Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın Câmiiyyetine Yaklaşımı

Nesl-i Cedid

Well-known member
Prof. Dr. Veysel Güllüce



Câmiiyyet sözün zengin ve ihâtalı olmasıdır.1 Başka bir ifadeyle az sözle çok mânâ ifade etmektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bana cevâmiu'l-kelim verildi ve benim için kelâm kısaltıldı da kısaltıldı"2 mealindeki hadîsinde ifade ettiği gibi, sözün câmi olması kısalığıyla beraber çok mânâya delâlet etmesidir. Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinde câmiiyyet söz konusu iken, Yüce Allah'ın kelâmında böyle bir özelliğin olmaması düşünülemez. Bilâkis Kur'ân hârikulâde, i'câzlı bir câmiiyyete sahiptir.

Burada Kur'ân'ın câmiiyyetine örnek olarak Kur'ân'ın en câmi âyetlerinden biri olan Tevbe Sûresi 41. âyet i zikredebiliriz: "Hafîf ve ağır olarak savaşa çıkınız. Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan budur." (Tevbe, 41) Bu âyetteki "hafif ve ağır olarak/ hifâfen ve sıkâlen" kelimeleri câmi kelimeler olduğundan bu kelimelerin tefsirinde çok çeşitli mânâlar zikredilmiştir. Burada tespit ettiklerimizi sıralayacağız:

Genç ve yaşlı olarak (Hasan-ı Basrî, İkrime, Mücâhid),
Kolay ve zor şartlarda, (Ebû Sâlih),
Fakir ve zengin olarak (Ebû Sâlih),
Zayıf ve şişman olarak,3
Meşgul ve gayrımeşgul hâldeyken (Hakem),
İstekli ve isteksiz olarak (İbn Abbas, Katâde),
Süvari ve piyade olarak (Ebû Amr, Evzâî),
Sanat sahibi ve sanatsız olarak (İbnu Zeyd),
Evli ve bekâr olarak (Yemân b. Riyâb)
Çocuklu ve çocuksuz (Zeyd b. Elsem),
Sıhhatli ve sıhhatsiz (Cuveybir),
Hafif ve ağır deve ile (Ali b. İsâ, Taberî)
Hafif ve ağır silâhlı olarak (Sa'lebî)
İtaate istekli, muhalefeti ağır görerek,
Mubarezeye istekli, sabır için ağırlığını koyarak.4

Meydânî, âyetin mânâsının küllî (genel) olmasıyla beraber, tefsirlerinin bu küllî mânânın örnekleri veya tatbikatı nevinden cüz'î olabildiklerine dâir bu âyeti misâl olarak zikretmiş, mânâsına dâir dokuz madde sıraladıktan sonra, "Lâfız, küllî delâletiyle bu tefsirlerin tamamına muhtemel olduğu müddetçe bir veya birkaç mânâya tahsis etmeye sebep yoktur. Doğru olan, "ağır" ve "hafif" lâfızlarıyla uygunluk arz eden bütün mânâlara hamletmektir." diyerek bu yorumlara sıcak baktığını dile getirmiştir.5

Bu konuda diğer bir örnek de şu âyettir: "Görmediniz mi, Allah göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş ve sizi zâhirî ve bâtınî nimetlerine garketmiştir…" (Lokman, 20) âyetindeki "zâhir" ve "bâtın" kelimeleri de câmi ifadeler olup pek çok mânâyı tazammun etmektedir. Bu kelimelere şu mânâların verildiğini görüyoruz:

Zâhirî nimet İslâm, bâtınî ise, Allah'ın setrettiği günahlardır (Mükâtil).
Zâhirî, lisanda, bâtınî ise kalbdeki nimetlerdir (Mücâhid, Veki').
Zâhirî, Allah'ın insanlara verdiği giyecekler, bâtınî nimetler ise ev eşyalarıdır (Nakkâş).
Zâhirî, çocuk; bâtınî nimet ise cimâ'dır.
Zâhirî, kişinin kendisinde, bâtınî ise kendisinden sonra gelen çoluk-çocuğunda görünen nimetlerdir.
Zâhirî, gelip geçen, bâtinî ise, gelecek olan nimetlerdir.
Zâhirî, dünyadakiler, bâtınî ise âhiretteki ni*metlerdir.
Zâhirî, bedenî, bâtınî ise dinî nimetlerdir.6
Zâhirî güzel ses, hoş endam, azaların sağlam ve düzgün olması, bâtınî ise; marifetullahtır (Dahhâk).7

Bediüzzaman ve Kur'ân'ın Câmiiyyeti
Bediüzzaman, başka mevzularla alâkalı âyet*ler*de olduğu gibi, kâinattaki varlıklarla alâkalı âyetlere de -Kur'ân'ın i'câz vecihlerinden biri olarak kabul ettiği- câmiiyyeti açısından bakmış, bu nevi âyetleri câmi birer ifade olarak ele alıp tefsir etmiştir. Bu bakış açısı Bediüzzaman'ın Kur'ân tefsirinde -bilhassa kevnî âyetleri tefsirinde- bariz bir şekilde göze çarpmaktadır ve bizce orijinal bir bakış açısıdır.

Bediüzzaman bu konuda özetle şunları söyler:
"Her bir âyetin zâhiri ve bâtını, haddi ve muttalaı vardır…" mealindeki hadîsin işaret ettiği gibi, Kur'ân lafızları öyle bir tarzda vaz' edilmiştir ki, her bir kelâmın, hattâ her bir kelimenin, hattâ her bir harfin8, hattâ bazen bir sükûnun çok vecihleri bulunabiliyor. Her bir muhatabına ayrı bir kapıdan hissesini verir. Kur'ân bu özelliğiyle, bu kâinatın Yüce Yaratıcı'sının kelâmı olarak farklı mertebelerdeki insanlara, anlayış, zekâ ve kabiliyetçe farklı muhataplara feyzini dağıtıp, nurunu saçmaktadır. Kur'ân, ayrı asırlar, dönemler üzerinde yaşamış insanlara bu kadar bol bir şekilde mânâlarını saçmış olduğu hâlde, tazeliğini, gençliğini zerre kadar zâyi etmeyerek, gayet kolay bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, herkese anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle anlayışları çeşitli, dereceleri farklı pek çok tabakalara dahi ders verip iknâ eder. Nasıl ki "el-hamdulillah" gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle eğitir, tatmin eder. Zîrâ Kur'ân ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hepsi için imanî ilimleri ders verir, ispat eder. Avamın en ümmîsi havâssın en ileride olanıyla omuz omuza, diz dize verip beraber Kur'ân dersini dinleyip istifade ederler. Kur'ân-ı Kerîm öyle bir semavî sofradır ki, binler muhtelif tabakada olan fikir, akıl, kalb ve ruhlar o sofrada gıdâlarını buluyorlar, arzuları yerine geliyor. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır.9

Bediüzzaman, Kur'ân'ın câmiiyetini şu başlıklar hâlinde ele almaktadır: a. Lâfzındaki camiiyyeti, b. Mânâsındaki camiiyyeti, c. İlmindeki camiiyyeti, d. Mebâhisindeki camiiyyeti, e. Üslûp ve îcâzındaki camiiyyeti.10

Bediüzzaman, Kur'ân'ın câmiiyyetiyle alâkalı çeşitli misâller de zikreder. İlmî tefsire konu olmuş birtakım âyetlere Kur'ân'ın câmiiyyeti açısından yaklaşarak bu nevi âyetlerin taşımış olduğu mânâ zenginliğini gözler önüne serer.

Burada Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın lafzındaki câmiiyyete örnek olarak zikrettiği âyetlere temas ederek âyetleri Kur'ân'ın câmiiyyeti açısından nasıl ele aldığına bakacağız:

1. وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا "Dağları da yeryüzüne kazık yaptık" (Nebe', 7) âyeti, câmiiyyeti açısından çeşitli insanlara göre şu şekillerde anlaşılabilir:

a. Bir mümin, bu âyetin irşadıyla zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağlardaki faydaları ve nimetleri düşünerek Yaratıcı'sına şükreder.

b. Bir şâir ise bu âyeti okuyunca şunları hisseder: Yeryüzü bir taban; gök kubbesi, üstünde konulmuş lâmbalarla süslenmiş muhteşem bir mavi çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın eteklerinde görünen dağlar ise o çadırın kazıkları gibidir.

c. Bedevî bir edip ise bu âyeti okuyunca, yeryüzünü bir çöl, dağ silsilelerini pek çok ve çeşitli bedevî çadırları gibi, güyâ toprak tabakası yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o toprak perdesini yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pek çok çeşitli mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder.

d. Bu âyeti okuyan bir coğrafyacı ise, Dünya'yı uzayda yüzen bir gemi veya denizaltı ve dağları o gemi üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder.

e. Bu âyet üzerinde tefekkür eden bir sosyolog ise görür ki, yeryüzünün imarının direği beşerdir. Beşer hayatının direği dahi, hayat kaynakları olan su, toprak ve havanın istifadeye layık bir surette muhafazasıdır. Bunu sağlayan ise dağlardır. Zîrâ dağlar su mahzenleri olduğu gibi, rutubeti cezbetme özellikleriyle havayı tarayıp temizlerler. Sıcak ve soğuğu dengeledikleri gibi, havaya karışan zararlı gazları çökelterek havanın tasfiyesine sebep olurlar, keza toprağı da çamurluk, bataklık ve denizin istilâsından muhafaza ederler.

f. Bir tabiat bilimci ise bu âyetten şunları anlar: Küre-i arzın karnındaki bazı inkılâp ve imtizaçların neticesinde meydana gelen zelzele ve sarsıntılar dağların zuhuruyla sükûnet bulur. Yeryüzünün hiddet ve gazabı, dağların menfezleriyle teneffüs etmekle sakinleşir.11

Yukarıdaki anlayışların her birinin bu câmi âyetin mânâ yelpazesi içinde bir yeri olduğunu düşünebiliriz. Çünkü bu anlayışlar âyetin lâfızlarına uygun, belâgatçe hoş karşılanabilecek mânâlardır.

2. أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا "Gökler ve yer bitişikken onları ayırdık…" (Enbiya, 30) âyetindeki "ratk" ve "fetk" kelimelerinden doğan câmiiyyettir.

a. Bu âyetteki "ratkan/ bitişikken" kelimesi, bir âlime, -İbn Abbas'ın anlayıp açıkladığı mânâda- şöyle ifhâm eder ki: Gökyüzü berrak, bulutsuz; yeryüzü kuru ve hayatsız, nebatata gayrıkâbil bir hâlde iken; göğü yağmurla, yeri bitkilerle açıp, bir nevi izdivaç ve aşılama sûretinde bütün canlıları o sudan yaratmak öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in işidir ki; yeryüzü O'nun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar O'nun bostanında bir süngerdir.

b. Bir bilim adamı ise anlar ki: Kâinâtın yaratılışının ilk hâlinde semâ ve arz şekilsiz birer küme, toplu birer madde iken, Cenab-ı Hak, onları açıp yaymak suretiyle ayırarak güzel bir şekil, menfaatli birer sûret vermiştir.

c. Başka bir bilim adamı ise bu kelimeden anlar ki: Güneş Sistemini teşkil eden Dünya ve diğer gezegenler başlangıçta Güneş'e bitişik açılmamış bir hamur şeklinde iken, Yüce Allah, o hamuru açıp gezegenleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş'i orada bırakıp yeri buraya getirerek, yeryüzüne toprak sererek, sema cânibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek Dünya'yı şenlendirip, bizleri içine koymuştur.12

Kur'ân'ın câmiiyyeti açısından bakıldığında bu âyetin yukarıdaki mânâlara -bir kısmına işâret yoluyla da olsa- delâlet ettiğini düşünebiliriz. Çünkü bu âyet gerçekten geniş tefsir ve izahları gerektiren önemli bir âyettir.

Kur'ân'ın câmiiyyetini nazara almayan bazı âlimler ise, bu mânâlardan sadece birini tercih ederek başkalarını eleştirmiş, doğru bulmamışlardır. Meselâ, Kevâkibî, Arz'ın ve diğer gezegenlerin Güneş Sistemi'nden ayrıldığı bilgisini, bu âyetle irtibatlandırarak üçüncü mânâya meylederken; bu âyetin ilmî i'câz'ın en enteresan misâllerinden olduğunu belirten Ğamravî ise, ikinci mânâyı tercih ederek şu izahta bulunur: Çünkü bu âyet, astronomi bilginlerinin kâinatın başlangıçta –henüz yıldız ve galaksiler teşekkül etmeden önce- bir tek kitle olduğunu, daha sonraları parçalara ayrılmak suretiyle peyderpey oluştuğunu keşfetmelerinden çok önce bu gerçeği haber vermiştir. Ayette semâvât ifadesi çoğul olup bütün gökleri, kâinatı içine alan bir ifadedir. Dolayısıyla bu âyet, henüz göklerin ve yerin bir arada bulundukları kâinâtın ilk hâlini ifade etmektedir.

Ğamravî, bu âyet hakkındaki izahından sonra, ilmî tefsire karşı çıkarak Kur'ân'daki kevnî âyetlerden ancak nüzul dönemindeki Arapların anladığı mânâyı anlamamız gerektiğini söyleyenlerin bu âyetin izahına dâir "Sema yağmur yağdırmıyor, arz da bitki vermiyor surette ratk iken, semayı yağmurla arzı da bitkilerle açtı." ifadelere sığınmak zorunda kaldıklarını belirtir, şöyle devam eder: Hâlbuki Kur'ân bütün beşere hitap etmektedir. Onun âyetlerini her asırdaki insanlar bilgileri nispetinde anlar. Böylece her asırda ilmî i'câz tazelenir. Onların kabullendikleri tefsir sadece bulutlarla donanmış sema için söz konusudur. Oysa âyette semavât ifadesi geçmektedir.13

Böylece, âyetlerin câmiiyyetini nazara alanlar, uygun olan bütün mânâların muhtemel olduğuna işâret ederken, meseleye Kur'ân'ın câmiiyyeti açısından bakmayanlar ise, sadece bir mânâyı –eski görüşü veya yeni yorumu/ kendi kanaatini- tercih etmiş, diğerlerini tenkit etmişlerdir. Bazıları ise, bu konuda ihtiyatlı veya şüpheci davranmayı tercih ederek bu tür yorumlara girmekten kaçınmıştır.

3. وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا "Güneş de karar kılacağı bir yöne doğru akıp gider." (Yâ-sîn, 38) âyetindeki lâm harfi ve mustakar kelimesinden doğan câmiiyyetir.
"Ve'ş-şemsu tecrî li-mustakarrin le-hâ"daki lâm; hem kendi mânâsını (için), hem fî (içinde) mânâsını, hem ilâ (-e, -a doğru) mânâsını ifade eder.

a. Halk o lâm'ı "ilâ" mânâsında görüp anlar ki, "Size nispeten ışık verici, ısındırıcı, hareketli bir lâmba olan güneşin, elbette bir gün seyri bitecek, karar yerine yetişecek, size faydası dokunmayacak bir sûret alacaktır."

b. Bir âlim de lâm'ı "ilâ" mânâsında düşünerek; Güneş'i yalnız bir lâmba değil, bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbânî mensucâtın bir mekiği, gece-gündüz sayfalarında yazılan Samedânî mektupların mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde tasavvur eder.

c. Bir astronomi bilgini de lâm'ı "fî" manasında değerlendirerek anlar ki: Güneş, kendi merkezinde ve yörüngesi üzerinde zemberek gibi bir cereyan ile, sistemindekileri Allah'ın emri ile tanzim edip hareket ettirir.

d. Dikkatli ve hikmet sahibi bir âlim de, şu lâm'ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tasavvur edip anlar ki: Sâni-i Hakîm, işlerine zâhirî sebepleri perde ettiğinden, evrensel çekim kanunu adındaki kanunuyla, sapan taşları gibi, gezegenleri Güneş'le bağlamış ve o çekim ile farklı, fakat muntazam hareketle o gezegenleri hikmetle döndürüyor ve o çekimi doğurmak için Güneş'in kendi merkezindeki hareketini zâhirî bir sebep etmiş. Demek, "li-mustakarrin"in mânâsı, "fi-mus*takarrin lehâ li'stikrari manzûmetihâ" yani "kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor" demektir. Çünkü İlâhî bir kanun olarak hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi doğurur.

e. Şâirâne bir fikir sahibinin aklına şu lâm'dan ve istikrardan şöyle bir mânâ gelir ki: Güneş nurânî bir ağaç, gezegenler ise onun hareketli meyveleridir. Ağaçların aksine olarak, Güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar.

f. Şair ruhlu, hüşyâr kalb sahibi birisi ise şu lâm'dan ve istikrardan şöyle hayal edebilir ki, güneş meczup bir ser-zakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikir eder ve ettirir.
Evet, Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.

Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczupları.14

4. اَللهُ الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَمِنَ الْأَرْضِ مِثْلَهُنَّ "O Allah ki, yedi semayı arzdan da onların mislini yarattı." (Talâk, 12) âyetine de Kur'ân'ın câmiiyyeti açısından yaklaşan Bediüzzaman, "arzın da yedi sema gibi yaratıldığını" yedi iklim, yedi kıt'a, arzın merkezinden kabuğuna kadar olan yedi tabakası, yedi ayrı küre-i arz gibi izahlarla açıklamıştır.15

Burada Kur'ân'ın câmiiyyeti konusunda yöneltilebilecek "Eğer desen: Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'ân onları irâde etmiş ve işaret ediyor?" şeklinde bir soruya Bediüzzaman'ın verdiği cevapla bu önemli konuyu tamamlamak istiyoruz:

Mâdem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem çeşitli tabakalar hâlinde asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün insanlara hitap ediyor, ders veriyor. Elbette çeşitli anlayış seviyelerine göre müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine dair emâreleri olacaktır… Arapçaya uygun, dinî prensipler açısından hak olmak şartıyla, belâgatçe makbul ve güzel karşılanan bütün vecihler ve mânâlar, çeşitli İslâmî ilimlere mensup âlimlerin icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur'ân'ın mânâlarındandır. O mânâlara derecelerine göre birer emare vazetmiştir; bu emare ya lâfzîdir, ya da mânevîdir. Mânâyla alâkalı olanı, ya siyâk veya sibâk-ı kelâmdan çıkar veya başka âyette o mânâya işaret eden bir emare bulunur. Muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur'ân'ın câmiiyyet ve lâfzındaki harikaların açık delilleridir.16

* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
vgulluce@yeniumit.com.tr

http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/bediuzzamanin-kuranin-camiyyetine-yaklasimi-nisan-2012
 
Üst