Bekir Berk abi

nur-uhafi

Member
BEKIR BERK

17564.jpg



Bir çantası vardı…
Bir de davası…
Bir de anası…

Rüyasında gördüğü nurani bir zatın “Niye ağlıyorsun?” sorusuna oğlu küçük Bekir Berk'i göstererek “Bunun İslam fedaisi olmasını istiyorum.” diye cevap veren asil bir ana…
Bir gün Ayasofya'yı tahta perdelerle kapatılmış görünce ağlayan ve oğlunun “Ağlama onu ben açacağım” diye söz verdiği, gönlü mabetlere bağlı bir ana.

Demir parmaklarının arkasına düştüğünde;
“Sevgili oğlum Bekir!
Gözlerinden öper, Allah'tan uzun ömürler dilerim.
Namaz kılarken götürmüşler, diye duyunca bilsen ne kadar sevindim. Zira ben seni bu ruhla büyütmüştüm.” diyen yüce ruhlu bir ana.

Bir çantası vardı…
Bir anası…
Bir de davası …

Dolanırdı Anadolu yollarını bir mecnun gibi.
Gecenin en karanlığında çakan bir şimşek gibi parlardı umutsuzluğun çöktüğü mahkeme meydanlarında.

Kurtların ulumasından başka seslerin duyulmadığı karlı dağlarda kükremeyi severdi.
O kükrediğinde bütün kurtlar susar onu dinlerdi. Sonra bir bir sıvışıp giderlerdi.
Karlı dağları velveleye verirdi sesi.
Elinde çantası düşerdi yollara…
Sırtında cübbesi, çantasında kefeni girerdi salonlara…
Onu görünce gözleri parlardı mazlumların.
Suları çekilmeye yüz tutmuş umut pınarları yeniden coşardı.

Bir gün demir parmaklıkların arkasındaki bir avuç kahramanın savunmasını yapmak için Ankara'ya gittiğinde ; “Sen bizi değil, İslam davasını savun.” sözleri beyninde şimşekler çakmasına vesile olur. Sanıkların okudukları için tutuklandığı Nur Risalelerini baştan sona okur.

Işığın göründüğü ufka doğru bir yolculuk başlar.
Yazarının resmine vurulur.
“Ben böyle bir resim görmedim. Öyle şehâmetli, öyle cesaretli, öyle boyun eğmeyen bir resim ki ben o resme vuruldum” der.
Ziyaretine gider.
Altına koydukları iskemleyi iterek Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin önünde diz çöker oturur.
“Kardeşim biz istihdam olunuyoruz”
Bu sözlerde; temiz yürekli bir Anadolu insanın yürek atışını duyar.
Artık o bir avukat değil, mazlumların sesi soluğudur.

Çemberlitaş'ta bir yazıhane…
1965'li yıllar…
Aynı anda süren 250 ayrı dava…
Mütevazı yazıhanenin duvarında bir harita…
Haritanın üzerinde rengarenk raptiyeler…
Kırmızılar yeni açılan davalar…
Sarılar süren davalar….
Yeşiller beratla bitenler…
Türkiye haritasına batırılmış raptiyelerin hemen hepsi o günlerde kırmızı ve sarıydı;
Anadolu'nun kalbine saplanmış oklar gibi…

Artık o hep yollardadır. Uykusuz geçen geceler, peynir ekmekle geçiştirilen öğünler, birkaç kişiden güçlükle tedarik edilen paralarla o günlerde en ucuz otobüs firması olan Gazanfer Bilge' den alınan biletler.
Milletin manevi akülerinin boşaltıldığı yıllar.
Düz bir çizgi çizenlerin bile elif yazdın diye tutuklandığı, kışla baharın en amansız meydan muharebelerinin yaşandığı yıllar.

Artık o tam bir Anadolu alperenidir.
1965'in yol koşulları…Üstünde keçilerin bağlı bulunduğu otobüslerde sabaha kadar meleme sesiyle yapılan yolculuklar…
Otobüs koltuklarında diz üstünde daktilo ile yazılan müdafaalar…
Ne yolları kapayan çığlar ne arabaların tekerlerine sarılıp bırakmayan çamurlar ne coşkun akan ırmaklar ne de geçit vermeyen dağlar durdurabildi onu.
Dağlar ne kadar yüksek olursa olsun üzerinden geçen bir yol vardır, derler ya işte o zirvelerin üzerinden geçen rüzgar kokulu yolcusuydu.
Delik ayakkabılar, ıslak çoraplar, ohlanarak ısıtılan ayaklarla aşardı dağları…

Onun bir çantası vardı…
Bir davası…
Bir de anası…

Annesi “Oğlum ne zaman döneceksin?” diye sorduğunda, annesine;
“Sahabelere anneleri; 'Oğlum dönüşün ne zaman' diye sorduklarında;'Anneciğim! İnşaallah Ahiret'te hep birlikte olacağız' diye cevap verirlermiş.”derdi.
“Bir vazife var, öyleyse hemen şimdi derhal” diyen adamdır o.
Dur durak nedir bilmez..
Sanıkların kim olduğunu bile bilmez.
Düşer yollara.
O koşar, yollar övünür.

Bir gün Amasya'da bir orta okul talebesi olan Halit Yolcu'yu savunmaya gider.
Halit yoksul bir ailenin çocuğudur. Anne-babası korkularından ve yoksulluklarından çocuklarını ziyaret bile edememişlerdir.

Duruşma salonuna getirildiğinde Halit'in perişan hali karşısında Bekir Berk'in gözleri dolar.
Halit'in üzerinde kısa bir pantolon, ayaklarında lastik ayakkabılar vardır.
Günlerdir su yüzü görmediği her halinden bellidir.
Pek perişandır.
Duruşma beratla biter.
Halit'e ayakkabı ve elbise alır ve köyüne kadar götürür. Annesi karşısında görünce oğluna öyle bir sarılır ki o an görülmeğe değerdir.
Bekir Berk'in bütün yorgunluğu gitmiştir. Küçük Halit'e;
“Sen mutlaka okuyup büyük adam olmalısın” der.
Halit okur ve öğretmen olur.

Onun bir çantası vardır…
Bir davası…
Bir de yanından ayırmadığı ilaç torbası…

Daha evvel geçirdiği akciğer rahatsızlığı dolaysıyla kendisine yolculuğu yasak eden doktoruna;
“Doktor Bey! Yatakta ölmektense müminlerin yardımına koşarken ölmeyi tercih ederim.”der.
Kan kusarak düşer Anadolu yollarına.

Umutsuzluk nedir hiç bilmez…
Umutsuzluğun bir gece gibi çöktüğü o en kötü günlerde bir umut feneri gibi parlar.
O alnından öpülen insandır.
Rüyasında, Rasulullah (sav) tarafından sırtına zırh, başına miğfer konularak ne yapması gerektiği kendisine söylenen adamdır. .

Onun bir davası vardı…
Bir de elinde çantası…
Çantanın içersinde müdafaa dosyaları vardı.
Bir de kefeni…

Mehmet Kırkıncı ve Osman Demirci'ye biçtirdiği ve zemzemle yıkadığı kefeni.
Dünya ile köprüleri attığının göstergesi kefeni…
İkbal ve servete giden yolları perdeleyen kefeni…
Horasan erlerinin, Anadolu'yu ve Rumeli'yi fetheden alperenlerin, kefenleriyle gazaya çıktıklarını biliyordu.
O da mahkeme meydanlarına kefeniyle giriyordu.

Güzeldi…
Heybetliydi…
İyi giyinirdi…
Davalara abdestsiz girmezdi.

Türk hukuk ve savunma tarihinde onun ayrı bir yeri vardı.
Zülfikar kadar keskin ifadeleriyle ve savunmada stratejik zekasıyla, hedefine bir şahin gibi yönelmesiyle muhataplarını şaşkına döndürürdü.
Korku barındırmazdı bağrında.
Tehditler alırdı. Bölgemize gelirsen canınla ödersin, derlerdi.
Hiç birini umursamazdı.

Bir gün Ankara'da temyiz mahkemesine katılır.
Salonda manzara müthiştir. Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs İhtilali'nin karanlık yüzlü adamları çöreklenmiştir.
Bekir Berk'i Yassı Ada'dan tanıyorlardır.
Egeseller, Başollar oradadır.
Kin ve nefret dolu gözlerle süzerler onu.
Sık sık ellerini masaya vurur ve de dinlemez gibi görünürler.
Bekir Berk, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunmasını yapar ve elindeki bütün belgeleri mahkemeye tek tek sunar.
Ve zabta geçirilmesini ister.
Egesel, iyice kızmıştır.
“Neye güveniyorsun Bekir Berk” diye kükrer.
Bekir Berk, yardımcısı Hamdi Sağlamer'e, “ver şu çantayı” der.
Herkes yeni bir belge sunacağını düşünürken, bembeyaz bir kumaşı çıkarır ve masanın ortasına fırlatır.
Yanından hiç ayırmadığı kefenidir. Adamların gözleri fal taşı gibi açılır. Elleri titremeye başlar.
“İşte buna güveniyorum,” diye kükrer.

Fransız ihtilalindeki Berriyar gibi; “Ben size iki şey sunuyorum. Hakikatı ve kafamı. Birinciyi dinledikten sonra ikincisi hakkında dilediğiniz kararı verebilirsiniz.” diyecek kadar korkusuzdur.

Çünkü onun bütün dünyasını sığdırdığı bir çantası vardı…
Bir asil anası…
Bir de davası…
O kadar…

:012:
 

Sergerdan

Well-known member
bekir_berk.jpg


Şelâleden su içmek!

Farkındayım. Şu anda yapmaya çalıştığım işin, yukarıda sözünü ettiğim hareketten pek bir farkı yok.

Ama ben yine de yapmak istiyorum.

Çünkü, hayatının her anını şelâleler kadar güzel ve coşkun kükreyişler içinde yaşayan ve gittiği her yerde insanı heyecan anaforu içine alıp peşi sıra başka dünyalara götüren bir berk-i hâtıfla karşı karşıyayım.

Ve onu anlamaya, daha önemlisi anlatmaya çalışıyorum.

Onu, yani Bekir Berk’i.

Bütün büyük insanlar gibi onu da anlamak zor. Anlatmaksa, çok daha zor.

Ben bu zorluğu göze alıyor, onu tam olarak anlayıp anlatamasam da, bu vesile ile hatırlatabileceğimi ümit ediyorum.

***

Yıl, 1926. Tağutların zuhur edip taunların tahribata başladığı zamanlar.

Bu şimşek, berk-asâ ahvâliyle ilk defa Ordu’nun Delikkaya köyünde çaktığında, ailesini sevince boğarken, gelişini bütün köye duyurmuştu.

Ordu, Balıkesir, İstanbul arasında, şule-i berkiye parlaklığıyla geçen hareketli çocukluk, gençlik yıllarında, hep doğduğu zamanlarda ortaya çıkıp zihinleri işgal, idrakleri iğfal eden tağutlara karşı duruşunu güçlendirdi.

Başarılı talebelik yıllarının ardından, genç bir avukat olarak hayata atıldığında, yanında ve karşısında onlarca dernek, binlerce genç vardı. Gittikçe hareketlenen ve genişleyen bu içtimaî zemin, onun hayatında soyadının ikinci mânâsının da tecelli etmesine vesile oldu.

Artık o, inatçı tağutlara karşı olabildiğince katı ve sert tavırlar takınırken, mümin kardeşlerine müşfik sinesinde yer verir, onları bir yaprak rikkatiyle sararak gelebilecek her türlü tehlikeden korumaya çalışırdı.

En bariz husûsiyeti, imanından güç alması ve kendine güvenmesiydi. Her zaman metin ve sağlam durur, müteheyyic ve mütehayyir hareket ederdi. Kendini hep başarılı olmaya şartlandırır, çalışmalarını ona göre yapardı.

Mağlubiyeti ihtimal olarak bile aklına getirmez, yenilgiyi kabul etmezdi. Hasbelkader yaşarsa, o takdirde asla ümitsizliğe düşmez, öyle hadiseleri azmine bileği yapar, kararlılığının saykalı sayardı.

Belki de bu yüzden, önünde pek çok imkân ve ihtimal olduğu, teşvik de gördüğü halde, mücadele vasıtası olarak silâhı değil, hitabı seçti. Zîrâ ses tonu, vurgu ve ahenk gibi hitabet unsurlarıyla güçlendirerek kullandığı her kelime, muhatabı üzerinde silâhtan daha büyük tesir bırakırdı.

Genellikle mukaddes bildiği değerlere bir saldırı vuku bulduğu zaman sesini sertleştirir, sözünü sakınmaz, gözünü budaktan esirgemezdi. Onun için dine, vatana, millete dost olanları dost edinir, düşmanlık yapanları düşman bilir ve mukabele ederdi.

Bu yüzden yaptığı her hareket, söylediği her söz, yazdığı her yazı dostlarının hislerini şimşek letâfetiyle okşayıp aydınlatırken, düşmanlarının üzerine yıldırım gibi düşer ve yakıp, yıkıp parçalardı.

***

Hitabet gücünü, bu mânâda ilk defa İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yıldönümünü kutlama hazırlıkları sırasında kullandı ve çıkardıkları dergide Fatih’e hakarete cüret eden Kemâlistlere heyecanlı bir gürleyişle karşılık verdi:

‘Kemâlist, haddini bil ve ağzını topla!..’

Bir taarruz hamaseti ve hassasiyetiyle yaptığı bu kelime bombardımanıyla Kemâlistlerin sivri dillerini boğazlarına tıkarken, zamanın tescilli komünistleri ile birlikte hareket ederek ‘İnsan Haklarını Koruma Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Mareşal Fevzi Çakmak’ı da aynı üslûpla ikaz etti:

‘Mareşal, dikkat et!.. Size bulaşacak kızıl leke, şanlı üniformanızı süsleyen şehit kanı kırmızısını öldürür.’

Taarruzu da, ikazı da müessirdi Bekir Berk’in. Lâkin tavsiyede bulunmak gerektiği veya yol göstermek icap ettiği hallerde ses tonu yumuşar, vurgusu değişir, mânâsı müşfik bir zenginlik kazanırdı.

İstanbul’un Fethinin Beş Yüzüncü yılı münasebetiyle Menderes’e yazdığı ve ‘Millî irade ile iktidara gelenler, millî iradenin icaplarını yerine getirmekle mükelleftirler’ ifadeleriyle başlayıp ‘Ayasofya’yı müze haline getiren vekiller heyeti kararını kaldırarak kendi kendinizi inkâr yolunda olmadığınızı gösteriniz’ şeklinde devam eden uzun mektubu buna mümasil misallerle doludur.

Bekir Berk’in makul tavrı, yeri geldiğinde hitabının volkan kadar yakıcı, yıldırım gibi çarpıcı bir tesir gücü kazanmasına mani olmazdı. O heyecan seline kapıldığı zaman ağzından çıkan kelimeler ayrı bir hamaset mânâsı kazanır, tesir gücüne sahip olur ve sözü hedefini can evinden vururdu.

Bunun örnekleri daha önce defalarca yaşanmış, Allah inancı, memleket sevgisi ve millete hizmet heyecanının hararetiyle lavlaşan ifadelerinden, bu değerlere düşman olanlar defalarca paylarına düşeni almışlardı:

‘Anarşistler, komünistler!.. Boşuna sevinmeyiniz. Burası Müslüman Türkiye. Burada komünizme yönelen her hareket iflâsa mahkûmdur...’

Bu gibi sözlerle, tavırlarla güç kazanıp intişar eden heyecanlı halleri ona her gittiği yerde ve girdiği cemiyette muteber bir yer kazandırsa da, o bu hallerden pek memnun olmazdı.

Çünkü, henüz sükûnet içinde akarak gittiği yere hayat götüreceği fıtrî mecraını bulmuş değildi.

***
 
Üst