerin Ehl-i Beytten [SUP]11[/SUP] oldukları düşünülürse, Kürt olmanın Ehl-i Beytten olmaya engel olmadığı açıkça görülür. Eğer Kürtlük Ehl-i Beytten olmaya mani olsaydı, az önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman, herhalde Osman Çalışkan'a, “Kardeşim, git ben Kürd'üm, nasıl Ehl-i Beytten olabilirim?” derdi.

Nitekim, Hz. Üstadın, “Denizli Kahramanı” diye iltifat ettiği merhum Hasan Feyzi, onun Kürt olmasının seyyidliğine engel olmadığını, Kürdistan'da doğduğu için bu isimle anıldığını, böylece kendini gizlediğini söyleyerek. [SUP]62[/SUP] bu gerçeği teyid eder.

Bediüzzaman'ın, Urfalı Salih Özcan'a da seyyidliğinden söz ettiğini görüyoruz. Salih Özcan ziyaretlerine geldiklerinde, nesebini sormuş, seyyid ve Hüseynî olduğunu öğrenmişti. Üstad da ona, “Ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim” cevabını vermişlerdi. [SUP]63[/SUP]

Nur Talebelerinin de Bediüzzaman'ın seyyidliği konusunda hiçbir tereddütleri yoktur. Çünkü onun âhirzamanda gelecek şahıs olduğu kanaatindedirler. Meselâ Ahmed Feyzi, Zübeyr, Ahmed Nazif, Ceylan, Tabancalı, Salahaddin ve Sungur imzalarıyla neşrolan bir mektupta, Bediüzzaman'dan, envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.), maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyûzât-ı şem'-i ilâhiyeyi en şaşalı şekilde parlatan, Kur'ân'ın ve hadisin riyazî (matematiksel) işaretleri kendisinde son bulan, Nebevî hitapları ifade eden âyet-i celilelerin riyazî beyanlarını kendi üzerinde toplayan kişi olarak bahseder ve şöyle derler:

O Zât, hizmet-i îmaniye noktasında risaletin bir mir'at-ı mücellâsı (peygamberliğin parlak bir aynası) ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında (soyca) son dehan-ı hakikati (hakikati dile getiren dudağı) ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hamil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.” [SUP]14[/SUP]
Merhum Hüsrev Altınbaşak, ondan “Bütün günlerde Mehdi-i Azam,” merhum Ceylan Çalışkan'ın vefatı üzerine hizmetinde bulunan talebelerinden Tahirî, Sungur, Zübeyr, Bayram, Hüsnü de, “bir mücahid-i ekber, hem bir mehdi-i âzam, hem bir müceddid-i ekmel ve hem bir ferd-i ferîd” 15 diye bahsederler.
Küçük Ali bir mektubunda, Risale-i Nur hakkında büyük evliyaların müjdelerine yer verdikten sonra, onun asırlardır beklenilen zât olduğunu söyler. Kuleönünde Sofoğlu Talebeniz Mustafa Hulusî (r.h.), Üstada yazdığı ve onun tasdikinden geçip Barla Lahikasında [SUP]16[/SUP] yer alan mektubunda “Risale-i Nur, şu zamanın bir mehdîsi ve müceddidir” der.
Nur Talebeleri, Bediüzzaman'ın, bilhassa en birinci vazifesi, en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı tahkikî bir surette herkese ders vermek, hatta avamın da îmanın tahkiki yapmak vazifesini göz önüne alarak, onu, büyük mânevî ve gerçek hidayet edici, irşad edici olarak görmüş, seyyidliği ve Mehdîliği kanaatinde birleşmişlerdir. Onun içindir ki Bediüzzaman bir mektubunda, “İşte Nur Talebeleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ‘İkinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir’ diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdî telakkì etmişler” demekte ve Nur Talebelerinin tesanüdünden meydana gelen o şahs-ı mânevînin temsilcisi ve tercümanı olan kendisine de bu ünvanı verdiklerini belirtmekte, ancak durumun nezaketi ve bir kısım sakıncaları sebebiyle tevil etmeye çalışmaktadır. [SUP]17[/SUP]

Evet, dün olduğu gibi bugün de milyonlarca Nur Talebesi Bediüzzaman'ı ve onun şahs-ı mânevîsini Mehdî olarak görmekte tereddüt etmemektedirler.

Risale-i Nur'un üstlendiği vazife ve bu hususta elde ettiği başarı da bu mazhariyeti doğrulamaktadır. Çünkü, Bediüzzaman dinsizliği esas alan Deccalizmle mücadeleyi hayatının gâyesi edinmiştir. Şöyle der:

"Bir tek gâyem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın îman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri îmansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcûdiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum. Bu îmansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Beni bu gâyemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu îman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gâyedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin îmanına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim." [SUP]18[/SUP]
Sonra onun ortaya koyduğu, “Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin senedenberi tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur'ân'ın i'caziyle o geniş yaralarını, Kur'ân'ın ve îmanın ilaçları ile tedavî etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakka'l-yakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafâta medardır.
” [SUP]19[/SUP] Böylesine önemli bir vazifeyi üstlenen bir eser ve onun müellifinin bu sırra mazhar olması akıldan uzak olmasa gerek.

Şaban Döğen, Mehdi ve Deccal
1. Muhakemât, s. 38.
2. Sikke-i tasdik-i Gaybî, s. 11.
3. Afyon Mahkemesi Müdafaası (Osmanlıca, s. 78).
4. Şuâlar (Osmanlıca ) s. 287.
5. Emirdağ Lâhikası, 1:232-233.
6. Feyzü'l-Kadir, 1:55 (H. 15).
7. Şuâlar, s. 358.
8. Lem'alar (Osmanlıca), s. 120.
9. Emirdağ Lâhikası, I:61.
10. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (İstanbul: Timaş Yayınları, 1990), 1:36.
11. Badıllı, A.g.e., s. 1:35.
12. Emirdağ Lahikası (Osmanlıca), s. 16.
13. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 3:238 (1994 Baskısı); Geniş bilgi için bknz, Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:35-39.
14. Şuâlar, s. 578.
15. Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:38-39.
16. Barla Lahikası, s. 103.
17. Emirdağ Lahikası, 1:232.
18. Şuâlar, s. 427.
19. Kastamonu Lahikası, s. 28.

Makale Yazarı:
Şaban Döğen

 
Üst