RİSALE-İ NUR AVUKATLARI
Bekir Berk
Av. Bekir Berk
1960 yılları sırasında bütün Anadolu'da “Nurcular” ın davaları devam ediyordu. Bu davaları takip edip, sanıkları savunan birkaç avukat vardı. Her avukat bu davalara girmek istemiyordu. Girmek isteyenlerin de, ilk defa karşısına çıkan bu davanın bitirilmesi için çok çalışması gerekiyordu. Bu sebeple, davaların hukuki yönünü iyi incelemiş, mevzuata bihakkın vakıf avukatlar, başka davalar girmiyorlar, bütün Türkiye’deki bu davaların müdafii olarak çalışıyorlardı.
Av.Bekir Berk
Nur davalarına giren Avukatların başında Bediüzzaman Said Nursi’nin avukatlığını da yapmış olan İstanbul Barosundan Avukat Bekir Berk geliyordu. Ayrıca, Isparta Barosundan Hüsamettin Akmumcu, Antalya Barosundan Gültekin Sarıgül, İzmir’de Necdet Doğanata vardı. Daha sonra Hakimlikten emekli Av. Suudi Reşat Saruhan da (Rize eski Milletvekili) davalara girmeye başladı.
Av. Suudi Reşat Saruhan
Bekir Berk bu davalardan sonra artık NUR AVUKATI olarak Anadolu’daki bütün davalarda müdafi olarak hazır bulundu. Kar, kış, yağmur, çamur O’nu hakkı savunmadan alıkoyamadı. Bazen uçakla, bazen otobüsle bazen da at arabası ile binlerce kilometre yolu aşarak, yüzlerce davaya girdi. Nurcular aleyhine açılmış bir davada, Avukat Bekir Berk bulunmasın mümkün değildi. Türkiye’deki savcı ve hakimlerin büyük kısmı kendisini bu davalarda tanıdılar.
Bekir Bey ve diğer avukatlar Risale-i Nur Talebelerinin davaları dışında, diğer dini cemaat mensublarının davalarına da giriyorlardı. Mesela Süleymancıların, tarikat mensuplarının davaları da arada bir çıkıyordu.
AVUKAT HÜSAMETTİN AKMUMCU
O müdafaalarını yaparken, aynı zamanda Nur Risalelerini ve Bediüzzaman’ı da anlatıyor, tanıtıyordu. Gittiği her şehirde dava öncesi veya sonrası, Mülki ve adli erkândan birileri muhakkak O’nunla görüşür, Nur Talebeleri konusunda menfi-müspet tartışırlardı. Gittiği yerlerde mutlaka ileri gelenleri ziyaret eder, güler yüzüyle onlara bir şeyler anlatmaya çalışırdı.
Bekir Berk, Milliyetçiler Derneği Başkanı olarak popüler bir Gençlik lideri idi. Birçok sosyal aktivitede lider olarak bulunuyordu. 1958 yılında Bediüzzaman’la tanışarak, O’nun avukatlığını üstlendi. Afyon Mahkemesinde yaptığı müdafaa, hukuk tarihine altın harflerle yazılacak kıymettedir. O’nun Bediüzzaman’la görüşmesini, Mustafa Sungur ağabey şöyle anlatıyor:
Bekir Berk’in Bediüzzaman’la görüşmesini, Mustafa Sungur şöyle anlatıyor:
“Bekir Berk Bey gelmişti. Allah rahmet eylesin. Üstad üç defa ‘Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı’ diye tekrarladı. Sonra da ‘Kardeşim Bekir’ dedi ‘sende üç cihet var. Bir, Nur talebesi, bir de vekilimsin. Bir cihet daha var, onu şimdi söylemeyeceğim’ demişti.”
Av.Gültekin Sarıgül-Abidin Kavurmacı-Muzaffer Deligöz
Bu avukatlar mahkemelere “emsal” kararlarla, “Yargıtay kararları”nın suretlerini veriyorlardı. Ayrıca, Diyanet İşleri Müşavere Kurulu ile İlahiyat ve Hukuk Fakültesi Profesörlerinden seçilen “ehl-i vukuf” ların raporları da mahkeme dosyalarına konuyordu. Bütün Türkiyede davalar arttıkça bu kararlar ve raporlara ihtiyaç artıyordu.
Risale-i Nur avukatlarının sayıları az olduğu için, bütün Türkiyedeki mahkemelere giderken, bu kararları ve raporları çoğaltıp, dosya yapma imkanları da olmuyordu. Girdikleri davalardan para almadıkları için, yanlarında katip çalıştıracak maddi imkanları da olmuyordu. Hatta büro olarak yer tutarken kirasını düşünmek zorunda kalıyorlardı. Mesela Bekir Berk İstanbul’da evinin bir odasını büro olarak kullanıyordu.
Bu durumu bilen ve gören biri olarak ben bu dosyaları hazırlamak istediğimi bildirdim. Zaten küçüklüğümden beri çok hızlı daktilo yazabiliyordum. Tabii, buna memnun oldular. Ben de fakülteden kalan boş zamanlarımda bu karar ve raporları dosyalar haline getirmek için çoğaltıyordum.
Bunları yazarken davaların mahiyetine vakıf olmak bana mesleki bakımdan da faydalı oluyordu. Bu hizmetim beni Avukatlara da yakınlaştırmış, Ankara’daki Nur ileri gelenleri ile doğrudan temas imkanımı sağlamıştı.
Ben İttihad Gazetesi Ankara Temsilcisi olduktan sonra, Anadolu’daki birçok davayı gazeteci olarak takip ettim. Bu davalara Bekir Beyle birlikte giderdik. Yaptığı bütün görüşmelerde ve ziyaretlerde beraberinde bulundum. Onun müşfik ve nazik ses tonuyla yaptığı izahatları dinleyenler, muhalif bile olsalar, O’nu takdir ve tebrik ederlerdi. O müşfik ve yumuşak adam, bazı davalarda Savcının veya hakimin kötü niyetini anlamışsa; öyle bir kükrerdi ki, şaşırırdınız. Çehresi asık ve kararmış, ses tonu karşısındakinin beynine bir mızrak gibi girecek şekilde, pervasız ve korkusuz, O’nu o anda assalar asla pervası olmayacak bir haletle müthiş konuşmalar yapardı.
Davalarda dikkati çeken bir diğer husus, bir Nur Talebesinin davası varsa, özellikle de mevkuf biri bulunuyorsa, o bölgenin bütün Nurcu’ları, her türlü iş ve güçlerini bırakır, davayı takibe gelirlerdi. Küçük Anadolu kasabalarındaki adliyelerdeki davaları takibeden çoklukla tarafların ailelerinden oluşan üç-beş kişiyi geçmez. Bir sonraki duruşma eğer bir Nur Talebesinin ise, salon birden kalabalıklaşır, bölgesine göre bazen yüzlerce kişi gelirdi. Bu hem maznun, hem de avukatlar üzerinde olduğu kadar, Savcı ve hakimler üzerinde de bir tesir bırakıyordu.
Nurculara karşı olan Savcılardan bu tecrübeyi yaşayanlar, bir sonraki duruşmada ya hâkimden gizlilik kararı ister veya Jandarmalarla salona çok az kişiyi alarak aleniyeti sağlamaya çalışırlardı. Bu durumda Bekir Bey duruşma başlar başlamaz Mahkeme Başkanına (davalar çoğunlukla Ağır Cezada görülürdü) durumu arz eder, Savcının yaptığının duruşma aleniyetini kaldırdığını bildirerek dinleyicilerin içeri alınmasını talep ederdi. Bu gibi davalarda gizlilik kararı mümkün olmadığından, hakim çaresiz olarak bütün dinleyicilerin alınmasına karar verirdi. Çok aleyhte olan Hakimler ise, ancak sandalye sayısı kadar dinleyici alınmasına, kalanların dışardan dinlemelerine karar verirdi.
Konya Mahkemesinde dinleyiciler. (Sağda gözlüklü Muzaffer Deligöz)
Bir defasında Konya Adliyesindeki bir duruşmaya gitmiştik. Konya Savcısı, Emniyet Müdürü ile işbirliği yaparak hiçbir dinleyiciyi mahkeme salonuna sokmamaya karar verirler. Adliyeye geldiğimizde Mustafa Sungur, Said Özdemir dahil bütün arkadaşların adliye içerisine sokulmadığını gördük. Bekir Bey Vali’yi aradı ise de bulumadı. Zira, Valinin de haberi vardı ve kaybolmuştu. Orada bana çok iş düştü. Mümkün olduğunca flaş patlatarak resimler çekmeye ve İstanbul gazetecisi olarak, Savcının kulağına kar suyu kaçırmaya çalıştım. Netice vermeyince, Bekir Beyle birlikte Baş Savcıyı ziyaret ettik. Savcı, hadise çıkmaması için emniyet tedbiri aldıklarını, hiç kimseyi içeri almamakta kararlı olduklarını söyledi.
Bekir Berk için son çare, mahkeme heyetinin kararı olacaktı. Duruşma başladığında dinleyiciler yerinde benden başka kimse yoktu. Bekir Bey, gizlilik kararı olmadığı halde Savcılıkça, dinleyicilerin engellenerek aleniyetin ihlal edildiğini, dinleyicilerin salona alınmasını istedi. Mahkeme Başkanı beni göstererek “Halk adına gazeteci arkadaşımız davayı takip ediyor” derken ben Başkanın niyetini anlayarak hemen dışarı fırladım. Böylece, salonda hiç kimse kalmamıştı. Diğer üyelerin duruma razı olmamaları üzerine, halkın içeri alınmasına dair alınan mahkeme kararını Başkan açıklamak zorunda kaldı.
Bekir Berk, otobüsle seyahat ederse, mutlaka otobüsün orta kısmında ve koridora bakan koltuğu aldırırdı. Yanında oturan kişi ile arasına küçük plastik yastığını koyar, otobüs şoförü ile konuşarak namaz vakitlerinde bir yerlerde mola verilmesini sağlardı. Şoför bunu yapmamakta ısrarlı olunursa, ilk müsait yerde otobüsü terk eder, namazını kıldıktan sonra bir başka otobüsle yoluna devam ederdi.
Davalardan dolayı hiçbir suretle ücret almazdı. Yalnız o şehrin Nur Talebeleri Bekir Beyin otobüs veya uçak biletini alırlardı. Bu imkânı olmayan yerlerde o da alınmazdı. Çoğu zaman duruşma biter bitmez, bir başka şehirdeki ertesi günkü duruşmaya yetişmek üzere otobüse veya oradaki bir Nur talebesinin özel arabasına binilir tekrar yollara düşülürdü. Öyle zamanları hatırlıyorum ki; otobüsten inip soluk soluğa duruşmaya girmiş, duruşmadan çıkınca da yemek dahi yemeye fırsat olmadan, gidiş otobüsüne son dakikada yetişebilmişti.
O’nun özel olarak oturup dinlenebileceği bir evi yoktu. Çemberlitaş’ta Kığılı Pasajında kendisine tahsis edilen büronun bir odasında kalıyordu. Buna kalmak denirse.. Oraya ancak duruşmalardan fırsat bulursa gelir, o sürede de müdafaalar için çalışma yapardı. Çamaşırlarını bazan kendisi yıkar, çoğu zaman da O’nun durumunu bilenler alarak yıkayıp ütülerlerdi. O zamanlar Kuru temizleme çok pahalı olduğu için, Bekir Bey böyle bir lüksü düşünemezdi. O hayatını bu davaya adamış; evlenmeyi, çocuk sevgisini tatmayı, gezmeyi, sinemayı-tiyatroyu velhasıl normal hayatı unutmuştu. Varsa yoksa davaları vardı. Evi de, çoluk çocuğu da, sineması tiyatrosu da davaları idi. Gittiği yerlerden haberleri verir; duruşmaları, tahliye ettirdiği kardeşlerini anlatır, müdafaaları sıralar velhasıl inandığı davanın hizmetlerini anlatırdı.
Bekir Berk İstanbul’da olduğu zamanlar cemaatin istişareleri de orada yapılırdı. Bu durumu bilen arkadaşlar bazen gelip O’nu bürodan alır, kendi evlerinde veya O’nun için en büyük lüks olabilecek güzel bir Lokantada yemeğe götürürlerdi. Bazen büroda bulunan arkadaşlarına “Haydi yemeğe Kemal Bey’e gidiyoruz” der, orada bulunanların hepsini yanına alır (daha sonra kayınpederim olan) Çantacı Kemal Vardarlı’nın evine yemeğe giderlerdi. Bu yemekler için önceden haber verilmez, o anda Kemal Beye telefon açılır, “sana yemeğe geliyoruz” denirdi. Zira, Kemal Beyin evi bu şekildeki misafirler için günün 24 saati hazırdı. Rahmetli Kayınvalidem Bedriye Hanım bunu hayatının en büyük ve değerli görevi kabul ederdi.
Muzaffer Deligöz
Bekir Berk
RİSALE-İ NUR AVUKATLARI
Nur davalarına giren Avukatların başında Bediüzzaman Said Nursi’nin avukatlığını da yapmış olan İstanbul Barosundan Avukat Bekir Berk geliyordu. Ayrıca, Isparta Barosundan Hüsamettin Akmumcu, Antalya Barosundan Gültekin Sarıgül, İzmir’de Necdet Doğanata vardı. Daha sonra Hakimlikten emekli Av. Suudi Reşat Saruhan da (Rize eski Milletvekili) davalara girmeye başladı.
Bekir Berk bu davalardan sonra artık NUR AVUKATI olarak Anadolu’daki bütün davalarda müdafi olarak hazır bulundu. Kar, kış, yağmur, çamur O’nu hakkı savunmadan alıkoyamadı. Bazen uçakla, bazen otobüsle bazen da at arabası ile binlerce kilometre yolu aşarak, yüzlerce davaya girdi. Nurcular aleyhine açılmış bir davada, Avukat Bekir Berk bulunmasın mümkün değildi. Türkiye’deki savcı ve hakimlerin büyük kısmı kendisini bu davalarda tanıdılar.
Bekir Bey ve diğer avukatlar Risale-i Nur Talebelerinin davaları dışında, diğer dini cemaat mensublarının davalarına da giriyorlardı. Mesela Süleymancıların, tarikat mensuplarının davaları da arada bir çıkıyordu.
O müdafaalarını yaparken, aynı zamanda Nur Risalelerini ve Bediüzzaman’ı da anlatıyor, tanıtıyordu. Gittiği her şehirde dava öncesi veya sonrası, Mülki ve adli erkândan birileri muhakkak O’nunla görüşür, Nur Talebeleri konusunda menfi-müspet tartışırlardı. Gittiği yerlerde mutlaka ileri gelenleri ziyaret eder, güler yüzüyle onlara bir şeyler anlatmaya çalışırdı.
Bekir Berk, Milliyetçiler Derneği Başkanı olarak popüler bir Gençlik lideri idi. Birçok sosyal aktivitede lider olarak bulunuyordu. 1958 yılında Bediüzzaman’la tanışarak, O’nun avukatlığını üstlendi. Afyon Mahkemesinde yaptığı müdafaa, hukuk tarihine altın harflerle yazılacak kıymettedir. O’nun Bediüzzaman’la görüşmesini, Mustafa Sungur ağabey şöyle anlatıyor:
Bekir Berk’in Bediüzzaman’la görüşmesini, Mustafa Sungur şöyle anlatıyor:
“Bekir Berk Bey gelmişti. Allah rahmet eylesin. Üstad üç defa ‘Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı, Nurun en büyük kahramanı’ diye tekrarladı. Sonra da ‘Kardeşim Bekir’ dedi ‘sende üç cihet var. Bir, Nur talebesi, bir de vekilimsin. Bir cihet daha var, onu şimdi söylemeyeceğim’ demişti.”
Bu avukatlar mahkemelere “emsal” kararlarla, “Yargıtay kararları”nın suretlerini veriyorlardı. Ayrıca, Diyanet İşleri Müşavere Kurulu ile İlahiyat ve Hukuk Fakültesi Profesörlerinden seçilen “ehl-i vukuf” ların raporları da mahkeme dosyalarına konuyordu. Bütün Türkiyede davalar arttıkça bu kararlar ve raporlara ihtiyaç artıyordu.
Risale-i Nur avukatlarının sayıları az olduğu için, bütün Türkiyedeki mahkemelere giderken, bu kararları ve raporları çoğaltıp, dosya yapma imkanları da olmuyordu. Girdikleri davalardan para almadıkları için, yanlarında katip çalıştıracak maddi imkanları da olmuyordu. Hatta büro olarak yer tutarken kirasını düşünmek zorunda kalıyorlardı. Mesela Bekir Berk İstanbul’da evinin bir odasını büro olarak kullanıyordu.
Bu durumu bilen ve gören biri olarak ben bu dosyaları hazırlamak istediğimi bildirdim. Zaten küçüklüğümden beri çok hızlı daktilo yazabiliyordum. Tabii, buna memnun oldular. Ben de fakülteden kalan boş zamanlarımda bu karar ve raporları dosyalar haline getirmek için çoğaltıyordum.
Bunları yazarken davaların mahiyetine vakıf olmak bana mesleki bakımdan da faydalı oluyordu. Bu hizmetim beni Avukatlara da yakınlaştırmış, Ankara’daki Nur ileri gelenleri ile doğrudan temas imkanımı sağlamıştı.
Ben İttihad Gazetesi Ankara Temsilcisi olduktan sonra, Anadolu’daki birçok davayı gazeteci olarak takip ettim. Bu davalara Bekir Beyle birlikte giderdik. Yaptığı bütün görüşmelerde ve ziyaretlerde beraberinde bulundum. Onun müşfik ve nazik ses tonuyla yaptığı izahatları dinleyenler, muhalif bile olsalar, O’nu takdir ve tebrik ederlerdi. O müşfik ve yumuşak adam, bazı davalarda Savcının veya hakimin kötü niyetini anlamışsa; öyle bir kükrerdi ki, şaşırırdınız. Çehresi asık ve kararmış, ses tonu karşısındakinin beynine bir mızrak gibi girecek şekilde, pervasız ve korkusuz, O’nu o anda assalar asla pervası olmayacak bir haletle müthiş konuşmalar yapardı.
Davalarda dikkati çeken bir diğer husus, bir Nur Talebesinin davası varsa, özellikle de mevkuf biri bulunuyorsa, o bölgenin bütün Nurcu’ları, her türlü iş ve güçlerini bırakır, davayı takibe gelirlerdi. Küçük Anadolu kasabalarındaki adliyelerdeki davaları takibeden çoklukla tarafların ailelerinden oluşan üç-beş kişiyi geçmez. Bir sonraki duruşma eğer bir Nur Talebesinin ise, salon birden kalabalıklaşır, bölgesine göre bazen yüzlerce kişi gelirdi. Bu hem maznun, hem de avukatlar üzerinde olduğu kadar, Savcı ve hakimler üzerinde de bir tesir bırakıyordu.
Nurculara karşı olan Savcılardan bu tecrübeyi yaşayanlar, bir sonraki duruşmada ya hâkimden gizlilik kararı ister veya Jandarmalarla salona çok az kişiyi alarak aleniyeti sağlamaya çalışırlardı. Bu durumda Bekir Bey duruşma başlar başlamaz Mahkeme Başkanına (davalar çoğunlukla Ağır Cezada görülürdü) durumu arz eder, Savcının yaptığının duruşma aleniyetini kaldırdığını bildirerek dinleyicilerin içeri alınmasını talep ederdi. Bu gibi davalarda gizlilik kararı mümkün olmadığından, hakim çaresiz olarak bütün dinleyicilerin alınmasına karar verirdi. Çok aleyhte olan Hakimler ise, ancak sandalye sayısı kadar dinleyici alınmasına, kalanların dışardan dinlemelerine karar verirdi.
Konya Mahkemesinde dinleyiciler. (Sağda gözlüklü Muzaffer Deligöz)
Bir defasında Konya Adliyesindeki bir duruşmaya gitmiştik. Konya Savcısı, Emniyet Müdürü ile işbirliği yaparak hiçbir dinleyiciyi mahkeme salonuna sokmamaya karar verirler. Adliyeye geldiğimizde Mustafa Sungur, Said Özdemir dahil bütün arkadaşların adliye içerisine sokulmadığını gördük. Bekir Bey Vali’yi aradı ise de bulumadı. Zira, Valinin de haberi vardı ve kaybolmuştu. Orada bana çok iş düştü. Mümkün olduğunca flaş patlatarak resimler çekmeye ve İstanbul gazetecisi olarak, Savcının kulağına kar suyu kaçırmaya çalıştım. Netice vermeyince, Bekir Beyle birlikte Baş Savcıyı ziyaret ettik. Savcı, hadise çıkmaması için emniyet tedbiri aldıklarını, hiç kimseyi içeri almamakta kararlı olduklarını söyledi.
Bekir Berk için son çare, mahkeme heyetinin kararı olacaktı. Duruşma başladığında dinleyiciler yerinde benden başka kimse yoktu. Bekir Bey, gizlilik kararı olmadığı halde Savcılıkça, dinleyicilerin engellenerek aleniyetin ihlal edildiğini, dinleyicilerin salona alınmasını istedi. Mahkeme Başkanı beni göstererek “Halk adına gazeteci arkadaşımız davayı takip ediyor” derken ben Başkanın niyetini anlayarak hemen dışarı fırladım. Böylece, salonda hiç kimse kalmamıştı. Diğer üyelerin duruma razı olmamaları üzerine, halkın içeri alınmasına dair alınan mahkeme kararını Başkan açıklamak zorunda kaldı.
Bekir Berk, otobüsle seyahat ederse, mutlaka otobüsün orta kısmında ve koridora bakan koltuğu aldırırdı. Yanında oturan kişi ile arasına küçük plastik yastığını koyar, otobüs şoförü ile konuşarak namaz vakitlerinde bir yerlerde mola verilmesini sağlardı. Şoför bunu yapmamakta ısrarlı olunursa, ilk müsait yerde otobüsü terk eder, namazını kıldıktan sonra bir başka otobüsle yoluna devam ederdi.
Davalardan dolayı hiçbir suretle ücret almazdı. Yalnız o şehrin Nur Talebeleri Bekir Beyin otobüs veya uçak biletini alırlardı. Bu imkânı olmayan yerlerde o da alınmazdı. Çoğu zaman duruşma biter bitmez, bir başka şehirdeki ertesi günkü duruşmaya yetişmek üzere otobüse veya oradaki bir Nur talebesinin özel arabasına binilir tekrar yollara düşülürdü. Öyle zamanları hatırlıyorum ki; otobüsten inip soluk soluğa duruşmaya girmiş, duruşmadan çıkınca da yemek dahi yemeye fırsat olmadan, gidiş otobüsüne son dakikada yetişebilmişti.
O’nun özel olarak oturup dinlenebileceği bir evi yoktu. Çemberlitaş’ta Kığılı Pasajında kendisine tahsis edilen büronun bir odasında kalıyordu. Buna kalmak denirse.. Oraya ancak duruşmalardan fırsat bulursa gelir, o sürede de müdafaalar için çalışma yapardı. Çamaşırlarını bazan kendisi yıkar, çoğu zaman da O’nun durumunu bilenler alarak yıkayıp ütülerlerdi. O zamanlar Kuru temizleme çok pahalı olduğu için, Bekir Bey böyle bir lüksü düşünemezdi. O hayatını bu davaya adamış; evlenmeyi, çocuk sevgisini tatmayı, gezmeyi, sinemayı-tiyatroyu velhasıl normal hayatı unutmuştu. Varsa yoksa davaları vardı. Evi de, çoluk çocuğu da, sineması tiyatrosu da davaları idi. Gittiği yerlerden haberleri verir; duruşmaları, tahliye ettirdiği kardeşlerini anlatır, müdafaaları sıralar velhasıl inandığı davanın hizmetlerini anlatırdı.
Bekir Berk İstanbul’da olduğu zamanlar cemaatin istişareleri de orada yapılırdı. Bu durumu bilen arkadaşlar bazen gelip O’nu bürodan alır, kendi evlerinde veya O’nun için en büyük lüks olabilecek güzel bir Lokantada yemeğe götürürlerdi. Bazen büroda bulunan arkadaşlarına “Haydi yemeğe Kemal Bey’e gidiyoruz” der, orada bulunanların hepsini yanına alır (daha sonra kayınpederim olan) Çantacı Kemal Vardarlı’nın evine yemeğe giderlerdi. Bu yemekler için önceden haber verilmez, o anda Kemal Beye telefon açılır, “sana yemeğe geliyoruz” denirdi. Zira, Kemal Beyin evi bu şekildeki misafirler için günün 24 saati hazırdı. Rahmetli Kayınvalidem Bedriye Hanım bunu hayatının en büyük ve değerli görevi kabul ederdi.
Muzaffer Deligöz