Konuya cevap cer

Gazali, düşünce sistemi ve etkisi 


  Ebu Hamid Muhammed el-Gazâlî 1058’de Horasan’ın Meşhed kenti  yakınlarında bulunan Tus kasabasında dünyaya geldi. Şimdi harabe durumunda olan  ve İran’ın kuzeydoğusunda bulunan bu küçük kasaba o zamanlar, akarsuları,  ağaçları ve çevresinde bulunan dağlardaki maden depolarıyla gelişmiş bir  yerleşim yeri idi. Burası, büyük destan şairi Firdevsî ve zeki vezir  Nizam-el-Mülk gibi dünya şöhretlerine de beşiklik etmekle şeref kazanmış bir  yerdi.


 

     Bu şehir 1389’da, adı “tahripkar prens” olarak tanınan Moğol  Fatihi Timur’a karşı isyan etmiş, bu sebeple de Timur tarafından tahrib edilmiş,  bir daha da onarılmamıştır. Onun su kaynakları Şiî’lerin bir kutsal şehri olan  Meşhed’e akıtılmış, bu nedenle de Meşhed gelişme göstermiştir.



     Büyük babası gibi el-Gazâlî’nin babası da bir yün eğiricisiydi  (gazzaldı). İşte onun Gazâlî ismi de buradan gelmektedir. Gazâlî ismi genel isim  formuna göre yakında bulunan ve bir köy olan Gazzala’dan da gelmiş olabilir.  Gazâlî, daha çocukluğunda bir ilim adamı olan amcası Hamid’in ünvanını almıştır.


 

     Eğitimini yaptığı ilk yer, Tus’ta yetim çocukların eğitim  gördüğü bir yerdi. Babası tarafından kendisine mütevazî bir miras düşen bir aile  dostunun himayesi altında tahsilini sürdürdü. Bir sûfî olan arkadaşı, ilkokula  ilaveten ona bir de sûfî eğitimi yaptırma sorumluluğunu duydu. Böylece Ebu  Hamid, Hazar denizinin güneydoğu kıyılarında 250 mil uzaktaki Cürcan’da tahsil  yaptı. Ebu Hamid o zaman daha olgun yaşta olmayan bir gençti. Bu tahsili  yaptıktan sonra o, “Allah bilgisinden başka bir bilgi aramadığını, bunun  dışındaki bir bilgiyi reddettiğini” yazarak geri dönü. Fakat bu dönüş  yolculuğunda yol kesici soyguncular, yanında bulunan ve çoğu da ders notlarından  ibaret olan defter ve eşyalarını almaya çalıştılar. Bu ders notlarını kurtarmak  için hararetle onlara yalvardı. Soyguncuların başkanı alay ederek “Bu bilgi  nasıl bir bilgidir ki, defterler kaybolunca o da kayboluyor ve sizi bilgisiz  bırakıyor?” diye sordu. Bu durum ona öğreneceklerini hafızasına nakşetmeye ve  defterde bırakmamaya azmetmeyi öğretti.


 

     Gazali’nin tahsilini devam ettirdiği ikinci kent Nişabur’du. Bu  kent Tus’un 30 mil güneybatısında bulunan eyaletin başkentiydi. Bu şehre, çağın  en büyük alimlerinden el-Cuveynî tarafından davet edilmişti. el-Cüveynî, iki  mukaddes şehirde yıllarca vaizlik yapmış ve bu nedenle “İmam el-Harameyn”  ünvanını kazanmıştı. Bu imam çok geçmeden el-Gazâlî’nin şeyhi olma şerefine nail  oldu. el-Cuveynî bir kelâmcıydı ve yeni kurulmuş Nizamiye medresesinde kürsü  sahibiydi. Bu Nizamiye medresesi de, diğer benzerleri gibi Nizamü’l-mülk  tarafından kurulmuştu ki, okul ücreti, pansiyon ve yurt masrafları bağış yoluyla  elde ediliyordu. Burada Ebu Hamid, ilâhiyat, felsefe, mantık ve tabiî bilimler  tahsil ederek sekiz yıl geçirdi (1077-85). Tahsil yaparken de Cuveyni’nin  asistanlığını yaparak kısmen derslere giriyordu. Sonradan da bağımsız olarak  ders ver-meye başladı. Kısa zamanda bir öğretici olarak ilâhî ve felsefî  konulara ışık tutucu, yorumlayıcı ve esaslı çözümler getirici keskin zekalı biri  olarak ün yaptı. Entellektüel üstünlüğünün ve ona uygun davranışının bilinci  içindeydi. Önceleri kavrayışını dipsiz bir deniz olarak tasvir ettiği bu  öğrencisini, el-Cuveynî kıskanmaya başladı. Ebu Hamid ona ilk eserini gösterdiği  zaman şeyhi ona: “Daha ben hayattayken beni mezara gömmek mi istiyorsun?”  diyerek sitem etti. (Hitti, 1995, s. 179)


