Bediüzzaman’ın kendi gençlik dönemi, İslâm ve insanlık âleminin problemlerine, özellikle eğitim problemine çözüm arayışları içinde geçti. O, dünyanın büyük çalkantılar içinde olduğunu ve bu çalkantılardan, çok farklı bir dünya olarak çıkacağını görüyordu. Bediüzzaman, eski eğitim yöntemlerinin bu yeni dünyaya çok fazla birşey anlatamayacağını da görüyordu. Ne var ki, zamanı, onu anlamaya hazır değildi. O da zamanını bir yana bırakıp istikbale, istikbalin gençlerine yöneldi.
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de naklettiği bir anısında, bir tren yolculuğundaki mübahasesinden söz eder. Bu sohbetteki yol arkadaşları ve muhatapları iki genç aydındır. Fakat Bediüzzaman, onların yanı sıra, geleceğin gençlerine de hitap etmeyi ihmal etmez ve her ikisine birlikte şöyle seslenir:
“Ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim. . . Ey kardeşlerim ve elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım!”
Bediüzzaman’ın Münazarat’taki asıl muhatapları ise, daha da uzak bir istikbalin gençleridir; çünkü zamanındaki muhataplarında kendisine kulak verecek bir kavrayış bulamamıştır. Onlara, “İşte ben de sizinle konuşmayacağım; şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım” der ve yüzyıllar sonrasına seslenir:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”
Bediüzzaman, gün gelip de Risale-i Nur’ları telif etmeye başladığı zaman, gençliğindeki gibi zamanın anlayışsızlığıyla karşılaşmadı. Daha Risale-i Nur’un tamamı değil, pek azı bile telif edilmemişken, insanlar onun etrafında pervane olmaya başladılar. Risaleler birer ikişer yazıldıkça elden ele dolaşıyor, akşamı veya sabahı beklemek bile onun müştaklarına zor geliyordu. Nihayet Bediüzzaman, genciyle, yaşlısıyla, ama daha çok gençleriyle, kendisini anlayan insanları karşısında bulmuştu. Artık zamanına arkasını dönüp de elli sene veya üç yüz sene sonrasına seslenmesine gerek yoktu. Ne çare ki, bu defa gençliğe gözünü diken başkaları da vardı. Üstelik bu gözler hiç de iyi niyetli bakmıyorlardı zamanın ve istikbalin gençliğine. Fakat bunu anlayabilmek ve o günkü meş’um çabaların yıllar sonra vereceği sonuçları görebilmek için de yine Bediüzzaman’ın gözüne sahip olmak ve bakışını istikbal üzerinde netleştirmek gerekiyordu.
Yine yıllar boyu istikbalden söz etti Bediüzzaman. Yirmi sene sonraki tokatlardan, elli sene sonra ortaya çıkacak ve şanlı geçmişini lekeleyecek nesillerden söz etti. Verdiği haberler de, ne yazık ki, günü gününe gerçekleşti. Bununla beraber, Bediüzzaman, o dehşetli yangından, pek çok şeyi kurtarmaktan da geri kalmadı. Ve bu çabalarında, kendisine pek çok yardımcı da buldu. Kurtardıklarının da, yardımcılarının da çoğunluğu gençlerdi.
Doksan yıllık bir ömrü tamamlayaraka bâki âleme göçerken, Bediüzzaman, arkasında Anadolu’ya kök salmış bir iman hizmeti ve büyük bir gençlik kitlesi bırakmıştı. O gün bugündür o kitle daha da büyüyor ve gençleşiyor. Zaman geçtikçe Kur’ân’ın gençleştiğini âleme haykıran bir iman ve Kur’ân hizmeti, bu dâvâsının maddî tezahürlerini kendi üzerinde de gösteriyor. Bediüzzaman’ın canhıraş feryatlarına kulak tıkayanlar ise evlâtlarını Satanistlerin, Hıristiyanların, alkol ve uyuşturucu simsarlarının elinden kurtarmaya çabalamakla meşguller! Bediüzzaman’ın seslendiği üç yüz sene sonrasının nesilleri henüz gelmedi; fakat Bediüzzaman, onlardan beklediği cevabı birkaç neslin gençliğinden almış bulunuyor.
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de naklettiği bir anısında, bir tren yolculuğundaki mübahasesinden söz eder. Bu sohbetteki yol arkadaşları ve muhatapları iki genç aydındır. Fakat Bediüzzaman, onların yanı sıra, geleceğin gençlerine de hitap etmeyi ihmal etmez ve her ikisine birlikte şöyle seslenir:
“Ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim. . . Ey kardeşlerim ve elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım!”
Bediüzzaman’ın Münazarat’taki asıl muhatapları ise, daha da uzak bir istikbalin gençleridir; çünkü zamanındaki muhataplarında kendisine kulak verecek bir kavrayış bulamamıştır. Onlara, “İşte ben de sizinle konuşmayacağım; şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım” der ve yüzyıllar sonrasına seslenir:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”
Bediüzzaman, gün gelip de Risale-i Nur’ları telif etmeye başladığı zaman, gençliğindeki gibi zamanın anlayışsızlığıyla karşılaşmadı. Daha Risale-i Nur’un tamamı değil, pek azı bile telif edilmemişken, insanlar onun etrafında pervane olmaya başladılar. Risaleler birer ikişer yazıldıkça elden ele dolaşıyor, akşamı veya sabahı beklemek bile onun müştaklarına zor geliyordu. Nihayet Bediüzzaman, genciyle, yaşlısıyla, ama daha çok gençleriyle, kendisini anlayan insanları karşısında bulmuştu. Artık zamanına arkasını dönüp de elli sene veya üç yüz sene sonrasına seslenmesine gerek yoktu. Ne çare ki, bu defa gençliğe gözünü diken başkaları da vardı. Üstelik bu gözler hiç de iyi niyetli bakmıyorlardı zamanın ve istikbalin gençliğine. Fakat bunu anlayabilmek ve o günkü meş’um çabaların yıllar sonra vereceği sonuçları görebilmek için de yine Bediüzzaman’ın gözüne sahip olmak ve bakışını istikbal üzerinde netleştirmek gerekiyordu.
Yine yıllar boyu istikbalden söz etti Bediüzzaman. Yirmi sene sonraki tokatlardan, elli sene sonra ortaya çıkacak ve şanlı geçmişini lekeleyecek nesillerden söz etti. Verdiği haberler de, ne yazık ki, günü gününe gerçekleşti. Bununla beraber, Bediüzzaman, o dehşetli yangından, pek çok şeyi kurtarmaktan da geri kalmadı. Ve bu çabalarında, kendisine pek çok yardımcı da buldu. Kurtardıklarının da, yardımcılarının da çoğunluğu gençlerdi.
Doksan yıllık bir ömrü tamamlayaraka bâki âleme göçerken, Bediüzzaman, arkasında Anadolu’ya kök salmış bir iman hizmeti ve büyük bir gençlik kitlesi bırakmıştı. O gün bugündür o kitle daha da büyüyor ve gençleşiyor. Zaman geçtikçe Kur’ân’ın gençleştiğini âleme haykıran bir iman ve Kur’ân hizmeti, bu dâvâsının maddî tezahürlerini kendi üzerinde de gösteriyor. Bediüzzaman’ın canhıraş feryatlarına kulak tıkayanlar ise evlâtlarını Satanistlerin, Hıristiyanların, alkol ve uyuşturucu simsarlarının elinden kurtarmaya çabalamakla meşguller! Bediüzzaman’ın seslendiği üç yüz sene sonrasının nesilleri henüz gelmedi; fakat Bediüzzaman, onlardan beklediği cevabı birkaç neslin gençliğinden almış bulunuyor.