Çöküntüden yeniden dirilişe: Gazali aydınlanması
İslam toplumlarında hayatın tüm cephelerinde çöküntünün dibe vurduğu safhada yeni bir diriliş meşalesi yakılır. Risalet’in söz konusu olduğu döneme toplumsal gelişmeye damgasını vuran Sahabe çevresi idi. Ancak risalet süreli ve sınırlıdır. Yeniden peygamber gelmeyecektir. Bu süreçte ise nebevî misyonu İslam uleması içinden gelen Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Bu aşamada Öncü Azınlık unsurunu “Tecdid Çevresi” diyebileceğimiz kadrolar oluşturur. Doğal olarak bunların inşa ettiği medeniyet veya çağ, Sahabe Çevresi’nin inşa ettiği medeniyet ve çağ kalitesinde olmayacaktır. Bundan dolayı bunların çağına “Kısmi Fazilet Çağı” denebilir.
Öncü Azınlık kurumunun ortaya çıkışını başka bir çalışmada incelemiştik (Duran, 1995). Burada Öncü Azınlık’ın lokomotifi olan “müceddidlik” kurumu üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Bediüzzaman “Her yüz senede Cenab-ı Hakk dini tecdid eden birini gönderir” (el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522) Hadis-i Şerifine dayanarak ümmetin çöküntüye girdiği dönemlerde Nebevi misyonu üstlenecek büyük müceddidleri gönderdiğini ve onların kadroları yoluyla ümmeti çöküntüden kurtardığını anlatır:
“Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himâyet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.”tir. (Nursi, 1994, c. II, s. 559)
Ancak Çöküntü’den Fazilet Çağı’na uzanan tecdid süreci kısa dönemli değil, aksine uzun çağları kapsayan ve içinde yeni bir uygarlığı barındıran uzun dönemli bir hareket olduğundan tek bir müceddidle değil, bir biriyle dikey ve yatay entegrasyona girmiş birden fazla müceddid ve kadrolarıyla gerçekleştiri-lebilir. Zaten tek bir müceddidin ne ömrü ne kadrosu ne de kapasitesi böyle bir uygarlığı inşa etmeye yeterli gelemez. Aynı olaya Bediüzzaman da parmak basar:
“Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gâyet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, (öyle) mânâ veriyorlar.” (Nursi, 1994, c. II, s.1641)
“Hem bu üç vezâifi
birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak(tır), âdetâ kabil görülmüyor....” (Nursi, 1994,c.II, s.1641) Gerçekten İslam tarihinin yöneliş sürecinden de anlaşıldığına göre mehd-i misal büyük müceddidler ilk faaliyet olarak temel imanî konularda devrim niteliğinde büyük tecdidler gerçekleştirerek, ümmetin sarsılan veya küllenen imanını çağının bilgi birikiminden de yararlanarak yeniden tahkim ediyor ve restora ederler. Aynı şekilde bunlar yüreklerde bir “yalım ateş” yakarak ruhları elektiriklendirirler. İnsanlar arasında yeniden kardeşlik duygularını geliştirerek toplumsal birlik ve bütünlüğü gerçekleştirirler. Doğal olarak müceddid’in ilk olarak etkilediği çevre son derece sınırlı insanlardan oluşan “tecdid çevresi”dir. Tecdid çevresi nesilden nesile aktarılan bir hareket olduğundan zaman içinde toplumun psikolojik, sosyolojik, siyasal ve bilimsel ihtiyaçlarına paralel olarak kendi içinde farklılaşarak çeşitli branşlara ayrılır. Her branş bir veya birden fazla liderin önderliğinde kendi mesleğini yeni medeniyetin bir ünitesi olacak şekilde geliştirir. Bu aşama, Uzman İslamı dediğimiz aşamadan sonra gerçekleşir. Teorik bilimler sahasında kendi bilim ve epistomolojisini geliştirebilecek kapasitede ve formasyonda yüksek müçtehidler yetiştiği gibi, tasavvuf sahasında ârifler, mürşid-i kâmiller, hak âşıkları, maddi cihad sahasında da gözünü budaktan esirgemeyen mücahid-kahramanlar yetişir. Bu aşamada zaten daha önceden başlamış olan iktisadi-ticari hayat adalet, kudsiyet ve hikmet ilkelerine dayalı olarak daha da gelişerek yepyeni ufukları feth eder. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi mücedditler insan üstü zihinsel gayret ve çabalarıyla tarihin akışını değiştirir, hatta yeni bir tarih yaparlar. Zaten tarihin yapıcıları sadece siyasetçiler, savaşçılar ve imparatorluk kurucular değildir. Bunlar aynı zamanda düşünürler, ilâhi-yatçılar, filozoflar ve alimlerdir. Her iki durumda da bunlar gidecekleri hedef ve yol üzerinde politik, sosyal, fikri veya ruhsal hareketleri bizzat oluştururlar. Tarihin akışı, bunlar üzerine etki yaptığı gibi, bunlar da tarih üzerine reaksiyon gösterirler.
Tarihin akışını değiştiren düşünürlerden biri de şüphesiz Gazalîdir. Gazâlî ümmeti çöküntüden kurtararak yepyeni bir yörüngeye sıçramasını sağlayan büyük bir müceddittir.