 

     Daha sonra el-Gazâlî, Selçuklu sarayının aydın veziri  Nizamü’l-Mülk’ün himayesinde toplanan parlak şairler ve alimler halkasına  katılmak için Nişabur’dan Bağdat’a gitti. Yirmiyedi yaşındaki bu gencin ünü  kendisinden evvel oraya gelmişti ve bu halkaya şeref-le kabul edildi. Nizam, o  zaman saraydaki mevkiinin en üst durumundaydı. Onun yükselişi daha önce Alp  Arslan zamanında (1063-1072) başlamış, Büyük Selçuklu zamanında devam etmiş,  onun ölümü üzerine de, onsekiz yaşındaki halefi Melik Şah’la zirveye  ulaştı(1072-92). Nizamü’l-Mülk, kültürden ziyade savaşla ilgileniyordu. Ancak  din öğreticileri ve şairler için cömertçe para harcıyordu. Sûfî tekkeleri  yanında kendi adını taşıyan Nizamiye Medreselerini de tesis etti.


 

     Saraya intisabından altı yıl sonra Gazâlî Bağdat Nizamiye  medresesine müderrris olarak tayin edildi. Dört yıl bu meslekte kaldı.



     Gazali’nin şöhreti sadece bir medrese hocası sınırları içinde  kalmadı, kısa zamanda İslam dünyasının her tarafına yayıldı. Yakın ve uzakta  bulunan ilim adamları ilim öğrenmek için değilse de danışmak için ona  geliyorlardı. Fas ve İspanya’da Murabıt hanedanlığının Berberî kurucusu Yusuf  İbn Taşfin, Şer’î bir hükümde şüpheye düşmüş bunun çözümünü arıyordu. Fakat  başvurduğu hiç kimse onu tatmin edememişti. Bu sebeble Gazâlî’nin ayağına kadar  gelerek Ondan yardım talep etti.


 

     Daha Nişabur’dayken Gazâlî’de aklî ve ruhi tatminsizlikler baş  göstermişti. Modern Avrupa felsefesinin başı sayılan Descartes gibi o da  kendisinde bulunan saf otoriteyi kaybetmişti. Oldukça yüksek duruma çıkan  şüphecilik duygusu onu tamamen aklî şüpheciliğe sürükledi. Fakat o tüm Skolastik  teolojiyi, hukuku, felsefeyi ve mistisizmi kökten anlamaya ve gerçeklerini  bulmaya çalışıyordu. Septisizm (Şüphecilik) onun düşüncele-rine hakim olmuştu.  Nas ve Hadis onu pek etkilemiyordu. Öğretim ve davranış konusunda kendisiyle  meslekdaşları arasındaki uyuşmazlık onu şüpheci-liğinde daha da ısrarlı hale  getiriyordu. Böylece fizikî ve zihnî bakımdan çöküntüye uğrayarak görevinden  çekildi ve İslâmın en büyük entellektüel merkezine sırt çevirdi. Böylece  inzivaya ve tefekküre dalarak huzura kavuşmak isti-yordu. Onun kürsüsünü de  kardeşi Ahmed işgal etti.


 

     Gazâlî’nin otobiyografisi bizi doğrudan hayatı boyunca ve  özellikle Bağdat’daki Nizâmiye medresesinden ayrılışını takip eden büyük sıkıntı  dönemi esnasında mücadele etmek zorunda kaldığı aklî ve rûhî problemlerle  tanıştırır. Gazâlî bize, yirmi yaşından önce, ateşli bir hakikat arzusuna  tutulduğunu ve körü körüne atalarının otoritelerine uyan alelade insanların  pa-siflik ve safdilliğini ve inanç ve akîdelerle uğraşmalarını görmekten duyduğu  sıkıntıyı anlatır. Bunun için “içinde şüphenin asla yer almadığı bilgi” diye  tanımladığı “kesin bilgiyi” aramaya karar verdi. Aradığı bilgi öyle kesin  olmalıydı ki biri çıksa üç’ün on’dan büyük olduğunu söylese ve buna delil olarak  da elindeki bastonu yılana çevirse yine de sayılarla ilgili bilgisi konusunda  şüphelenmemeli, sadece bastonun yılana nasıl dönüşmüş olabileceğini  araştırmalıydı.



     Kendisinde gerçekten böyle bir bilginin olup olmadığını  araştırdığında, bu niteliklere sahip bilginin, ancak duyuların verdiği bilgi ile  ap-açık önermelerin sağladığı bilginin kesin olabileceğini düşündü. Ancak şüphe  sürecini mantıkî neticesine kadar götürebilmek için tüm bilginin gerçekten kati  (yakîn) olduğundan emin olmak gereğini duydu. Zahmetli şüphe süreci sonunda  gerçekte onun da kesin olmadığını gördü. Çünkü birincinin (duyu bilgisinin)  durumunda, duyularımız genellikle bir şey hakkında şöyle şöyledir, diye hüküm  verir, fakat onların hükmü az sonra akıl tarafından yıkılır. Mesela biz, gölgeye  bakar ve onun hareketsiz olduğuna hükmederiz. Fakat çok geçmeden hareketsiz  olmadığını kabul etmek zorunda kalırız. Yahut gezegen gibi, uzak bir nesneye  bakarız da o duyularımıza bir madeni para büyüklüğünde görünür. Oysa  astronominin delilleri bizi onun dünyamızdan defalarca büyük olduğuna inanmaya  zorlar. Şâyet duyu tecrübesi güvenilir değilse o takdirde, zorunlu önermeler  yahut aksiyomların bilgisi de güvenilir değildir. Tıpkı akıl otoritesinin duyu  hükmünün geçersiz olduğunu göstermesi gibi, aklın hükmünün geçersiz olduğunu  gösterecek aklın ötesinde daha yüksek bir otorite olamaz mı? Burada Gazalî rüya  olayına dikkat çe-kerek düşüncesini anlatmaya çalışır. Genellikle rüyada  gördüğümüz şeylerin gerçekliğine inanır, fakat bu inanma uyanır uyanmaz kaybolur  gider. O halde peygamberin söylediği gibi, ölümden sonraki hayata kıyasla, bizim  uyanık ha-limizin, uykudan başka bir şey olmaması mümkün değil midir?


 

     Gazâlî bize, bu şüphelerin gerçek bir hastalık gibi, kendisini  iki ay müteessir ettiğini söyler. Sonunda kendi gayretiyle değil, bilakis  “Allah’ın onun kalbine gerçekten bir çok bilginin anahtarı olan bir nur’u  akıtmasıyla” fikri sağlığını yeniden kazanır. O zaman bu nurun bir muhakeme  yahut delil meselesi olmadığını, fakat Peygamberin “kalbin açılması ve bu  suretle İslâm’ı kabul et-meye müsait” olarak tarif ettiği İlahî lütuf meselesi  olduğunu anlar. (Fahri, 1987, s. 173-74)


 

     Bu bunalımlı günlerde Gazalî, Selçuk hanedanının hükmü altında  bulunan Şam’a gitmek amacındaydı. 1095 yılının ilk günlerinde bir derviş olarak  Şam’a gitti. Emevi camiine yerleşti. Kaba, eski püskü elbiseler giyerek, bir  sopaya dayanarak azığını ve eşyalarını koymak için omuzunda bir torba taşıyarak  çilekeş bir hayat sürdürmeya başladı. Riyazet, tefekkür ve ibadet yapmak  suretiyle nefis terbiyesi yaparak, şöhret, para ve dostlarının kendisine  veremediği zihin huzurunu aradı.


 

     Bu aktif çileci yaşantı devresinin sonunda Gazalî, kesin bilgiye  ulaşmış olarak yeniden memleketine döndü ve eğitim-öğretim faaliyetlerine devam  etti.



     Gazâlî alışageldiğimiz anlamda bir ilim adamı veya filozof  değildi. İslam dünyasının entellektüel hayatını öylesine derinden etkilemişti  ki, Nasr’ın haklı değerlendirmesiyle Onu hesaba katmayan bir İslam ilim tarihi,  eksik kalmaya mahkumdur.


 

     Seçkin kişiliği ve güçlü yazarlığı sayesinde Gazalî, İslam  dünyasında, Meşşai felsefenin etkisini dizginleyebilmiştir. Aynı zamanda  tasavvuf öğrenimini resmi dini çevreler nezdinde meşrulaştıran da Gazâlî  olmuştur. Gerçekten Gazalî, sufiliğen ilk ve en büyük ıslahatçısı olmuştur,  denilebilir. O Sufiliğe sünniliğin bünyesinde bir yer bulmuş, daha da önemlisi  sünni kelamın biçimsel ve doğmatik olan ifadesinin yaşayan dinle irtibatını  sağlayarak, onları yeniden canlandırıp, onlara vahiy ruhunu yerleştirmiştir.  Böylece o katı skolastisizme ağır bir darbe indirmiş ve akidenin doğmatik  niteliğini yumuşatmıştır. Bu iki önemli adımı atmakla Gazali İslam dünyasında  onikinci yüzyılda ortaya çıkan entellektüel dönüşümünü herkesten çok  etkilemiştir. Gazalî her bakımdan İslam tarihinin en dikkate değer dinî ve  entellektüel şahsiyetlerinden biridir. (Nasr, 1991, s. 51-52)


 

     Gazâlî’nin bilim alanındaki performansı çağımız bilim adamlarına  da ışık tutacak niteliktedir. Gazzali, sadece bir İlahîyatçı değil aynı zamanda  bir mantıkçıdır da. Felsefe alanında da son derece orjinal eserler vermiştir.  Ancak bu alandaki önemi, daha çok yaptığı eleştirilerden kaynaklanır.  Filozofların Maksatları (Makaside’l-Felasife) adını taşıyan kitabında Meşşai  felsefeyi öyle mükemmel bir şekilde özetlemiştir ki, bu kitap Latince’ye  çevrildiği zaman, Batı’da Gazâlî bir Meşşai felsefe otoritesi olarak  tanınmıştır.


 

     Gerçekten Gazâlî, Meşşaî felsefeyi derinlemesine tetkik ederek  felsefî kavramları o çağın sıradan insanının zekasının anlayabileceği bir düzeye  indirmeyi başarmıştır. Aristo ve benzeri filozofların düşünceleri, müslüman  filozoflardan el-Kindî, Farabî ve İbn-i Sina’nın felsefî yaklaşımlarını  açıklayarak ve anlaşılmayan noktalarını anlaşılır hale sokarak felsefî birikime  de önemli bir katkı sağlamıştır.


 

     Gazâlî bu çalışmasını nihaî amacına ulaşmak için sadece bir  hazırlık olarak gerçekleştirir. Bundan sonra sadece felsefî ilkeleri dikkate  alarak ve felsefenin mantığını kullanarak felsefeyi, veya aynı anlama gelen  vahiyden bağımsız salt aklın tek başına gerçeği izah edemiyeceğini göstermek  için Felsefenin Tutarsızlıkları kitabını yazdı. Bu kitabında Gazâlî, Aristo  felsefesinde gündeme getirilen ve genellikle Tevhidî anlayışa ters düşen Allah  ve Allah’ın yaratma fiili, fenomenler arasındaki nedensellik ilişkisi, Küllî  İrade, zaman ve evrenin ezeliyeti veya sonradan yaratılması, Allah’ın  sıfatlarının kıdem veya hâdis olması gibi konuları yüksek bir mantık sistemiyle  tartıştı, felsefenin kendi ilkeleriyle felsefenin tezlerini birer birer çürüttü.  İlginçtir ki Gazâlî’nin kullandığı son derece rafine mantığı ve bunun bazı  çıkarımlarını sadece kavramları değişti-rerek yaklaşık aynı konularda Descartes,  D.Hume ve K.Popper gibi Batılı bilim adamları kullanmışlar, hatta sistemlerini o  mantık üzerine bina etmişlerdir.


 

     Gazâlî’ye kadar İslam dünyasında rasyonalist Felâsifenin  vahiyden bağımsız akılla tevhidî anlayışı önemli ölçüde zedelediği bir  gerçektir. Özellikle zaman ve evrenin ezelî ve ebedî olarak değerlendirilmesi,  Allah’ın İlk Aklı yaratıp başka şeylerin yaratılmasını İlk Akla bırakması  anlayışı, İrade-i İlahiyye’nin olmaması.. gibi yaklaşımlar hem Allah’ı eksik  sıfatlarla niteleyerek Allah’ın Küllî bir İrade, sonsuz bir kudret ve tek ve  yekta bir yaratıcı olduğunu inkar ederek tevhid-dışına çıkıyor, hem de zaman ve  evreni ezelî ve ebedî kabul ederek öldükten sonra dirilme, cennet ve cehennem  gibi çok sayıda vahyî gerçekliği inkar ediyordu. Bütün bu yaklaşımlar ise o  çağlarda müslüman bireyin inanç siste-mini derinden sarsıyor, bir inanç  bunalımının ortaya çıkmasına ortam hazırlıyordu. Nitekim Gazâlî’nin de ifade  ettiği gibi bu tür felsefelerin müslümanlar arasında yayılmasına bağlı olarak  müslümanlar İslamî duyarlılıktan uzaklaşıyor, ahlak, itikad ve düşüncede derin  bir çöküntü içine giriyordu.


 

     Bütün bu olumsuz gelişmeleri önlemek için el-Gazâlî  alabildiğince yüce duygularla müslümanların inançlarını kurtarma faaliyetine  başladı ve felsefenin sadece vahiyle çatışan ilkelerini bir daha dirilmeyecek  şekilde çökertti.


 

     Aslında Gazâlî’nin ilk çıkışı Felâsifeden tevhid’e yönelen  meydan okumalara bir cevap niteliğinde idi. Ancak Gazâlî’nin cevabı öyle yüksek  bir mantık ve berraklık taşıyordu ki, bizzat kendisi Felâsife için bir meydan  okuma’ya dönüştü. Bu meydan okumanının dozunun ise Orta-şiddet’in üzerinde  “Boğucu” nitelikte olduğunu burada vurgulamış olalım. Rasyonalist felsefe, İslam  dünyasında Gazâlî sonrası dönemde müstakil bir akım olarak ayakta duramamış,  fakat özellikle tasavvuf perdesi altında varlıklarını sürdürmeye devam  etmişlerdir. Burada şunu hemen vurgulayalım ki Gazâlî vahiyden bağımsız kendi  başına buyruk rasyonalist felsefelerin İslam dünyasında olamayacağını ortaya  koymuş, Felâsifenin vahye ve marifete tabi olması gerektiğini sağlamıştır.  (Nasr,1991,s.24)



     Gazâlî hiç bir şekilde mantık ve aklın kullanımına karşı  olmadığı gibi mantığa dayalı birçok eser de yazdı. Fakat onun esas karşı çıktığı  şey, aklın tüm gerçeği kavrayacağı ve hiç söz sahibi olmadığı alanlarda bile  parçalı görüşleriyle yeterli olacağı iddiasıydı.



     Öte yandan Gazâlî müslüman ilim adamlarından oluşan Mu’tezile  ekolünün tevhid-dışı yaklaşımlarını berteraf etmeyi de başarmıştır. Özellikle  rasyona-list felsefeden etkilenerek üslup ve metodolojilerini ve düşüncelerini  geliştiren bu ekol, gerektiğinde Kur’anî naslara, gerektiğinde de salt akla  dayanarak çok sayıda tez geliştirmişlerdir. İslamî düşüncenin hemen her  ünitesinin tartışmaya açılması, tüm yönlerinin yeniden eleştirilmesi faaliyetini  Mu’tezile ekolü başlatmıştır. Hatta İslamî düşüncenin gelişmesi, daha sonraki  çağlarda sarsılmadan ayakta durmasının sağlanması konusuna da yine bu ekol zemin  hazırlamıştır, denilebilir. Çünkü ortaya atıp tartışmaya açtığı konular binlerce  zeka tarafından asırlarca tartışılmış, o konularda binlerce eser yazılmış,  sonunda Gazâlî gibi dehaların yetişmesine ortam hazırlanmıştır. Mu’tezile  ekolünün tartışmaya açtığı konuları el-Eşarî, el-Maturidî, el-Bakıllani,  el-Cüveyni, İbn-i Hazm, el-Gazâlî, er-Razî, el-Cürcanî, et-Taftazanî gibi dev  düşünürler en ince ayrıntısına kadar tartışmışlar, hatta bu tartışma çağımızda  bile belli cepheleriyle Bediüzzaman tarafından sürdürülmüştür.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst