Konuya cevap cer

Nurdan HUYUT-Risale Haber

     

 huyutnur210@gmail.com

     Bediüzzaman'ın   hastalıkları

     

     

     ASRIN DEHASINI AKIL HASTANESİNE GÖNDERDİLER  -  1908  İSTANBUL TOPTAŞI

 Bediüzzaman bu defa,

 Sultan  İkinci Abdulhamit'in karşısında...

 Sanki  Padişahla halk yer değiştirmiş gibi...

 Çünkü Üstad  kendinden emin, vakur ve cesaretli...

 Gelip  padişahın önüne bir ağaç gibi dikiliverdi...

 Ve sohbet  başladı ve sohbet alevlendi...

 Üstad elbette Sultan'a  gerçekleri söyleyecekti:

 “Dinde zorlama yoktur.”

 “Bir ferd  için karar vermek”

 “Ancak safhaları açık ve şeriat adaleti  içindeki mahkemelerin  hakkıdır.”

 Cümleleri ard arda geldi...

 Kararsa  hemen verildi...

 Said Nursi mahkemeye sevk edilmeliydi...

 Öyle ya!

 Halktan  biri, Padişahın karşısında,

 Hafiyelik ve jurnalcilik  müesseselerini  eleştirmişti...

 Divan-ı Harbin adı Yıldız Askeri  Mahkemesiydi...

 Hakim orada şu soruyu dile getirmişti:

 “Hangi Kürt  aşiretine mensupsun?”

 Bediüzzaman'dan karşılık şöyle  gelmişti...

 “Sen hangi Tatar aşiretine mensupsun?

 “Ben  Osmanlı'yım. Benim Kürtlüğüm,”

 “Doğduğum ve büyüdüğüm yerin  halkına verilen isim  dolayısıyladır.”

 Bediüzzaman,  Sultan Hamit yanında da aynı  şeylerden bahsetmişti...

 Bir de;  “Yıldız Sarayı'nı medrese yap” diye  fikrini beyan etmişti...

 Menfaat  derdindekiler, endişelenmişlerdi...

 O'nu önce  sürgüne yollamayı düşünmüş,

 Daha sonra bundan  vazgeçmişlerdi...

 Hemen bir plan hazır edilmişti...

 Bir Rum,  bir Ermeni, Bir Türk ve İki Musevi...

 Hepsi  doktor, hepsi güya Hipokrat yeminli...

 Bediüzzaman  hakkında sahte bir rapor beyan  etmişlerdi...

 Ne yazık  ki...

 Böylece asrın değil, belki asırların dehasını,

 Toptaşı  Akıl Hastanesine götürebilmişlerdi…

 Ne hazin  tecelli...

 Trajikomik bir hadise belki...

 O, kendini  muayeneye gelen doktora, bunu şöyle  ifade etti:

 “Ey tabip  efendi!

 “Sen dinle ben söyleyeceğim.”

 “Cinnetime  bir delil daha senin eline vereceğim.”

 “O da sual  sorulmadan cevaptır.”

 “Antika bir divanenin sözünü  dinlemeyi şüphesiz  arzu edersiniz.”

 “Muayenemi  muhakeme suretinde istiyorum.

 “Senin vicdanın da hakem olsun.”

 “Tabibe tıp  dersi vermek fuzuliliktir.”

 “Ama hastalık teşhisine yardım  edecek noktaları  anlatmak hastanın vazifesidir.”

 “Hem de  istikbal sizi yalanlamamak için elbette  dinlemeniz lazımdır.”

 Doktor  Bediüzzaman’ı şaşkınlıkla dinlerken,

 Bir yandan  da düşünmekteydi...

 Akıllıysa diğerleri...

 Peki ya  nedir şu karşımdaki?

 Bu ne yaman bir çelişki...

 Bediüzzaman  sözlerini şöyle devam ettirmişti...

 “Birincisi,  ben Şarkın dağlarında büyümüşüm.”

 “Kaba olan halimi Şarkın  terazisiyle  tartmalısınız.”

 “Hassas bir medeni İstanbul  mizaniyle  tartmamalısınız.

