PIRLANTA SERİSİ...
BESMELE
Şimdi de Besmele-i Şerifin ma'nâlarını arzetmeye çalışalım:
bütün hayırlı işlerin başıdır.
O Ars-ı A'zâm'dan insanların eline uzatılmış nurânî bir hayttan ibarettir. "Bismillah"a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah'a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı "Bismillah"la açılmıştır. Kâinat "Bismillah'la kurulmuştur. Her hâdise "Bismillah"la meydana gelir. Ve kıyamet "Bismillah"la kopacak, Haşr ü Neşr, Cennet-Cehennem "Bismillah'la teessüs edecek, mü'minler "Bismillah" dediklerinde cennetin kapısı açılacak ve orada mü'minler, —inde anlatılan Allah'ı,
Rahman ve Rahîm olan Zât'ı göreceklerdir. Âlem "Bismillah"Ia başladığı gibi "Bismillah" la bitecektir.
Besmele harf-i cer olan (be) ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada (isim) kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisardan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna gelirken âdeta münkesir, yani kırık bir kalple gelmeyi ders verir. Esasen, her hayırlı işte havi ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk'a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O'nun kuvvetini davet eden bir şefaatçi olsun...
(be)'de musâhabet (yakınlık, dostluk) ma'nâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü'ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir. Ve yine «be» de ilsak (birlikte olma, sarılma) ma'nâsı vardır. İnsan, besmele ile Allah'ın Rahman ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma “be” nin noktasıyla başlar. «rahim» in mimiyle sona erer. «be» nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif, hakikat ilminde Allah'ın remzidir. Elifin alt tarafına bir nokta koyup onu "be" yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve namütenahi ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu. "Ben gizli hazine idim"17 ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.
(be) namütenahi uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah'ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed'in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bîr elif vardı, iş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed (savj'in remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (sav): "İlk yaratılan benim Durumdur."18 sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sav) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed (sav)'in nurunu yarattı. Kâinatı da O'nun nurundan halketti, nihayet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhur edip ortaya çıktı. "Mir'ât-ı Muhammed'de Allah görünür daim" sözünden biz bunu anlıyoruz.
Ayna ve aynada tecelli eden şey ' de yer almış bulunmaktadır.
"Bismillah"ta ilk isim Allah'ın adıdır. "Allah'ın adıyla" ma'nâsına "Bismillah"la işlerimize başlıyoruz. "Bismillah" m sonundaki "Rahîm" Allah'ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur'ân'da Habîb-i Edîb'ine isim olarak takmıştır.
O mü'rnirılere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir Tevbe, 9/128) derken, Hazreti Muhammed'i kasdetmektedir.
"Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik "(Enbiya, 21/10?) derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed (sav)'in rahîmiyetine parmak basmaktadır. "Bismillah da Allah anlatılır. Ve "Bismillah" da Allah'ı anlatan Hz. Muhammed (sav) dile getirilir.
«be» nin alâkalı olduğu bir fiil vardır. Zaten kâinat fiillerden ibarettir. Bu fiil, ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa'aldi. Belki, ef'âli de Zâtıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz...
Herşey Allah'a bağlı ve herşey Allah'la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası Allah kelimesidir. "Allah" kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evham, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde "Allah" kelimesine dayanmayan bütün ilim, teknik ve f enlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka nâmlar takar, ma'nâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne ma'nâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.
Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki, bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve ma'nâsını, tonunu bulmuş olsun, insan gibi âbide ve yaratılış ağacının meyvesi olan bir varlık, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, "Rahman" ve "Rahîm" kelimeleridir.
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah'a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah'a bağlı, bütün hissiyatıyla O'na imân etrafında pervane gibi uçan ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalannı beklemektedirler.
Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu "Allah" kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ilimler ve maârif bir hakikate dayanmış ve ma'nâsını, tonunu bulmuş olacaktır.
İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah'a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın ma'nâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah'ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hakk kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünkü böyle bir kâinatın artık ma'nâsı kalmamıştır.
Allah (cc), Mâ'bûd-u bi'l-Hâk ve Maksûd-u bi'l-İstihkâk'tır, yani, Kendisi'ne ibadet edilmeye lâyık yegâne varlıktır. Allah bizatihi mahbûbtur. Kalpler Allah'ı zikirle doygunluğa ulaşır. Bütün kırık gönüller Allah'a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azametine ulaşamaz. Allah Muhtecîp'tir, bu gözlerle O'nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O'dur. Allah'ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde ayandan daha ayan olan Allah'ın eserlerini görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhurundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların sığınağı Allah'tır. Allah mü'min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında ma'rifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların Ma'bûd'udur. Allah, Allah olduğu için Ma'bûd'dur. Şimdi de bütün bu arzettiğim sözlerin hepsini "Allah" kelimesiyle alâkalı ve Lafz-ı Celâle'ye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:
İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesafe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmemiş, vicdan ve kalp taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından isimler makamına, isimler makamından sıfatlar makamına, sıfatlar makamından Zatî şuûnât makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği âna kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekme hâsıl olacaktır.
"Dikkat edin! Kalpler ancak, Allah'la oturakladır, Allah'a imânla huzur ve itmi'nâna kavuşur" (Râd, 13/28) Öyle ise kemâl arayanların sığınağı, son durak noktası Allah'tır. Dolayısıyla “Allah” kelimesiyle “elehtü ileyh” sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu ma'nâ sezilmektedir.
Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de (velehe) dir. «velehe» 'irtifa etti, yükseldi' ma'nâsma gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve haddinden taşkın olarak: "Ben fezaları dolaştım da Allah'ı göremedim" desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idare eden, herşeyi teşbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâ-dır. İşte, Allah öyle mürtefi, öyle yüksektir. Bu da, Lâfz-ı Celâle'nin altındaki ma'nâda mündemiç bulunmaktadır.
Bir başka kelime de (velh) kelimesidir. Velh, 'şaşkınlık ve aklın gitmesi' demektir. Bu kelime, bir yönüyle hayret makamını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nurunun bir cilvesidir.
İnsanlardan bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esma makamını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindir, ister ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nurunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük ma'nâ da yine Lafz-ı Celâle'de meknuzdur.
Yine Lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, "Lâhe"dir. “gizlendi' demektir. Allah gözle görülmez. Halbuki ayandan daha ayandır. Görünmemesi, varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemâl nok-tasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın zıddı ve benzeri yoktur.
O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, imân-küfür, adâlet-zulüm ve bütün zıtlar hep O'nün tecellisiyledir. Hayır ve şer O'ndandır. Böylesine her şey O'ndan olan, zıddı ve benzeri bulunmayan Allah'ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O'na, "O, şiddet-i zuhurundan gizlidir" diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalp, "ey şiddet-i zuhurundan gizli olan, ey kemâl-i nurundan muhtefî bulunan Allah'ım!" diye O'na münâcatlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İbrahim Hakkı:
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misl-ü âlemde
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâllah
Şeriki yok, bendir doğmadan doğurmadan ancak
Ehad'dir, küfvü yok, îhlas içinde zikreder Allah.
Ayrı bir kelime de (elihe)'dir. 'iltica etti, sığındı' ma'nâsına gelir. Arap, annesine sığındı, iltica etti' der, yani demektir.
Bir yavru, aczi ve zaafını şefaatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer, yine ona iltica eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine iltica edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk'tır ve bu iltica ma'nâsı da Lafz-ı Celâle'de gizlidir.
“Elihe” kelimesinin bir diğer ma'nâsı da 'kulluk yaptı'dır. Ve Allah "Ma'bûd" ma'nâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir. Ve yine «elihe» 'himaye etti' ma'nâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk'ın kulunu koruyup, himaye etmesini ifade eder. Aynı kökten «<ui» ise 'ilâh edinildi' demektir. Zaten, Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sadece ve sadece O (cc) vardır.
Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma'bûd-u Mutlak'ı, Lafz-ı Celâle'nin altında müşahede edelim: Allah, kolu kanadı kırıkların sığınağıdır. O, ibadet edenlerin Ma'bûd'udur. O, dertlilerin dermanı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nuru ve ziyâsıdır. Her şey O'nunla hallolur. O'nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.
(hû) başlı başına bir mu'cizedir. İnsan «hu» dediği zaman şu ma'nâları mülâhaza eder veya şu ma'nâların mülâhazası ona «hu» dedirtir: "Nerede ben, nerede Sen? Ben bir damla hakir sudan mahlûk, Sen ezel ve ebed sultanı Ma'bûd. Ben, Sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ'na ait ma'nâları birden ifade etme sadedinde, unvanın olan “hu” ile sesleniyorum. Ve ancak (hû) demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum."
İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerini anarken, çok kere o ismin varlıkla olan alâkalarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: "Yâ Kerîm" dediği zaman, Allah'ın kendisine olan ikramını hatırına getirir. "Yâ Muhsin" dediği zaman, Allah'ın ihsanını, "Yâ Cemil" dediği zaman da Allah'ın cemâl ile tecellisini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki (hû) dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A'lâ'ya has bir unvan ile, her türlü beklentinin, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O'nun Ma'bûd-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde "hû" demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinliklerinden (hû) demiş İnsanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, ruhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.
Ayrıca, Allah bize, kendini eserleri ve icrââtı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcud tecelli ve eserleri nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izafîdir, hakiki ma'rifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan kerem, lütuf ve ihsan adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin failini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde mes'eleyi değerlendirir. Halbuki "hû" deyince, nefsü'l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecefl-i A'lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de afakî bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda, O'na hitap sıgasıyla "Sen" demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle "O" ma'nâsı, "hû" denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir "hû" dan ibarettir. Yani "hû" bizim hayat kaynağımızdır. O'nü demeden yaşamamız mümkün değildir.
Diğer bir husus da şudur:
İnsan, o Sultan'ın huzurunda ve O'nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve alâyişi ve hattâ kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, başka her şeyden alır, sadece O'na çevirir ve orada "O" ma'nâsına deyiverir. Herşey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu ma'nâları mütâlâa ve müşahede etmiş oluyoruz.