Laiklik kavramını istismar ederek insanımıza dünyayı dar etmeye çalışanların, Cumhuriyet tarihi boyunca laiklik kavramı üzerinde ittifak ettikleri tek konunun, bu kavramı bir cadı kazanı gibi kaynatıp, inanç ve fikir sahiplerini bu kazanda eritme olduğuna şahit olmuş bir kuşağız.
Gerçekte kilise ve devlet çatışmasıyla ortaya çıkan bu kavramın Batı’da anlaşılan muhtevası ile bizde anlaşılan şekli arasında çok ciddi çelişkiler görüyoruz.
Kilisenin, topyekun bir dünya görüşüne sahip olmadığı, daha çok bir ahlak öğretisi merkezinde faaliyet alanı olan bir karaktere sahip olduğu biliniyor. Öte yandan pozitivizm ve materyalizm akımlarının kasıp kavurduğu, dünya hayatından başka hayat tanımayan nesillerin yoğunlaştığı Batı için, laikliği tarif etmek ve sistem içerisine oturtmak hiç de zor olmamıştır.
Her türlü ahlaksızlık ve rezilliğin sorunsuzca yaşandığı Batı’da aynı zamanda kilisenin devletten bağımsız kendi özel fonlarıyla faaliyet yaptığını, hatta Amerika’da kendi din eğitimlerini kendileri üstlenen eğitim kurumlarının, üstlenmiş olsaydı devlete ödemeleri gereken 6.000 küsur Dolar vergiyi verme yükümlülüğünü kaldıran kanunun yürürlüğe girmesini dikkate aldığımızda, laikliğin bir sorun teşkil etmediğini görüyoruz.
Bize gelince; bizim inancımız topyekun bir dünya görüşüne sahiptir. Bizim ahiret diye bir kaygımız vardır. Ahlakî öğretilerin yanında muamelatta da gereğini yerine getirmekle mükellef olduğumuz kurallarımız ve önceliklerimiz vardır.
“Ardından bir nesil geldi, namazı terkettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte onlar Ğayya kuyusuna atılacaklardır.” (Meryem, 59) ayetine muhatap olan bir kuşak, kıblelerini Batı’ya çevirince, dini hayattan tecrid etmek için laiklikten uygun bir kavram bulamadılar. Hayatlarını dine göre düzenlemek isteyenlere de çağdışı, mürteci, yobaz yakıştırması yaptılar. Böylece eğitimden ticarete kadar her alanda Allah’ı asla hatırlatmayacak, dini tecrid edecek düzenlemelerle, hayatımız ancak dünya hayatıdır diyen, ahiret kaygısı olmayan, şehvetlerinin peşinde sürüklenen genç beyinler yetişecekti.
Bunun için çok çaba sarfettiler. Körpe beyinler, dinden tamamen soyutlanacak bir eğitim sürecini yaşadı bu ülkede.
Ancak zamanla dini, kültür ve motifler bazında da olsa hayattan tamamen koparamayacaklarını anlayınca münafıklığa başladılar. Burada da laiklik en iyi istismar aracı olarak gündemdeki yerini korudu.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip; ‘bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar (iman-küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten küfre saplananlar bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa, 150-151) kelam-ı ilahisi bu tavrı net bir şekilde tasvir ediyor. Onlar kabul edebilecekleri dini motifler için, kültür namına yahut siyasi popülizm adına vize veriyorlar. Ama iman, amel ve gönülden boyun eğmeyi gerektirecek hususlarda ise laikliğe aykırılık yaftasını boyunlara asıyorlar.
Mü’minin dünya görüşünde, zerreden kürreye her şey Allah’ın mülküdür. Eğitimden ticarete, sanattan sanayiye kadar her konumda, Cenab-ı Hakk’a şükredip nimetlerini tefekküre, O’na duyulacak minnete sevkedici hadiselerle kuşatıldığını görür mü’min.
Oysa, körpe dimağlar besmelesiz bir eğitimle o saf ve terü taze zihinlerini eğitime açıyorlar. Her biri Cenab-ı Hakk’ın kudret göstergeleri olan, her biri onun eşsiz sıfatlarının tecellilerine makes bulunan fen, sosyal, matematik, coğrafya, psikoloji vs. gibi pozitif nam verilen ilimler, adeta onu hiç hatırlatmamak için özenle seçilmiş, donuk, kısır taraif ve formüllere hapsedilerek sunuluyor. Neslimiz, hayatlarının en verimli çağlarında kuru formüllerle, faydasız bir yığın bilgilerle zihinlerini doldurmakla meşgulken, laik kahramanlar göğüslerini kabartacak, yüz akı bir ilerleme ile bu millete ne kazandırdıklarını bir anlatsalar da dinlesek!
Ekonomik ve sosyal bağımsızlıkta bir arpa boyu yol alabildiler mi dersiniz? Oysa dünya hayatına talip oldukları için en azından batılıların seviyesinde bir dünya inşa etmeleri gerekmez miydi?
Yoksa, onların çarkında yetişen nesilden bol bol hortumcular, caniler, hırsızlar mı türedi bu ülkede.
Ortaokul çağlarına kadar inen uyuşturucu ve fuhuş hadiseleri nasıl zuhur edebildi dersiniz?
Şairin dediği:
“Dünyamızı yamadık yırtarak dinimizden,
Din de gitti, dünya da gitti elimizden.” beyti özlü bir izah getiriyor.
Laikliğin bizde uygulanan şekliyle en baskın karakteri dinle devlet işlerini birbirinden ayırmak değil, kişilik bütünlüğünü parçalamak, dindar insanları rencide edici saplantıları kanunların yorumu olarak sunmak, dini hayatın en görünmez tarafına sıkıştırıp izole etmek olmuştur.
Bu durum, bir savaştan daha ağır bir tahribat yaptı ülkemizde. Hakikaten laikliğin bu olumsuz yorumları iliklere kadar işlendi. Zihinlere yerleştirdiği çelişki ve ikilemlerin darbesinden etkilenmeyen bir fert neredeyse kalmadı. Okulda, evde, pazarda bütün öncelikleri dünyaya göre dizayn edilmiş insanımız, hep bu ikilem tokmakları arasında sarsılıp duruyor.
ONLAR BÖYLEYDİ
İMAM BUHARÎ
İlmiyle amil bir alim. Allah’tan utanıp, ayak yoluna gitmemek için az yerdi. Diyor ki:
- “İsterim ki; Rabbime kavuştuğum zaman, hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramaya.”
Buhari Şerife yazdığı her hadisi şerif için, iki rekat şükür namazı kılmıştır.
YEZİD B. HARUN EL-VASİTÎ
O, namaza dururken sanki bir mermer sütundu.
Şöyle derdi:
- “Bir kimse, vakti gelmeden baş olma sevdasına kapılır, elde etmeyi isterse, vakti gelince ondan mahrum kalır.”
Çok güzel iki gözü vardı, birini kaybetti, öbürü fersiz kaldı, sebebini sorana şöyle derdi:
- “Onları seherlerde, hüzün ağlayışları götürdü.”
YUNUS B. UBEYB
Derdi ki: “İki şey var ki, bir kulda bunlar tam olursa, kalan bütün halleri tamam olur. O iki şeyin biri, namaz, öbürü de dil.”
Derdi ki: “Dilini yersiz sözlerden esirgeyen herkes; bu iyi işine karşılık; mutlaka, diğer amellerinin düzelmesini bulur.”
ABDULLAH B. AVN
Şöyle anlatırdı: “Akıllı olana; bir kimseyi, işlediği hata için azarlamak yakışmaz. Şu zamanımızda ise durum bu... Kim birini azarlarsa, daha şiddetli azarı, bir başkasından kendisi duyar.”
Bir gün annesi çağırdı. Karşılığını yüksek sesle verdi. Buna çok üzüldü. Hemen gitti, yüksek sesine keffaret olsun diye, iki köle azat etti.
Kendisinden çok güzel koku gelirdi. Temiz ve güzel giyinirdi.
ABDULLAH SURÎ
Onun sözlerinden bazıları şöyledir:
“Kalbin bir ağrılı hastalığı vardır. O hastalığı yalnız Allah sevgisi dindirir.”
“İhtiyaç olmadığı şeylere nefsini zorlayan kimse, muhtaç olduğu şeyleri kaybeder.”
“Bir çokları, kulluk iddiasında... Ama, ayara vurulunca rububiyet iddiasında oldukları açığa çıkıyor.”
“Hak erlerinin en büyük huyu; halka iyi zandır. Sen de onlardan biri olmak istersen, insanları kötü zannından emin kılmalısın.”
ABDULLAH B. ABDÜLAZİZ
Derdi ki: “Allah’tan gafil olmanın bir çok şekli vardır. Biri şu ki: Allah’ın sevmediği bir işin yapıldığını görürsün. Fakat insanlardan korktuğun için mani olmazsın.
Bir kimse, kullardan korktuğu için emr-i ma’ruf vazifesini yerine getirmezse, kalbinden Allah korkusu sökülür.”
“Bir kimse, kendi malını yok yere israf ederse, hacredilir. Malı elinden alınır. Ya müslümanların malını israf edenlere ne yapılacak?”
RABİA-İ ADEVİYE
Çok ağlardı, çok mahzundu...
Çok defa şöyle derdi: “İstiğfar etmekle kurtulduk sanırız. Halbuki o istiğfarımız da, bir başka istiğfara muhtaçtır.”
Namazda, sessiz sessiz ağlardı. Secde ettiği zaman, secde yerine gözyaşı göllenirdi.
Kaynak: Ilkadim dergisi, 01-2004
Gerçekte kilise ve devlet çatışmasıyla ortaya çıkan bu kavramın Batı’da anlaşılan muhtevası ile bizde anlaşılan şekli arasında çok ciddi çelişkiler görüyoruz.
Kilisenin, topyekun bir dünya görüşüne sahip olmadığı, daha çok bir ahlak öğretisi merkezinde faaliyet alanı olan bir karaktere sahip olduğu biliniyor. Öte yandan pozitivizm ve materyalizm akımlarının kasıp kavurduğu, dünya hayatından başka hayat tanımayan nesillerin yoğunlaştığı Batı için, laikliği tarif etmek ve sistem içerisine oturtmak hiç de zor olmamıştır.
Her türlü ahlaksızlık ve rezilliğin sorunsuzca yaşandığı Batı’da aynı zamanda kilisenin devletten bağımsız kendi özel fonlarıyla faaliyet yaptığını, hatta Amerika’da kendi din eğitimlerini kendileri üstlenen eğitim kurumlarının, üstlenmiş olsaydı devlete ödemeleri gereken 6.000 küsur Dolar vergiyi verme yükümlülüğünü kaldıran kanunun yürürlüğe girmesini dikkate aldığımızda, laikliğin bir sorun teşkil etmediğini görüyoruz.
Bize gelince; bizim inancımız topyekun bir dünya görüşüne sahiptir. Bizim ahiret diye bir kaygımız vardır. Ahlakî öğretilerin yanında muamelatta da gereğini yerine getirmekle mükellef olduğumuz kurallarımız ve önceliklerimiz vardır.
“Ardından bir nesil geldi, namazı terkettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte onlar Ğayya kuyusuna atılacaklardır.” (Meryem, 59) ayetine muhatap olan bir kuşak, kıblelerini Batı’ya çevirince, dini hayattan tecrid etmek için laiklikten uygun bir kavram bulamadılar. Hayatlarını dine göre düzenlemek isteyenlere de çağdışı, mürteci, yobaz yakıştırması yaptılar. Böylece eğitimden ticarete kadar her alanda Allah’ı asla hatırlatmayacak, dini tecrid edecek düzenlemelerle, hayatımız ancak dünya hayatıdır diyen, ahiret kaygısı olmayan, şehvetlerinin peşinde sürüklenen genç beyinler yetişecekti.
Bunun için çok çaba sarfettiler. Körpe beyinler, dinden tamamen soyutlanacak bir eğitim sürecini yaşadı bu ülkede.
Ancak zamanla dini, kültür ve motifler bazında da olsa hayattan tamamen koparamayacaklarını anlayınca münafıklığa başladılar. Burada da laiklik en iyi istismar aracı olarak gündemdeki yerini korudu.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip; ‘bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar (iman-küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten küfre saplananlar bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa, 150-151) kelam-ı ilahisi bu tavrı net bir şekilde tasvir ediyor. Onlar kabul edebilecekleri dini motifler için, kültür namına yahut siyasi popülizm adına vize veriyorlar. Ama iman, amel ve gönülden boyun eğmeyi gerektirecek hususlarda ise laikliğe aykırılık yaftasını boyunlara asıyorlar.
Mü’minin dünya görüşünde, zerreden kürreye her şey Allah’ın mülküdür. Eğitimden ticarete, sanattan sanayiye kadar her konumda, Cenab-ı Hakk’a şükredip nimetlerini tefekküre, O’na duyulacak minnete sevkedici hadiselerle kuşatıldığını görür mü’min.
Oysa, körpe dimağlar besmelesiz bir eğitimle o saf ve terü taze zihinlerini eğitime açıyorlar. Her biri Cenab-ı Hakk’ın kudret göstergeleri olan, her biri onun eşsiz sıfatlarının tecellilerine makes bulunan fen, sosyal, matematik, coğrafya, psikoloji vs. gibi pozitif nam verilen ilimler, adeta onu hiç hatırlatmamak için özenle seçilmiş, donuk, kısır taraif ve formüllere hapsedilerek sunuluyor. Neslimiz, hayatlarının en verimli çağlarında kuru formüllerle, faydasız bir yığın bilgilerle zihinlerini doldurmakla meşgulken, laik kahramanlar göğüslerini kabartacak, yüz akı bir ilerleme ile bu millete ne kazandırdıklarını bir anlatsalar da dinlesek!
Ekonomik ve sosyal bağımsızlıkta bir arpa boyu yol alabildiler mi dersiniz? Oysa dünya hayatına talip oldukları için en azından batılıların seviyesinde bir dünya inşa etmeleri gerekmez miydi?