 “Öyle yaparsanız, İstanbul'dan  önümüze bir set  çekmiş olur,”

 “Hem de ekser hemşehrilerimi  tımarhaneye sevk  etmek gerekir.”

 “Zira Anadoluda en revaçlı  olan;”

 “Cesaret, izzeti nefis, salabeti diniye, muvafakatı  kalb ve lisandır.”

 “Medeniyette nezaket denilen  işler onlarca  dalkavukluktur.”

 Ne şaşılacak işti bu böyle?

 Hadi herkes  savunurdu kendini şöyle böyle...

 Fakat bu Zatın dilinden  dökülenler,

 İlim, irfan, şecaat doluydu...

 Hem,  koltuktaydı kelle...

 İşte sözlerine devam ediyor  yine...

 İkincisi, diyor...

 “Benim  elbisem gibi ahval ve ahlakım da insanlara  muhaliftir.”

 ““Neme  lazım başkası düşünsün” feryadı yerine ben  derim ki:”

 “Müslümanın  islamiyet cihetine manen memurum ve  sadakatle mükellefim.”

 “Millete,  din ve devlete faydalı bir şeyi  düşüneceğim.”

 Üçüncüsü:

 “Zamanın  fevkinde çok kimseler gelip geçmiştir.”

 “İnsanlar  başlangıçta onlara delilik veya abes  isnad etmiştir.”

 “Sonradan  sihir veya harikaya hamletmişler.”

 “Birinci ve  ikinci noktanın arasında olan tezat,”

 “Cinnetime  hükmeden zevatın delil ve iddialarında  olan tezada işaret ve imadır.”

 “Zira  fiilleriyle demişler:”

 “Divanedir, çünki her müşkül  soruya cevap  veriyor.”

 “Böyle delil getiren elbette  delidir.”

 Hey kendimi doktor zanneden ben!

 Ben ki şu  hastanenin tabipler başkanıyım...

 Peki ya şimdi?

 Neredeyim?  Kiminleyim?

 Neye hükmetmekteyim?

 Yine  hastalar kapımda durunca

 Akıllıyı hastadan nasıl ayırt  edebileceğim?

 Sanki şu karşımda duran zat doktor,

 Ben hasta  olmuşum, kanaatindeyim...

 Sus pus olmuş doktor...

 İç aleminde  kendiyle çatışmakta...

 Devam ediyor asrın dehasını  dinlemeye...

 Sanki hiç rastlamamış o zamana dek, akıllı bir  kimseye...

 Dördüncüsüne gelince diyor Üstad:

 “Benim gibi  sinirli bir kimsenin telaş ve hiddet  etmesi zaruridir.”

 “Bahusus  bir fikri aliyeyi yani İslami hürriyeti  onbeş sene zihninde taşıyan,”

 “Ve bilfiil  ona yakın olduğu bir zaman”

 “Yani bir inkılabı azim ile  kendini tehlikede  görse”

 “Ve temaşasından mahrum kalsa  nasıl telaş ve  hiddet etmesin?”

 “Hem de benden daha divane  zaptiye nazırıdır.”

 “Zira benden daha hiddetlidir.”

 “Hem de bu  cinneti muvakataya müptela olmayan  binde birdir.”

 “Eğer  dalkavukluk ve temelluk ve kedi gibi  yalvarmak,”

 “Menfaati  umumiyeyi menfaati şahsiyeye feda etmek,

 “Aklın  muktezasından addedilmek lazım geliyorsa,”

 “Şahid  olunuz!”

 “Ben o akıldan istifamı veriyorum.”

 “Divanelik  bence bir mertebe-i masumiyet gibidir.”

 “İftihar  ediyorum!”

 Doktorun bütün öğrendikleri, elde ettiği ilim,

 Herşey alt  üst olmuş durumdadır...

 Neye nasıl karar vereceğini  bilmezken,

 Henüz Bediüzzaman'ın sözlerini bile zihnine  oturtamamıştır...

 Fakat doktor hemen kendini toparlamalıdır...

 Şu  saatlerce karşısında konuşan kişinin hükmünü  açıklamalıdır...

 Nihayet  kararını verir...

 Fazla düşünmeye gerek de yoktur...

