müdavim
Üye Sorumlusu
Beşerî Münasebetlerde Nezaket ve Zarafet
Abdurrahman FETTAHOĞLU
Soru: Oturuş-kalkışımızdan hitap şeklimize kadar günümüzde pek çoğumuzun âdâb-ı muaşeretten mahrum olduğu görülüyor. Âdâb-ı muaşeret kitaplardan öğrenilebilir mi? Âdâb-ı muaşerete ait güzelliklerle donanmak ve onları tabiatımıza mâl etmek için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Âdâb-ı muaşeret, insanın, diğer insanlarla münasebetlerinde, iffetli, hayâlı, nazik ve saygılı olması, kötü muamele ve acı hâdiseler karşısında bile elinden geldiğince, kırıcı ve incitici tavırlar içine girmemesi, söz ve davranışlarını hep zarafet, incelik ve içtenlik esaslarına bağlı sürdürmesi demektir.
Melekleri imrendirecek bir edep ve nezaket medeniyeti inşa eden İslâm dünyası, maalesef, belli bir dönemden sonra bu hususiyetini kaybetmiş ve âdeta Asr-ı Saadet öncesi cahiliye dönemi gibi, yeni bir cahiliye devri yaşamaya başlamıştır. Muhammed Kutup, bu hakikati ifade için yazdığı bir eserine, “yirminci asrın cahiliyesi” mânâsına, جَاهِلِيَّةُ الْقَرْنِ الْعِشْرِينَ ismini vermişti. Zira bu dönemde, sahip olduğumuz bütün değerler, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, künde künde üstüne devrilip gitmiştir. Evet, yirminci asır, ruh ve mânâ köklerimizin üzerinde neşv ü nema bulduğu inanç sistemimizden ibadet ü taat hayatımıza, ondan, sizin de soruda ifade ettiğiniz âdâb-ı muaşeret anlayışımıza kadar bize ait bütün değerlerin yıkılışına şahit olmuş bir asırdır. Dinle irtibatımız kopunca, âdâb-ı muaşeretle ilgili değerleri, disiplin ve terminolojiyi de kaybettik; kaybettik ve oturup kalkışımızdan konuşma ve hitap tarzımıza kadar insanlarla münasebetlerimizde kendi düşünce ve kültür dünyamıza yabancı hâle geldik.
Meselâ, geçmiş dönemde bir insan, erkek evladını muhatabına takdim edeceği zaman, ’mahdumunuz’ demeye özen gösterirdi. Şayet takdim etmek istediği kız çocuğuysa o zaman da “kerimeniz” diye ifade ederdi. Kişi, kendinden bahsetme mecburiyetinde kaldığında ‘bendeniz’le söze başlardı, fertler birbirine hitap etmek istedikleri zaman ise, “zat-ı âliniz”, “efendim” gibi saygı ifadeleri kullanırlardı. Böyle bir üslup sun’î ve yapmacık da değildi, aksine sahip olduğumuz terbiyenin bir gereğiydi. Günümüzde ise, geçmişteki o tabirleri, “benim mahdumum”, “benim kerimem” şeklinde kullananlara şahit oluyoruz. Hatta hiç unutmuyorum, yüksek eğitim görmüş ve profesör olmuş bir zatın, “Ben, zat-ı âlileri bu meseleyi şöyle düşünüyorum.” dediğini işittiğimde ne diyeceğimi şaşırmıştım. Alçakgönüllülük ve ruh inceliğinin yansıması bu tabirler nasıl olup da bu tür ifade yanlışlıklarına maruz kalmıştır? Çünkü biz, birkaç asırdan beri, âdâb-ı muaşeretle alakalı meseleleri yaşamamış ve hayatımıza mâl etmemiştik. Eğer siz âdâba ait bu meseleleri, onların dayandığı ahlak ve değerleri silip hayatın dışına atarsanız, o mevzuda kullanılmayan kelimeler de zamanla bayatlar, partal bir eşya hâline gelir ve unutulur gider. Daha sonra siz, mânâ ve muhteva olarak kaldırıp bir kenara attığınız bu kelimeleri bir lüks ve fantezi olarak kullanmaya kalktığınızda işte bu gibi falsolara girmeniz kaçınılmaz olur.
Abdurrahman FETTAHOĞLU
Soru: Oturuş-kalkışımızdan hitap şeklimize kadar günümüzde pek çoğumuzun âdâb-ı muaşeretten mahrum olduğu görülüyor. Âdâb-ı muaşeret kitaplardan öğrenilebilir mi? Âdâb-ı muaşerete ait güzelliklerle donanmak ve onları tabiatımıza mâl etmek için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Âdâb-ı muaşeret, insanın, diğer insanlarla münasebetlerinde, iffetli, hayâlı, nazik ve saygılı olması, kötü muamele ve acı hâdiseler karşısında bile elinden geldiğince, kırıcı ve incitici tavırlar içine girmemesi, söz ve davranışlarını hep zarafet, incelik ve içtenlik esaslarına bağlı sürdürmesi demektir.
Melekleri imrendirecek bir edep ve nezaket medeniyeti inşa eden İslâm dünyası, maalesef, belli bir dönemden sonra bu hususiyetini kaybetmiş ve âdeta Asr-ı Saadet öncesi cahiliye dönemi gibi, yeni bir cahiliye devri yaşamaya başlamıştır. Muhammed Kutup, bu hakikati ifade için yazdığı bir eserine, “yirminci asrın cahiliyesi” mânâsına, جَاهِلِيَّةُ الْقَرْنِ الْعِشْرِينَ ismini vermişti. Zira bu dönemde, sahip olduğumuz bütün değerler, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, künde künde üstüne devrilip gitmiştir. Evet, yirminci asır, ruh ve mânâ köklerimizin üzerinde neşv ü nema bulduğu inanç sistemimizden ibadet ü taat hayatımıza, ondan, sizin de soruda ifade ettiğiniz âdâb-ı muaşeret anlayışımıza kadar bize ait bütün değerlerin yıkılışına şahit olmuş bir asırdır. Dinle irtibatımız kopunca, âdâb-ı muaşeretle ilgili değerleri, disiplin ve terminolojiyi de kaybettik; kaybettik ve oturup kalkışımızdan konuşma ve hitap tarzımıza kadar insanlarla münasebetlerimizde kendi düşünce ve kültür dünyamıza yabancı hâle geldik.
Meselâ, geçmiş dönemde bir insan, erkek evladını muhatabına takdim edeceği zaman, ’mahdumunuz’ demeye özen gösterirdi. Şayet takdim etmek istediği kız çocuğuysa o zaman da “kerimeniz” diye ifade ederdi. Kişi, kendinden bahsetme mecburiyetinde kaldığında ‘bendeniz’le söze başlardı, fertler birbirine hitap etmek istedikleri zaman ise, “zat-ı âliniz”, “efendim” gibi saygı ifadeleri kullanırlardı. Böyle bir üslup sun’î ve yapmacık da değildi, aksine sahip olduğumuz terbiyenin bir gereğiydi. Günümüzde ise, geçmişteki o tabirleri, “benim mahdumum”, “benim kerimem” şeklinde kullananlara şahit oluyoruz. Hatta hiç unutmuyorum, yüksek eğitim görmüş ve profesör olmuş bir zatın, “Ben, zat-ı âlileri bu meseleyi şöyle düşünüyorum.” dediğini işittiğimde ne diyeceğimi şaşırmıştım. Alçakgönüllülük ve ruh inceliğinin yansıması bu tabirler nasıl olup da bu tür ifade yanlışlıklarına maruz kalmıştır? Çünkü biz, birkaç asırdan beri, âdâb-ı muaşeretle alakalı meseleleri yaşamamış ve hayatımıza mâl etmemiştik. Eğer siz âdâba ait bu meseleleri, onların dayandığı ahlak ve değerleri silip hayatın dışına atarsanız, o mevzuda kullanılmayan kelimeler de zamanla bayatlar, partal bir eşya hâline gelir ve unutulur gider. Daha sonra siz, mânâ ve muhteva olarak kaldırıp bir kenara attığınız bu kelimeleri bir lüks ve fantezi olarak kullanmaya kalktığınızda işte bu gibi falsolara girmeniz kaçınılmaz olur.