Yoksa, onların çarkında yetişen nesilden bol bol hortumcular, caniler, hırsızlar mı türedi bu ülkede.
Ortaokul çağlarına kadar inen uyuşturucu ve fuhuş hadiseleri nasıl zuhur edebildi dersiniz?
Şairin dediği:
“Dünyamızı yamadık yırtarak dinimizden,
Din de gitti, dünya da gitti elimizden.” beyti özlü bir izah getiriyor.
Laikliğin bizde uygulanan şekliyle en baskın karakteri dinle devlet işlerini birbirinden ayırmak değil, kişilik bütünlüğünü parçalamak, dindar insanları rencide edici saplantıları kanunların yorumu olarak sunmak, dini hayatın en görünmez tarafına sıkıştırıp izole etmek olmuştur.
Bu durum, bir savaştan daha ağır bir tahribat yaptı ülkemizde. Hakikaten laikliğin bu olumsuz yorumları iliklere kadar işlendi. Zihinlere yerleştirdiği çelişki ve ikilemlerin darbesinden etkilenmeyen bir fert neredeyse kalmadı. Okulda, evde, pazarda bütün öncelikleri dünyaya göre dizayn edilmiş insanımız, hep bu ikilem tokmakları arasında sarsılıp duruyor.
ONLAR BÖYLEYDİ
İMAM BUHARÎ
İlmiyle amil bir alim. Allah’tan utanıp, ayak yoluna gitmemek için az yerdi. Diyor ki:
- “İsterim ki; Rabbime kavuştuğum zaman, hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramaya.”
Buhari Şerife yazdığı her hadisi şerif için, iki rekat şükür namazı kılmıştır.
YEZİD B. HARUN EL-VASİTÎ
O, namaza dururken sanki bir mermer sütundu.
Şöyle derdi:
- “Bir kimse, vakti gelmeden baş olma sevdasına kapılır, elde etmeyi isterse, vakti gelince ondan mahrum kalır.”
Çok güzel iki gözü vardı, birini kaybetti, öbürü fersiz kaldı, sebebini sorana şöyle derdi:
- “Onları seherlerde, hüzün ağlayışları götürdü.”
YUNUS B. UBEYB
Derdi ki: “İki şey var ki, bir kulda bunlar tam olursa, kalan bütün halleri tamam olur. O iki şeyin biri, namaz, öbürü de dil.”
Derdi ki: “Dilini yersiz sözlerden esirgeyen herkes; bu iyi işine karşılık; mutlaka, diğer amellerinin düzelmesini bulur.”
ABDULLAH B. AVN
Şöyle anlatırdı: “Akıllı olana; bir kimseyi, işlediği hata için azarlamak yakışmaz. Şu zamanımızda ise durum bu... Kim birini azarlarsa, daha şiddetli azarı, bir başkasından kendisi duyar.”
Bir gün annesi çağırdı. Karşılığını yüksek sesle verdi. Buna çok üzüldü. Hemen gitti, yüksek sesine keffaret olsun diye, iki köle azat etti.
Kendisinden çok güzel koku gelirdi. Temiz ve güzel giyinirdi.
ABDULLAH SURÎ
Onun sözlerinden bazıları şöyledir:
“Kalbin bir ağrılı hastalığı vardır. O hastalığı yalnız Allah sevgisi dindirir.”
“İhtiyaç olmadığı şeylere nefsini zorlayan kimse, muhtaç olduğu şeyleri kaybeder.”
“Bir çokları, kulluk iddiasında... Ama, ayara vurulunca rububiyet iddiasında oldukları açığa çıkıyor.”
“Hak erlerinin en büyük huyu; halka iyi zandır. Sen de onlardan biri olmak istersen, insanları kötü zannından emin kılmalısın.”
ABDULLAH B. ABDÜLAZİZ
Derdi ki: “Allah’tan gafil olmanın bir çok şekli vardır. Biri şu ki: Allah’ın sevmediği bir işin yapıldığını görürsün. Fakat insanlardan korktuğun için mani olmazsın.
Bir kimse, kullardan korktuğu için emr-i ma’ruf vazifesini yerine getirmezse, kalbinden Allah korkusu sökülür.”
“Bir kimse, kendi malını yok yere israf ederse, hacredilir. Malı elinden alınır. Ya müslümanların malını israf edenlere ne yapılacak?”
RABİA-İ ADEVİYE
Çok ağlardı, çok mahzundu...
Çok defa şöyle derdi: “İstiğfar etmekle kurtulduk sanırız. Halbuki o istiğfarımız da, bir başka istiğfara muhtaçtır.”
Namazda, sessiz sessiz ağlardı. Secde ettiği zaman, secde yerine gözyaşı göllenirdi.
Kaynak: Ilkadim dergisi, 01-2004