 Açıklanan  raporun ana cümlesi ise şudur:

 “Eğer Said Nursi'de zerre kadar  mecnunluk eseri  varsa,

 “Ben de dahil, dünyada akıllı  adam yoktur.”

 Bediüzzaman, akıl hastanesinden işte böyle  kurtulur...

 Kim akıllı, kim deli, tüm dünyaya duyurulur...!

     SAVAŞ  SIRASINDA AYAĞI  KIRILDI VE 36 SAAT SU ARKINDA BEKLEDİ - 19 ŞUBAT 1916

 Birinci  Dünya savaşında,

 Bediüzzaman’ın çektiği sıkıntılar anlatmakla  bitmez...

 Bu vatana kastettiği zannedilir...

 Sahi!  Gerçekten öyle midir?

 Tabi ki de değildir...

 Çünkü O,  Bediüzzaman’dır...

 Zamanın eşsiz güzelliğidir...

 Birinci  dünya savaşında da,

 Bu güzelliğini cümle aleme ilan  edecek işler  meydana getirmiştir...

 Bir  defasında,

 Her tarafın karla kaplı olduğu bir zamanda,

 Bir çok  talebesini şehid verdiği bir günün  akşamında,

 Zifiri  karanlık çökmüşken yeryüzüne,

 Yüksekçe bir duvardan atlamış...

 Bu esnada  ayağı kırılmış...

 O ızdırap halindeyken,

 Bir defa  bile “of” demeden,

 Soğuğun, karın, çamurun içindeki bir dehlizde,

 Otuz altı  saat birkaç talebesiyle mahsur kalmış...

 Biraz  ileride Rus askerleri...

 Fakat göremezler Üstad ve  talebelerini...

 Sonunda bir talebe Üstadının haline  dayanamaz...

 Soğuktan donmasındansa tercih eder esir edilmeyi...

 Gizlice  gidip Ruslara haber verir...

 Rus askerleri de hemen gelir...

 Üstad  askerlerle beraber kumandanın yanına  getirilir...

 Kumandan  Üstada;

 “Aşiretlere mektup yazmasını,”

 “Bütün  silahları getirtmesini,”

 “Bu şartla Anadoluyu  terkedeceklerini” salık  verir...

 Üstadın fikri daha güzeldir...

 “Asıl siz  toplayın Ermenilerin silahlarını,

 “O zaman düşünürüz  anlaşmamızı...”

 Kumandan bilemez ne yapacağını...

 Bitlis, Muş  civarında var otuz beş bin Ermeni  silahlı...

 Nasıl  mümkündür toplamak hepsinin silahını?

 İşte Üstad  buna hiddetlenir...

 Vatanını çok seven bir olduğunu  bir defa daha  gösterir:

 “Biz bunlara bu kadar hürriyet  verdik,

 “Başımıza bu felaketleri getirdiler.”

 “Çoluk,  çocuk demeden her birini kestiler”

 “Bütün  dağ-taş askerle dolsa,”

 “Deliklitaş'ı geçemezler bundan  sonra.”

 Rus kumandanı bir şey yapamaz,

 Bu hitap  karşısında...

 Mecburen sevk emri verir bir talebeyle Rusya'ya...

 Bediüzzaman  götürülür esarete,

 Kırık gönlü ve kırık ayağıyla...

     KASTAMONU’DA  AYAĞI  İNCİNDİ

 Kastamonu’nun dağları...

 Pek çetin,  pek yamaçlı...

 Üstad dağların, yükseklerin insanı...

 Nereye  gitse, hemen bulur mekanını...

 Bir gün dağda gezerken yine,

 Bir hayvan  ürküp incitir bacağını...

 Aylarca dinmez bu yaranın  ızdırabı...

 Müşkilatla ifa eder vazife-i ubudiyetini...

 Ve Risale-i  Nur hizmeti kudsiyesini.

 Bu da yetmezmiş gibi,

 Bir ara  bulup fırsatını,

 O'nu dağda zehirlerler...

 Ve bir  kenara çekilip, ölmesini beklerler...

 Bacağın  yarası,

 Zehir hastalığı,

 Gurbet  acısı,

 Yalnızlık acısı...

 Üstad  hepsini bir arada çeker...

 Fakat bu da yetmez derler...

 Bu defa  yakasına yapışır Denizli...

 Ağır hasta Üstad'ı kuşatır,  Denizli hapishanesi...

     HER DEFASINDA HAİNCE ZEHİRLENDİ...1923 -  1956

     

    

     

 Zehirlemek,  zehirlenmek...

 Zehirleyen ve zehirlenen...

 İki taraf  var bu meselede...

 Biri zalim, biri mazlum...

 İki yol var  diyor ya Üstad bu dünyada...

 Biri sağda, diğeri solda...

 Ne mutlu  ki, Bediüzzaman sağda, zalimler sol  tarafta...

 Şeytanla iş  birliği yapan beyinler,

 Artık onu ilimle, bilimle mağlup  edemezdiler...

 Bunu bildiler ve hemen harekete geçtiler...

 Said  Nursi'yi zehirleyecektiler...

 Ve ilk zehir 1923'de Ankara'da  verilir...

 Akla başka da mı var?

 Diye bir  soru gelebilir...

 Başka da var...

 Bir, iki, üç  mü?

 Dört, beş altı mı?

 Çetele  tutulamayacak kadar çoktur sayısı...

 1941, 1942,  1943 yılları...

 Şiddetli hastalıkla geçmiş üç yılın Ramazan  ayı...

 Sonra 1943 Denizli hapishanesi...

 Sonra 1948  Afyon hapishanesi...

 Üç defa olmuş burada  zehirlenişi...

 Bediüzzaman, tecridi mutlakta...

 Yani  yalnız, yani bir başına...

 Yani bir kenarda ölüp de  unutulsun diye  bırakılmış...

 Öyle ki, 41 dereceye kadar  ulaşmış ateşi...

 Ve ardından gelmiş,

 1950, 1952,  1953 yıllarında defalarca  zehirlenişi...

 Velhasılı  1923 - 1956 yılları...

 Hastalık ve zehirle geçen kahır  yılları...

 Kimi zaman soğusun diye pencere kenarına bıraktığı  suya atılmış haince,

 Kimi zaman alış veriş yapılan  bakkalla kurulmuş  plan sinsice...

 Kimi Üstad'a dost görünmüş  sırtından vurarak,

 Kimi onu kurtarmak için çırpınmış saatlerce  uğraşarak...

 İnsanlar 21 diyorlar sayısına,

 Hem üzülüp,  hem şaşırarak...

 Üstad hepsinin üstesinden gelir ama,

 Cevşen-ül  Kebir duasını okuyup Allah'a  sığınarak...

 Rahman  korumuş Üstad'ı,

 Sol göğsü altında zehir akıtan bir yol  açarak...

 Yol demişken,

 Mesele gene  yol davasına gelip dayanır...

 Üstadın dediği gibi bu dünyada  iki yol vardır...

 Soldakiler hodbin ve bedbaht...

 Sağdakiler  hudabin ve bahtiyardır...

     OPTALİDON İLACI

    

     

 Bediüzzaman  bütün bu zehirlenmeler sebebiyle,

 Optalidon isimli ilacı kullanır  uzun bir süre...

 İlacı bitince günün birinde,

 Ağabeylerden  birini çağırır,

 Yüz kuruşu ödeyip, ilacı anlatır...

 Eczaneye  giden ağabey,

 İlaç fiyatının on kuruş arttığını öğrenir...

 Bir müddet  ne yapacağını şaşırır...

 Ve sonunda cebinden ödemeye  karar verir paranın  kalanını...

 Sonra alıp Üstad'a getirir  Optalidon ilacını...

 Üstad yutmak için ağzına alır  hapı,

 Fakat gel gör ki, boğazına takılır ince bir acı...

 Çünkü Üstad  yutamamıştır hapı...

 Bunun üzerine o kardeşi yanına  çağırır...

 Sorar ilacı nasıl ve kaça aldığını...

 Öğrenince  de işin aslını...

 Hemen uzatır 10 kuruş parayı...

 Böylece  rahatlıkla yutabilir ilacını...

 Oradakilere döner ve şöyle  açıklar olanları;

 “Kardeşlerim! işte görüyorsunuz.”

 “Başkasının  malını yiyemiyorum.”

 “Boğazımdan geçmiyor...”

 Demek  Üstad'ın cismi değil,

 Ruhu bile menfaat kabul  etmiyor...

     AĞIR  BİR ZATÜRREYE  YAKALANDI - 1960

    

     

 Üstadın  vefatına yakın bir zaman...

 Yıllarca türlü hastalıklarla  yıpranmış bedeni,

 Artık daha fazla dayanmaz...

 Aziz  Üstadı, ağır bir zatürre yakalar...

 Zatürre  sebebiyle harareti oldukça artar...

 Doktor  çaresiz sekiz yüzlük bir pensilin yapar,

 Bediüzzaman,  harareti olduğu için kar yer ve  uykuya dalar...

 Nihayet bir  zaman sonra gülerek gözlerini açar...

 Zübeyir  ağabey, Tahir Barçın ve Hamza Emek'e;

 “Kardaşlarım  Risale-i Nur bu vatana hakimdir.”

 “Mason ve  komünistlerin belini kırmıştır.”

 “Biraz sıkıntı çekeceksiniz  fakat sonunda çok iyi  olacak.”

 “Biraz sıkıntı çekeceksiniz  fakat sonunda çok iyi  olacak.”

 “Biraz sıkıntı çekeceksiniz  fakat sonunda çok iyi  olacak.”

 Der ve yine uykuya dalar...

 Sabah  olunca ayağa kalkar...

 Giyinir ve namaz kılar...

 Artık  ayrılık vakti gelmiştir...

 Tüm talebeleriyle vedalaşır...

 “Allahaısmarladık.  Ben gidiyorum” der...

 Gözleri yaşlıdır...

 Bütün  talebeler de onunla birlikte ağlamaktadır...

 Çünkü Üstad:  “Gene geleceğim” dememiştir...

 Her defasında söylediği cümleyi,

 Bu defa  dile getirmemiştir...

 Demek bu son gidiştir...

 Talebeler  bunu anlamıştılar...

 Gözyaşıyla çağlamıştılar...

 Öyle ki...

 Emirdağ o  güne dek,

 Böyle acı ayrılık görmemişti...

 Hakikaten  Bediüzzaman,

 Bir daha geri dönememişti...

     

     BEDİÜZZAMAN’IN   HASTALIKLARI...

    

 Onun daima  kulunç illeti vardı...

 Romatizmaları daima sızlar...

 Çok geceler  hastalıktan uyuyamazdı...

 Hatta bir defasında altı günde  altı saat  yatamamıştı...

 Ancak altıncı gece bir buçuk  saat yatabilmişti...

 Bir Ramazanda ateşi kırk  dereceden geçmiş...

 Şiddetli hastalıktan ötürü  konuşamamıştı...

 Nazardan oldukça çekinirmiş...

 Çünkü nazar  onu çabuk etkilermiş...

 Tüm bunların yanında  hapishanelerde geçirdiği,

 O bitmek bilmez gecelerde neler  yaşadı kim bilir?

 Öyle ki soğuktan ölsün diye atıldığı  hapislerde,

 Rahman onu korumuş da...

 Bu O'nun  soğuk betonlarda,

 Günlerce ağrıyla oturduğu gerçeğini  değiştirmiyor...

 Bir de ömrü boyunca her defasında  zehirlenişi...

 İçimize batan yirmi bir ok gibi...

 Hani nerede  camı kırık, soğuk bir yer görsek,

 Anıyor muyuz  Üstad'ımızı...

 Layık mıydın Üstad'ım?

 Bunca  eziyete, zulme layık mıydın?

 Diye soruyor muyuz kendimize...

 Öyleyse  soralım bundan sonra...

 Ve “Henien leküm” diyelim her  anışımızda...

 “Helal olsun sana!”

 “Vallahi  helal olsun sana”

 Doğrusu Üstad'ım,

 Biz bu  zahmetlerin yüzde birini bile çekmezdik...

 Hem,  çekmiyoruz da...!

      

     

      Gündem - Bediüzzamanın hastalıkları -  VanAsyaNur


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst