Bey'at - intisab

Turab3

Well-known member
BEY'AT - İNTİSAB

SORU: İnâbe ve bey'at nedir, aralarındaki fark nedir? Dindeki konumları nedir?

CEVAP: İnâbe, Allah'a dönmek demek... Münîb, derler, inâbe eden kimseye... Tevbe de dönmek demek... Tevbe ve inâbe, yanlış yolu bırakıp Allah'ın sevdiği yola yönelmek demektir.

İnâbe, bir insandaki iç değişikliğini sembolize ediyor, onu gösteriyor. Bey'at ise; bir mürşide, bir şeyhe gidip onun eğitimini kabul ettiğini, onun ustalığını, hocalığını kabul ettiğini bildirip, "Ben sana tâbîyim!" demektir. Bey'at bir anlaşmadır, sözleşmedir. Hattâ el tutularak yapılır.

Peygamber Efendimiz'in sahâbesi (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn), Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiş, elini sıkarak sözleşmişlerdi.

--Nerede?..

Birinci Akabe Bey'ati, İkinci Akabe Bey'ati, Hudeybiye Bey'ati gibi umûmî bey'atler var... Şahsî bey'atler var, grup bey'atleri var... El tutarak söz vermek sûretiyle... Kadınların bey'ati var, erkeklerin bey'ati var...

Bey'at demek, sözleşme demek... Yâni, hukûkî bir form kazandırıyor inâbesine, dönüşüne... Ve birisine bağlandığını ifade ediyor. Fark budur aralarında...

Dindeki konumları: Peygamber Efendimiz (SAS)'e bey'at etmeyi ayet-i kerimeler bildiriyor:

(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) [Muhakkak ki sana bey'at edenler gerçekte Allah-u Teala'ya bey'at etmişlerdir.]

(İzâ câekel mü'minâtü yübâyi'neke alâ en lâ yüşrikne billâhi şey'en) [Mü'min hanımlar Allah'a hiç bir ortak koşmamak üzere bey'at etmek için sana geldikleri zaman...] gibi ayet-i kerimelerde mübâyaa vardır.

(Lekad radıyallahu anil mü'minîne iz yübâyiûneke tahteş şecereti) [Allah ağaç altında baş eğerek sana bey'at eden mü'minlerden râzı olmuştur.] ayet-i kerîmesi gibi ayet-i kerimeler vardır. Yâni, Kur'an-ı Kerim'den bir hakikattir. Elbette o devrin insanının Peygamber Efendimiz'e bağlanması gerekli idi. Kur'andandır, dinin esaslarındandır.

Bu zamanın insanı ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz var iken, bir müslümanın Peygamber Efendimiz'e bağlanması gerektiğini hepimiz kabul ediyoruz, itiraz duygusu gelmiyor içimizden... Peygamber Efendimiz'den sonra ne olacak?..

Ne olduğuna bir bakalım: Peygamber Efendimiz'den sonra Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'e bağlanılmıştır. Ondan sonra, Hulefâ-yı Râşidîn'e bağlanılmıştır. Ondan sonra, bir zorbalık devri gelmiştir. Medine-i Münevvere'nin mescidinin kapılarında silâhlı askerlerin durup, "İlle Emevî hükümdarına bey'at edeceksiniz! Etmezseniz kafanızı keseriz!.." diye zorbalıkla, zorla tâbî kılmaları olmuştur. Tabii, bu esas bey'at değildir.

Bu bakımdan, alimler ile yöneticiler arasında zaman zaman çeşitli ihtilâflar çıkmıştır. Haccâc-ı Zâlim Mekke-i Mükerreme'yi muhasara edip, Abdullah ibn-i Zübeyr'i şehid etmiştir. Yezid ibn-i Muâviye zamanında, Peygamber Efendimiz'in torunu Hazret-i Hüseyin Irak'a çağrılmışken, çoluk çocuğu ile beraber katliama uğratılmıştır.

Tabii, o zaman onlara yapılan bey'at, sağlam, hakîkî ve kalbi rahatlatan bir bey'at olmuyor. O zamandan itibâren evliyâullaha, din alimlerine bey'at etmişlerdir ve edilmesi gerekir.

SORU: İslâm ümmetinin bir tek lidere bey'at etmesinin hükmü nedir?

CEVAP: Bütün ümmetin bir lidere bey'at etmesi gerekir. Buna imâmet-i kübrâ veya hilâfet makamı derler. İslâm'ın ilk zuhurunda öyle oldu. Asırlar geçtikten sonra bir ara öyle olmuş gibi idi. Sonra halifelik lağvedildi.

Bu durum şimdi fiilen öyle değil... Namaz kılmak farz olduğu halde, insanların namaz kılmadığı gibi bir durum... Böyle bir lideri müslümanların mutlaka edinmesi lâzım!..

Bu bağlanılan şahıs, alim olacak, kâmil olacak, fâzıl olacak, bilgin olacak... Bir çok vasıfları olması lâzım!..

SORU: Bey'at kimlere yapılır, intisab kimlere yapılır; açıklar mısınız?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de bu kelimelerin hepsi de Peygamberimiz hakkında kullanılmış olabiliyor:

(Ellezîne yettebiûner rasûlen nebiyyel ümmiyye) ayet-i kerimesinde ittibâ kelimesi geçiyor.

(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) "Sana bey'at edenler Allah'a bey'at etmişlerdir." diye bey'at kelimesi geçiyor.

Demek ki, ittibâ olabilir, iktidâ olabilir, bey'at olabilir, mübâyaa olabilir. Kelimeler muhtelif kelimeler olabilir. Şair şöyle diyor:

Kadd-i dildâra kimisi ar'ar dedi kimisi elif,
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif...

Uzun boylu kimseye kimisi elif boylu der, kimisi selvi boylu der, kimisi kavak gibi der; hepsi uzun boylu olduğunu demek istiyor. Bu bey'attan, intisâbdan, ittibâdan, iktidâdan maksad, bir insanın bir başka insana bağlanmasıdır. Bu bir tane olur. Zâten bir kaç tane yere bağlılık olsa, bağlılık olmaz, arada kalır. Bir kolundan birisi çekiştirecek bu tarafa, öteki kolundan ötekisi çekiştirecek şu tarafa; olmaz böyle şey!.. İttibâ, iktidâ, bey'at, intisab hepsi bir yeredir. Tekdir, bir tanedir. Peygamber Efendimiz'in zamanında da bir taneydi.

Peygamber Efendimiz'den sonra Hulefâ-i Râşidîn geldi, insanlar onlara bey'at ettiler. Hazret-i Ali Efendimiz'den sonra ihtilâflar çıktı. Ondan sonra Emevîler geldi, ondan sonra Abbâsîler geldi. Şöyle oldu, böyle oldu, derken işler karıştı. Zalimler ve kendisine ittibâ, iktidâ, intisab ve bey'at edilmesi hakları olmayan kimseler zorla bu işi yaptırdılar.

Zalim valinin adamları Medine-i Münevvere'nin kapılarına dikilmişler, ashâb-ı kirâmı tehdit etmişler: "Emevî hükümdarına tâbî olmazsanız sizi keseriz!" diye...

Şimdi bu gibi durumlar, zorbalık durumlarıdır. Aslında Peygamber Efendimiz'in varisleri İslâm'ı en iyi bilen alimler olduğu için, bey'at da, ittibâ da, iktidâ da, ittibâ da; ne kelime ile olursa olsun bağlanmak alimlere olacak. O da Allah rızâsı için, onlar Allah'ın dinini anlattıkları için olacak.

Böyle çeşit çeşit farklar ortaya atmak yeni çıktı. "Evvel yoğ idi iş bu rivâyet yeni çıktı." Yoktu böyle bir şey, sonradan sonraya bir şeyler çıktı. Kendisi derviş, bu sefer kendisi bey'at almağa kalktı. Öyle şey olmaz ki! Şeyhi varken dervişin bey'at almaya hakkı yok ki!.. Yanlıştır.

SORU: Bey'at ve intisabı izah eder misiniz; bunlar aynı mıdır? Tarikattaki intisab bey'at midir?

CEVAP: Bey'at ve intisab aynı şeydir. Peygamber Efendimiz zamanında da aynıydı, Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz zamanında da aynıydı. Öyle gidip dururken, politikacılar çıktılar, iktidarı zorla aldılar, saltanat usûlüne çevirdiler. Ama ehl-i iman ve irfan hiç onlara kulak asmadan, kıymet de vermeden çalışmalarına devam ettiler. Herkes de bildiği yere bağlandı.

Şimdi de, bazı siyâsîler bu işi ayırmaya başladılar; çünkü, işlerine gelmiyordu. Aslında bunun yanlışlığını mantığınızla siz de bulabilirsiniz: Bir insan bir şeyhe intisab etse, bir de bir siyâsîye bey'at etse; şeyhi şu işi yapma dese, siyâsî yap dese, hangisini dinleyecek?.. İki otoriteye bağlılık var mıdır?.. Hukukta böyle bir mekanizma biliyor musunuz?..

SORU: İntisab ve bey'at aynı kişiye mi yapılır?

CEVAP: Evet, aynı kişiye yapılır. Bir insanın bir yere bağlılığı olur. Peygamber (SAS) Efendimiz'in zamanını düşünün!.. Peygamber Efendimiz'in zamanında insanlar iki kişiye mi bağlanıyordu?.. Hayır bir tek kişiye bağlanıyordu, Peygamber Efendimiz'e bağlanıyordu. Zâten bir kaç kişiye bağlandı mı insan; o başka şey söylerse, bu başka şey söylerse, ne olur?.. O zaman ya bunu dinleyecek, ya ötekisini dinleyecek. Birisini dinleyince, ötekisini dinlememiş olacak, ona bağlılık olmayacak. Dinlemediği insana bağlılık olur mu?.. Olmaz.

O bakımdan, intisab ve bey'at ayni şeydir. Bir kişiye olur ve o şekilde devam eder.

Bu intisab ve bey'atın ayrılığı hikâyesini uydurma olarak yakın zamanda particiler çıkarttılar. Şeyhe bey'ati reddetmek için ve tasavvuftan fırlayıp çıkmış olarak. "Bu ayrıdır, bu ayrıdır..." gibi hikâyeler söylediler, olmayan şeyleri söylediler.

Halbuki, Sultan Ahmed bile gelmiş, Aziz Mahmud-u Hüdâî'ye bey'at etmiş. Demiş ki:

"--Efendim, isterseniz padişahlığı da bırakayım!.."

"--Hayır evlâdım, padişahlığa devam et!" demiş.

Ama ona bağlanmış. Bu meseleyi anlayamadıkları için karıştırdılar, işi berbad ettiler. Bid'at çıkardılar, mahvettiler. Erbâb-ı tasavvufu da darılttılar kendilerine...

SORU: İntisab ile bey'atin aynı kişiye yapılması gerektiğinin fıkhî delillerini söyler misiniz?

CEVAP: Peygamber SAV Efendimiz'in çağında, insanların hepsi Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı ve bu bağlanmaya bey'at deniliyordu. Meşhur bey'atlerden birisi Akabe'de olmuştur. Peygamber Efendimiz, hac için Mekke'ye gelmiş olan civar şehirlerin ahalileriyle konuşup, onlara İslâm'ı anlatıyordu. Ve bu anlatmadan sonra, onların müslüman olmasını istiyordu. Bir grup hacı bunu kabul etmişler ve Akabe denilen, Mekke'ye çok yakın bir yerde, kendisine bağlılıklarını beyan etmişlerdi. Buna I. Akabe Biatı diyoruz.

Ondan sonra, daha geniş bir grup halinde Mekke'ye gelmişlerdi; II. Akabe bey'ati olmuştu... Daha sonra Hudeybiye'de bir bey'at olmuştu. Hudeybiye'de bütün ordu mensupları tekrar Peygamber Efendimiz'e bağlanmışlardı.

Demek ki bey'at, bağlılık demektir. İntisab da bağlılık demektir. Peygamber Efendimiz zamanında böyle, bey'at ile intisab kelimeleri arasında bir ayrılık düşünülmüyordu. Bunu bir siyâsî parti çıkarmıştır bizde... Kendisi politik eğitimini yaparken; "Bey'at başkadır, intisab başkadır, imamette iktida başkadır... Camiye gelen, imamın arkasına 'Allahu ekber' diye durur; buna imamette iktida derler. Tasavvuf terbiyesi almak için bir şeyhe bağlanır; buna intisab derler. Ama bey'at, bir politikacıya olması lâzım." demişlerdir.

Bu kendilerinin görüşleridir, İslâmî görüş değildir. Çünkü, İslâm'da politikacıya tabi olmak yoktur, Allah'a tabi olmak vardır!.. Allah'a tabi olmak, Rasûlullah'a tabi olmakla olur... Bir politikacıya bağlanmak, lâik bir şeydir. Aslında İslâm, dinin esaslarına göre hareket etmeyi amaçladığı için; İslâm fıkhı, "Dinin emirlerini en iyi bilen insanlara bağlanmak, böylece Kur'an'ın emirlerine göre yaşamak mümkün olur." diye düşünmek durumundadır.

İslâm, hangi grup olursa olsun --küçük-büyük-- mutlaka birisinin başkan olmasını emrediyor, düzeni emrediyor. Namazda nasıl birisi öne geçip namazı kıldırıyorsa, onun gibi düzenli olmayı emrediyor. Meselâ, siz 10-15 kişilik bir grupsunuz, seyahat ediyorsunuz. Peygamber SAV buyuruyor ki:

(İzâ sâfertüm fel yeümmeküm akraüküm) "Sefere çıktığınız zaman, Kur'an'ı en çok bilen, Kur'an'a en çok aşina olan kimse size imamlık etsin; (ve in kâne asğaruküm sinnen) yaşça en küçüğünüz olsa da!.. (Ve izâ emmeküm fehüve emîruküm) İmamlık yaptığı zaman da, emirleri de odur."

Demek ki, imamla emir aynı kimsedir ve Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilen kimsedir. Bu bir hadis-i şeriftir. Fıkhî delilini soruyordu soruyu soran...

İkinci bir delilim şudur ki: Peygamber SAV Efendimiz, bir kısım insanları bir sefere gönderiyordu. Gidecek insanların hepsini tek tek yanına aldı, konuştu. Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bildiklerini sordu. "Kur'an-ı Kerim'den ne kadar biliyorsun? Ezberin ne kadardır?" diye. Nihayet bir genç geldi karşısına... Peygamber SAV Efendimiz, ona da sordu:

"--Kur'an-ı Kerim'den ne kadar bilgin var? Nereleri ezbere biliyorsun?" dedi.

O genç dedi ki:

"--Yâ Rasûlallah, şunları şunları biliyorum; bir de Bakara Sûresi'ni ezbere biliyorum!" dedi.

Bakara Sûresi --biliyorsunuz-- Kur'an-ı Kerim'in Fâtiha'dan sonra gelen, 286 ayetlik, 2,5 cüzlük, 50 sayfalık büyük bir bölümüdür. Ve umumiyetle fıkıh ahkâmını ihtiva eden bir bölümüdür. Peygamber Efendimiz ona memnunlukla sordu:

"--Bakara Sûresi'ni biliyor musun?!.."

"--Evet biliyorum!" dedi.

"--(İzheb, fe ente emîrühüm!) Madem böylesin, o halde git, onların komutanı sensin!" buyurdu. Yâni, "Genç olduğun halde, madem ki Kur'an'ı en iyi biliyorsun; emirleri sensin!" buyurdu.

Çünkü, müslümanın ana mantığı Allah'a itaat etmektir, Allah'ın emirlerine uymaktır. Allah'a isyan etmekte, kula itaat edilmez!... Babası da olsa, kocası da olsa, hocası da olsa, başbuğ da olsa, başkan da olsa... Şu da olsa, bu da olsa; yasak bir şeyi emredemez ve emrederse, ötekisi de dinlemez. Bu bizim kanunlarımızda da vardır. Amir memuruna, gayr-i kanûnî bir şeyi emredemez. Memur gayr-i kanunî bir şeyi yaparsa yine mes'ul olur diye kanunlarımızda da vardır. Yâni bu doğru bir şeydir.

O bakımdan, bir seferde Peygamber Efendimiz bir kimseyi başkan seçmişti. "Sen başkansın, bunların başkanısın!" demişti. Onun üzerine, o şahıs kapris yaptı bir yerde; kızdı yönettiği insanlara:

"--Odun toplayın!" dedi.

Herkes odun topladı, başkan emretti diye...

"--Ateş yakın!" dedi.

Ateşi yaktılar...

"--Girin içine!" dedi. "Ben emrediyorum, emirinizim; Peygamber beni emir tayin etti. Girin bunun içine!.." dedi.

Bir onun yüzüne baktılar, bir ateşe baktılar... Dediler ki:

"--Biz ne senin sözünü dinleriz, ne ateşe gireriz, ne de bu işi burada bırakırız! Biz gidip bunu Rasûlüllah'a soracağız." dediler.

Geldikleri zaman Peygamber Efendimiz'e sordular:

"--Yâ Rasûlallah, sen onu bize emir seçmiştin. O bize ateşe girmeyi emretti. Sözünü tutup ateşe girmemiz mi lâzımdı?.." dediler.

"--Hayır!" dedi Peygamber Efendimiz... "Hayır, girmeniz lâzım değildi. İtaat ancak Kur'an-ı Kerim'in, şeriatin uygun gördüğü noktadadır. Ona uygun olmayan noktada itaat bahis konusu değildir." dedi.

O halde dinini bilmeyen bir kimse başkan olur da dine uygun olmayan emirler verirse, ötekilerin ona itaat etmesi zaten gerekmez. Çünkü, hakimiyet Allah'ındır; kulun Allah'a itaat etmesi gerekir.

SORU: "Bey'at şeyhe yapılır." diyorsunuz. O halde 12 tarikat var ve başlarında şeyhler var... O zaman herkes baş olmak ister; emir nasıl seçilecek?.. Akşemseddin ile Fatih'in durumu açıklar mısınız?

CEVAP: Bey'at Peygamber Efendimiz'in varislerine yapılır. Peygamber Efendimiz'in varisleri de kendi aralarında birbirleriyle irtibatlıdır. Herbiri öyle baş olmak istemez, bil'akis herkes baş olmamak ister orada... Oranın usulü, orda herkes baş olmamak ister, kenara çekilmek ister ama; (El emrü fevkal edeb) emrolunduğundan, vazife geldiğinden, irşad vazifesi kendilerine yöneltildiğinden, boyunlarını bükerek Allah'ın yoluna hizmet ettiklerinden öyle yaparlar. "Öbür kardeşim benden daha üstündür; ona ittibâ edelim!" derler.

Evliyaullahın kendi aralarında da sistemi vardır. O bakımdan, bir karışıklık olmaz. Asıl karışıklık alim olmayan şahıslara uyulduğu zaman olur. Çünkü, alim olmayan insanlar milyonlarcadır, milyarlarcadır. Hangi birine uysan, herkes bir baş olmak istiyor. Baş olduğu zaman da kurum kurum kuruluyor, çalım satıyor. O bakımdan, asıl karışıklık o zaman çıkar ve ondan çıkıyor.

Bir devletin başına filânca geçiyor, öteki devletin başına ötekisi geçiyor; harbediyorlar. "Neden harbediyorsunuz?" diyorsun, bir sebep buluyor. Bir cihangirlik arzusu, bir kavga; böyle gidiyor.

Onun için, asıl ittibâ Allah'adır. Allah'ın emrini en iyi bilen kimseye ittibâ olunur. Bir insanın imam olması için, önder olması için, emir olması için sıralama vardır. O sıralamada Arapçayı bilmek, Kur'an'ı en iyi bilmek, hadisi en iyi bilmek, ictihad yapabilecek kadar fıkıh bilgisine sahib olmak gibi hususlar vardır. Bunlara sahib olmayan kimselere ittibâ sahih değildir. Onların amacı bir makamı elde etmektir, gasbdır.

Akşemseddin'le Fatih'in durumu çok klasik bir misal oldu şimdi... Doğru bir misal değildir. Fatih de o zamanın halifesine bağlı bir kimseydi. O inceliği bilmediği için, millet yalan yanlış misaller veriyor. Halifeye bağlıydı, halifenin bir emiriydi. Halifeden ferman alıyorlardı. Osmanlı hükümdarları halifeden ferman alarak vazifeye başlamışlardır. Kendisi baş değildir, tâbîdir. Asıl baş olan halifedir.

Onun için, bu misal yanlış bir misaldir.

SORU: Cihad emirliği ile şeyhlik bir arada bulunabilir mi?

CEVAP: Cihad emiri tabiri yeni çıkmıştır. Bizim siyâsîlerin uydurmasıdır. Emir emirdir her yerde... Üç kişi bir seyahate çıksa, içlerinden birini idareci seçerler; ona da emir derler. Cihad emiri, olsa olsa cihadda ordunun başına getirilmiş kişi demek olur.

Şeyhlik zâten emirlik demek!.. Şeyh, Arapçada ihtiyar, itibarlı kimse, kabilenin başkanı demek... Mürid ona geliyor, bey'at ediyor, itaat ediyor, iktidâ ediyor; sahâbenin Peygamber Efendimiz'e bağlandığı gibi...

Bağlılıkta söz dinleme olmazsa, bu itaat hokkabazlıktan öteye gitmez ki!.. Bu bağlılığın ne kıymeti kalır?.. Evvelâ itaat edecek, her şeyiyle itaat edecek, tam mânâsıyla itaat edecek... Hattâ büyüklerimiz diyor ki: (Kel meyyiti beyne yedeyil gassâl) "Ölü yıkayıcısının elindeki ölünün, ona teslim olduğu gibi teslim olacak!" Yap dediğini yapacak, dur dediği yerde duracak... "Gece uyuma!" dediği zaman, uyumayacak... "Şu tesbihi çek!" dediği zaman çekecek... "Mutfakta bulaşık yıka!" dediği zaman, yıkayacak... "Git kuşları tedavi et, köpeklerin yaralarını temizle!" dediği zaman, temizleyecek... Söz dinleyecek ki, yetişecek.

Cihad emirliği - şeyhlik ayırımı sonradan çıkmıştır. Eskiden yokken, kendilerine bir pay çıkarmak için, sonradan ortaya çıkartmışlardır.

SORU: Merhum Said Havva'nın Saddam'a bey'at ettiği söyleniyor; doğru mu?

CEVAP: Böyle bir şey yaptı mı, yapmadı mı bilmiyorum. Eğer böyle bir şey yapmışsa bile, zorbalıkla yaptırılmıştır. Adam belâlı bir adam olduğundan, silahı dayamıştır, "Sen meşhur bir alimsin, böyle söyleyeceksin!" demiştir. Demediyse bile, dedi demiştir. Onun için mâzurdur. Yoksa haksız bir şeyi yapmayacağını tahmin ettiğim, sevdiğim bir alimdir. Allah mekânını cennet eylesin.

SORU: Bir zât demiş ki: "Kadının şeyhi kocasıdır, bir mürşide rabıta edemez!" Öyleyse, kadının intisabı nasıl olacak?

CEVAP: Bu söz doğru değildir. Kadının şeyhi kocası değildir. Keşke her koca şeyh olacak kadar mükemmel olsa... Nerde?.. Kimisi kadını yanlış yollara bile götürmeğe uğraşıyor. Öyle bir şey yok...

Peygamber (SAS) Efendimiz'in zamanında kadınlar da gelip Peygamber Efendimiz'e bağlanıyorlardı. Ayet-i kerime ile sabit... Bismillâhir rahmânir rahîm:

(İzâ câekel mü'minâti yübâyi'neke) "Ey Rasûlüm, mü'min hanımlar sana bey'at etmek için geldiklerinde; (alâ en lâ yüşrikne billâhi şey'en) Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmamak üzere; (ve lâ yüsrıkne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehünne) hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek ve evlâtlarını öldürmemek üzere; başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek üzere, (febâyi'hünne) onlarla bey'atlaş, onların bey'atlarını kabul et! (vestağfir lehünnellàh) Onlara Allah'tan mağfiret iste, onlar için dua et! " deniliyor.

Demek ki, Peygamber Efendimiz'in zamanının hanımları da, beyler gibi Peygamber Efendimiz'e gelip bağlanıyorlardı. O halde Peygamber makamının, irşâdın vazifesi üzerinde olan kimseye, erkeklerin bey'at ettiği gibi kadınların da bey'at etmesi lâzımdır.

Mürşidine rabıta da eder. Onun bir mahzuru yoktur. Eğer kalbinde bozukluk olan kimseler varsa, o zaman evliyâullah büyüklerimizle beraber düşünsün mürşidini karşısında... Bir cami gibi mübarek yerde düşünsün!.. Kendisi ikinci katta, kadınlar mahfilinde, kafesli yerde olsa... Hocası karşıda vaaz ediyor olsa... Evliyâullah büyüklerimiz, sahabe-i kiram, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz, Selmân-ı Fârisî Efendimiz sıralanmış olsa; o zaman bir kötülük bahis konusu olur mu?..

O da yetmezse yanında kocasını düşünsün, çocuğunu düşünsün... Ailecek gelmişler, mürşidinin, evliyâullahın huzurunda duruyorlar diye düşünsün... Mühim olan onu düşünmek, ona bağlılık... İlle böyle bir fitne fesat bahis konusu değil... Bunları bilmedikleri için, olmaz diyorlar. Akıllarına takılıyor, takılınca da kalıyor.

Kitaplarımızda hanımların bey'atinin nasıl olacağı da belirtilmiştir. Hanımlar bey'at eder ama, musafaha yoktur. Peygamber efendimiz hanımlarla musafaha etmemiş, el tutmamış. Onun için biz de tutmuyoruz. İslâm'da hanımların elini tutmak yoktur. Bu Batı'dan gelme bir adettir. Böyle bir şey yoktur, musafaha olmadan intisab vardır.

Bu şeyhlik ve müridlik, öğretmen ve öğrenciliktir muhterem kardeşlerim!.. Cennetin yolunu öğrenecek, cennete varacak... Cehenneme düşmemenin usûlünü öğrenecek, cehennemden kurtulacak... Nefsin oyunlarını bilecek, nefsin oyunlarına tâbî olmayacak... Şeytanın oyunlarını bilecek, şeytana kanmayacak... Allah'ın yolunda yürüyecek, Allah'ın sevgili kulu olacak... Ma'rifetullaha erecek, Allah'ın rızâsını kazanacak, öyle gidecek... Bunu öğrenmesi lâzım, öğretmek lâzım!..

--Kız çocuklarımızı Kur'an kursuna gönderiyor muyuz, göndermiyor muyuz?..

Gönderiyoruz, Kur'an'ı öğrensin diye... Şartları sağlandığı zaman, şartlarına riayet ederek hanımların da yetişmesi lâzım geldiğinden, kadınların intisabı vardır. Kadınlar da rabıta ederler. Alıntıdır..
 

Turab3

Well-known member
BİD'AT - SÜNNET

SORU: Bir bid'atin bid'at olduğunu biz nereden anlayacağız?

CEVAP: Bu ilim işidir, herkes anlayamaz. Karşına getirilen renkli parçanın cam mı, elmas mı olduğunu sen anlayabilir misin?.. Bir paranın kalp mı, hakîkî para mı olduğunu sen anlayabilir misin?.. Anlayamazsın. Her şeyin bir mütehassısı vardır, her işin mütehassısı vardır. Bid'ati anlamak için sünneti bilmek lâzım, dini bilmek lâzım, dinde fakîh olmak lâzım!...

Onun için müslümanların en kıymetli varlıkları alimlerdir. Hayrı şerri bilmez yanlış insanlara tabi olsalar, yanlış yollara götürürler. Onun için, bir alime sorulur; şu şöyle midir, böyle midir diye... Fakat, mümkün olduğu kadar da hadis-i şerifler okunur. İşte fetvâ kitapları var, muhtelif hocaefendilerin çıkarttığı... Meselâ, ÇGünümüzün Meselelerine FetvâlarÈ diye Halil Gönenç Hocaefendi'nin, sevdiğimiz hoca kardeşimizin kitapları var; üç cild çıktı. Merak edip bu meseleleri tâkib etmek lâzım, yazıp çizmek lâzım!..

SORU: Nazara karşı geleneksel olarak kurşun dökmek, muska yazmak gibi şeyler ve bu işleri yapanlara inanmanın hükmü nedir?

CEVAP: Duanın, dualı çörek otu taşımanın hadis-i şeriflerde önemi anlatılmış. Kurşunu duymadım, okumadım. Kurşun dökmenin bir aslı olduğunu sanmıyorum. Ama dualar etmek olabilir. Kulhuvallah, Kul eûzü birabbil felak ve Kul eûzü birabbin nâs sureleri okunabilir. Bu sûreler böyle her çeşit şeytanlardan, cinlerden gelecek mânevî musibetlere, şerlere karşı koruyucudur. Bunları okursunuz, Allah'ın lütfuyla korunursunuz.

SORU: Mezarlar üzerine mermer gibi maddelerden kasalar vs. yapılıyor; doğru mudur?

CEVAP: Doğru değildir. Peygamber Efendimiz (SAS), mezarlıkların sade olmasını tavsiye etmiştir. İsraftır, yazıktır. Öbür tarafta müslümanlar açıkta kalyor, açlıktan ölüyor; burda ev parasından fazla para veriliyor mezara... Yazıktır.

SORU: Bizim camide ezan okunurken, bir köpek devamlı uluyor; hayır mıdır, şer midir?

CEVAP: Tabii, köpeğin işi ulumaktır, havlamaktır. Bir şey değil... Belki ezanın manâsından etkileniyordur. Onun da duygulandığı bir şeyler vardır. Ondan bir uğursuzluk çıkarmak yasaktır. İslâm'da uğursuzluğa yormak, teşe'üm yoktur. O bakımdan "Köpek uludu... Baykuş öttü..." gibi şeylerden ters mânâ çıkarmamak gerekiyor.

SORU: Bir ölünün arkasından cemaate yemek vermek var mı?

CEVAP: Bu yapılmayacak bir şey değil, ölüye hayır olsun diye yapılabilir ama, "Hele hele vefat eden kimsenin o vefat ettiği günde, asıl cenâze evine yemek getirmek lâzım!.." demişti Mehmed Zâhid Hocamız Rahmetullahi aleyh... "Adamların felekleri şaşmış kalabalıktan... Cenâze çıkmış, yemek yapacak halleri kalmamış; bir de ona ziyafet yüklemek yerine, sen yemek getir! 'Siz bugün çok üzüntülüsünüz, bir tencere getiriverdim.' de, daha iyi olur." dediğini hatırlıyorum, böyle ikaz etmişti.

Ama hayır olsun, ölünün ruhu şad olsun filân diye, "Paramız var, hizmetçimiz var... Dayıyoruz parayı, yaptırtıyoruz yemeği... Dağıtıyoruz tatlıyı, helvayı..." deniliyorsa; olabilir.

SORU: Her toplumun örf ve adeti var. Peygamber Efendimiz'in zamanında da Arapların örf ve adetleri vardı. Bunların hepsi, Peygamber Efendimiz yapmışsa sünnet sayılır mı; yoksa, bazıları örf ve adete mi girer?

CEVAP: Peygamber Efendimiz'in yaptığı şeylerin çeşitleri vardır, ayırımı vardır. Bir kısmı uyulması gereken şeylerdir, bir kısmı zamanla değişen şeylerdir; yeme-içme, alet-edevat, binek ve sâiredeki değişmeler gibi... İlle Peygamber Efendimiz merkebe bindi diye, deveye bindi diye, İstanbul'da deve kullanmağa çalışmak mümkün değil... Hayvan yaşamaz belki... Bunlar kitaplarda yazılıdır.

SORU: Gümüş yüzüğün sünnet olup olmadığını öğrenebilir miyim? Kardeşlerimizden bid'at olduğunu işittim.

CEVAP: Hayır, bid'at değildir! Peygamber Efendimiz yüzük kullanmıştır. Kullandığı zaman da olmuştur, kullanmadığı zaman da olmuştur. Yüzük kullanmak câizdir, altın olmamak şartıyla... Ümmet-i Muhammed'in erkeklerine altın zînet eşyası ve altın yüzük kullanmak haramdır. Gümüş yüzük kullanabilir, mahzuru yoktur.

SORU: Başı tıraş etmek sünnet mi?

CEVAP: Bir insanın saçını kesmesi veya uzatması serbesttir. Peygamber Efendimiz'den ikisi de rivayet edilmiştir. Bazı kereler kulağının ucu hizasına kadar uzattığı rivayeti var, bazılarında da tıraş ettiği rivayeti var... Her ikisi de olabilir.

SORU: Bir dergide okudum: Buharî'de mevcut olan iki hadise göre, Peygamber Efendimiz elenmiş undan yapılmış ekmek yememiş. İhyâ'da da, "Ümmetimin en kötüleri, buğdayın özünü yiyenlerdir." dediği görülüyor. Şir'atül İslâm adlı eserde de, İslâmiyette ilk bid'atlerden birinin unu elekten geçirmek olduğu ifade ediliyor. Aynı eserde satmak için değil de, ev için yapılan ekmeklerde buğday ile arpanın karıştırılmasında bereket olduğu naklediliyor. Sünnete uymak için arpa ve buğdayın dolap veya hayvanlar yardımıyla değil de, bizzat el ile öğütülmesi gerektiği dile getiriliyor. Bu konuyu açıklar mısınız?

CEVAP: Şunu söyleyeyim ki, İslâm tevâzuu emrediyor. Giyimde, yemede itidali tavsiye ediyor. Peygamber Efendimiz'in hareket tarzı da öyle... Bu işlerde lükse, şatafata kaçmamayı tavsiye ediyor. O bakımdan, o zamana göre unun elenmesi lüks bir şey olması dolayısıyla --yâni elenmeyince kaba saba oluyor, elenince güzel bir has ekmek oluyor-- böyle buyrulmuş.

Bu meselelerde Peygamber Efendimiz'in doğrudan doğruya söylediği şeyi, tavsiye ettiği şekilde yapmağa çalışmak, en iyisidir. Çünkü, bazı şeylerin hikmetini biz anlayabiliriz, bazılarını anlayamayız. Meselâ; şimdi çok iyi anlıyoruz ki, aslında buğdayın ununu eleyenler, buğdayın kıymetli kısmını elekte bırakıyorlar, kıymetsiz kısmını yiyorlar. İşin aslı öyle... B vitamini, diğer vitaminler, kıymetli besleyici şeyler kepeğinin içinde...

Peygamber Efendimiz'in yaptığı şey daha güzel... Elbette, müslümanlar mânâsını anlasa da anlamasa da, tam Peygamber Efendimiz'in yaptığı şekilde hareket ederlerse uygun olur.

Yalnız bugün, bu işler fabrikasyon hale gelmiştir. Çok kimse ekmek yapmıyor. Halkın %95'i gidip fırından alıyor ekmeği ve bu işle meşgul olmuyor. Fırınlar da eliyorlar, elemiyorlar, şöyle oluyor, böyle oluyor... Bu mesele şimdi, bir lüks meselesi olmaktan ayrı bir mesele haline gelmiştir. Lüks meselesi değildir. Belki öteki türlü hareket etmek, bir başka külfet durumuna gelecektir. Halka kolaylaşmış olan bir şeyi tekrar yokuşa sürmek, zora götürmek, fıkhın kaidelerine aykırıdır. Doğru bir şey değildir.

Millet ekmeğini alsın fırından... Afiyetle yesin, Allah'a şükretsin; öbür ibadetlerine, taatlerine koşsun!.. Ama kendisi ekmek yapma durumunda olan kimseler varsa; köyde oturup, kasabada oturup bu imkâna sahip olan, zâten böyle yapmakta olan kimseler varsa; onlara da tavsiyemiz, kepeğini ayırmasınlar!.. Çünkü hem sünnete uygundur, ordan kârları var; hem de vitaminler bakımından, besleyicilik bakımından daha iyidir, ordan kârları var...

SORU: "Hoparlör ile ezan okumak, konuşma yapmak bid'attir." deniliyor; bu doğru mudur?

CEVAP: Hoparlör ile ezan okumak ve konuşmak bid'at değildir. Bunun bir mahzuru yoktur. Bu faydalı bir cihazdır ve vaazın, ayetin, hadisin, nasihatın daha fazla insanlara duyurulmasına vasıtadır, vesilesidir.

Hayra vesile olan, hayra delâlet eden de hayrı işleyen gibidir. İnsan camide namaz için beklediği müddetçe bile namazda sayılıyor. Neden?.. Namaz için bekliyor... Kâbe yoluna çıksa bir insan; kapısından çıktıktan sonra caddede kazaya uğrasa, ölse; hac yolunda ölmüş oluyor, şehid oluyor. Daha Kâbe'yi görmedi?.. Görmedi ama yolunda...

Onun için hayra vesile olan şeyler, sevaptır. Bu hoparlör olsun, bu teyp olsun, bu bant olsun, vs. olsun; bunlar hayra vesile olan şeylerdir. Meselâ, geniş bir kalabalık... Diyelim ki Harem-i Şerif, Mekke-i Mükerreme... Hoparlör olmasa ne yapacağız?.. Çok zor olur. İmama uyup namaz kılmak çok zor olur. Mekke-i Mükerreme'de, Medine-i Münevvere'de imam önüne güzel mikrofonları koyuyor, okuyor; her yerden gümbür gümbür duyuluyor, namazı kılıyoruz.

Bunlar alet edevattır. Alet ve edevat Peygamber Efendimiz tarafından kullanılmıştır. Yemek yeme hususunda, bir şey kesmek hususunda o zamanlar da kullanılmıştır. Aletlerin bir zararı yoktur. Bunu duyuyorum hayret ediyorum. Hoparlörle ezan okumak bid'at değildir; ses daha uzaklara gider. Hoparlörle konuşmak bid'at değildir; herkes uzaklardan duyar.

Büyük mürşid hocalarımız, evliyâullah büyüklerimiz bizden önce bu mikrofonlardan konuştular. Camilerde namaz kılındı. Türkiye'nin her camisinde aşağı yukarı bu mikrofon vardır. Her yerde okunuyor. Bu insanların hepsinin ayağını bir papuca sokarsan, hangi mesnede dayanarak soktun?.. Böyle saçmalık olmaz!..

Ama teybe alsan, teypten ezan okutsan olur mu?.. O zaman olmaz. O iş başka, bu iş başka... Müezzin kendisi camiye geliyor, mikrofonu eline alıyor, okuyor, her taraftan duyuluyor. Sabahleyin kalkıyoruz; Fatih camiinde bir ezan okunuyor, bütün İstanbul'un üstünde bir mübarek hava... İnsan yatağından kalkıyor, mest ü hayran dinliyor. Hoparlör olmazsa hiç bir yerden duyulmaz!.. Minarenin dibinden bile duyulmaz.

Onun için bu iş böylece bilinsin, yanlış fikirlere itibar edilmesin.

SORU: Müezzinin komutuyla tesbih çekmek bid'at midir?

CEVAP: Müezzinin komutuyla tesbih çekmekte bir mahzur yoktur. Bu tesbihlerin çekilmesi hadis-i şerifte bildirilmiştir; "Her kimse ki, namazın arkasından 33 sübhânallah, 33 elhamdü lillâh, 33 Allahu ekber derse, şöyle şöyle sevaplara nail olur." diye... Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh... de sonuna eklenecek.

O hadis-i şerifte bildirildiği için, müezzin onu hatırlatmış oluyor. "Ey cemâat-i müslimîn! Hani böyle bir hadis vardı ya, onu unutmayın!.. Atlamayın onu, hadi bakayım çekin!" demiş oluyor. Hatırlatıyor; Allah razı olsun... Onun bid'atle ilgisi yok...

SORU: Bazı günler sabah namazından sonra cami içerisinde sıra ile salevât-ı şerife getirilerek musafaha yapılıyor; bu olur mu?

CEVAP: Olur; çünkü, musafaha etmek İslâm'da vardır. Herkes birbiriyle musafahayı tamamen yapsın diye, böyle bir düzenle yapılıyor. Bir mahzuru yoktur.

Yalnız bu gibi şeyleri, dinin aslından, esasından, dinin merasimlerinden, zorunlu bir ibadettir gibi düşünmemek lâzım!.. Sokakta bir müslüman kardeşimizle karşılaştığımız zaman musafaha ettiğimiz gibi düşünmek lâzım!.. O zaman bir mahzuru yoktur, olabilir.

SORU: Alim bir kimse gelince ayağa kalkılıyor; bu davranışı Peygamberimiz yasaklamış mıdır?

CEVAP: Hayır yasaklamamıştır. Peygamber (SAS) Efendimiz, Sahabe-i kirâm'dan Medine'nin eşrafından bir zât geldiği zaman;

(Kumû liseyyidiküm!) "Efendiniz için kalkın ayağa!..." dedi. "Bu sizin eşrafınızdan kişidir." diye kalkın dedi. Onun için, kalkılabiliyor.

Kendisi, kızı Fatıma geldiği zaman "Gel bakalım kızım!" diye ayağa kalkardı. Peygamber Efendimiz Fâtımatüz Zehrâ'nın evine gittiği zaman, o ayağa kalkardı.

Peygamber Efendimiz hizmet ettikleri esnâda, sohbet esnasında içeri girip çıkarken, Sahabe-i Kiram her seferinde ayağa kalkmak istediklerinde, onlara derdi ki:

(Lâ tekumû lî kemâ tekumû liba'dıl eâcim) "Bazı yabancılara kalktığınız gibi, benim için her seferinde ayağa kalkmayın!" derdi. O da normal tabii... Girip çıkıyor, ikram ediyor. Böyle demesi de normaldir.

Fakat ulemâya, anaya babaya, büyüklere hürmeten, geldiği zaman ayağa kalkmak olabilir. Bir mahzuru yoktur.

SORU: Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar, yâni kerahat vakti çıkıncaya kadar ibadet ve zikirle meşgul olmak hadis-i şerifte geçiyor. Ondan sonra, işrak namazını kıldıktan sonra yatılabilir mi?

CEVAP: İnsanın durumu gerektiriyorsa, yatabilir. Meselâ gece geç yatmış, durumu uykusuz, vakti müsait, iş sıkıştırmıyor, serbest; yatabilir. Ama genel kaide olarak Peygamber Efendimiz'in tavsiyesi, "Sabah namazından sonra uyumayın da, rızkınızı aramaya koşun!" tarzındadır. Erken işe gitmeğe genel bir teşvik var... Çünkü, güne erken başlayıp, işleri bitirip, ondan sonra erkenden dönmek lâzım!.. O zamanın adeti öyleydi. Şimdi durum değişti. Çarşı pazar dokuzda onda ancak açılıyor.

İşin doğrusu sabah namazından sonra uyumayıp, ilimse ilim, ticaretse ticaret, yapılacak işleri bitirmek... Peygamber Efendimiz öğleye doğru uyurdu, kaylûle uykusu... Mümkünse öyle yapmak... Öğleden biraz evvel, yarım saat kırkbeş dakika istirahat ederse, bu sünnete uygun bir şekil olur.

SORU: İslâm'da el öpmek var mıdır? Varsa, kimlerin eli öpülür?

CEVAP: İslâm'da el öpmek vardır. Peygamber (SAS) Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde var, el öpülebilir. Peygamber Efendimiz'in kızı Hazret-i Fatıma'yı başından öptüğüne dair rivayetler var... Peygamber Efendimiz'in ayaklarının dahi öpüldüğüne dair rivayetler var... Büyüklerin, hürmete şâyan kimselerin eli öpülür.

SORU: Peygamber Efendimiz mütevâzi yaşadı. Eski sultanlar saraylar yapmışlar, konaklar yapmışlar, lükse dalmışlar; biz de onları niye müdafaa ediyoruz?

CEVAP: Muhterem kardeşlerim! İsraf haram, lüks haram... Mütevâzi olacak insan... İhtiyaçtan fazla şatafata, gösterişe kaymayacak. Böyle köşkler, saraylar doğru değil...

Bu zamanda bizde de bu var... Eski insanlar, "Buğday ekmeğini bulunca katık istemek gerekmez!" demişler. "Arpa ekmeği olunca yanına biraz zeytin, tuz, biber lâzım ama; buğday ekmeği bu... Pamuk gibi, sünger gibi ekmek; bu da mı katık ister?.. Gerekmez, bu katıksız âlâ yiyecektir." demişler.

Şimdi biz çok lüks durumdayız. Ben şahsen kendime bakıyorum, kendimde de o kusurları görüyorum. Kardeşlerime de baktığımız zaman görüyoruz. Evlerimiz eşya dolu... Dolaplarımız yiyecek dolu... Ceplerimiz para dolu... En fakirim diyen insanın bile haline şöyle bir bakacak olsanız, zekât alır mı almaz mı şüpheli yâni... Elhamdü lillâh bolluk memleket... Böyle olunca tabii, lükse kaçmamak lâzım!..

Gelelim müdafaa etmek meselesine:

--Eski sultanlar saraylar yapmış; niye biz onları savunuyoruz?..

--Bir insanın iyi tarafını savunursun, kötü tarafını tenkid edersin. Eğriye eğri, doğruya doğru... Bir insan ramazanda oruç tutsa, ne diyeceğiz?.. "Aferin, maşaallah!.. Vazifesini yapıyor, farz orucunu tutuyor." Namaz kılmasa ne diyeceğiz?.. "Aaa, şimdi olmadı. Oruç tutuyorsun; oruç Allah'ın emri de namaz Allah'ın emri değil mi?.. Namaz da kıl bakalım!" diyeceğiz.

Kolayına geliyor milletin... Daireden çıkıp, lokantaya gidip yemek yiyecekti, para verecekti. Onlar olmadığı için oruç tutmak kolayına geliyor. Camiye, cumaya gelmiyor. "Eh, bu tarafta iyi yaptın, bu tarafta yanlış yaptın!" diyeceğiz. Yâni, eğriye eğri, doğruya doğru...

Şimdi Osmanlı sultanı, Selçuklu sultanı... Bunlar bizim tarihimiz, bunlar bizim çoğu dedelerimiz, ecdâdımız... Kimisi dinimize uygun yaşamış, mütevâziâne ömür sürmüş, Allah yolunda cihad etmiş, hayırlı işler yapmış; kimisi de zevk ü sefâya dalmış... Zevk ü sefâya dalmışsa, o zevk ü sefâya dalanı tenkid ederiz, ediyoruz. Allah rızası için, doğruyu söylemiş olmak için tenkid ediyoruz. Babamız olsa ederiz. Kendimiz olsak, kendimizin bile aleyhine olsa doğruyu söylemek vazifemiz olduğundan söyleriz.

Ama bir taraftan, bir kötü şeyi yaptı diye hiç savunmayacak mıyız?.. Şu mübârek Fatih Sultan Mehmed Han'ı, saray yaptı diye karalayalım mı; yoksa, "Allah razı olsun İstanbul'u fethetti, cihad etti. Bu beldeyi bize miras bırakmış, Fatih Camii'ni yaptırmış, hayırlar hasenât yaptırmış. Allah kusurlarını affetsin, cennet mekânı olsun mu diyeceğiz?.." Elbette "Cennet mekânı olsun!" diyeceğiz, hayır dua edeceğiz. "Allah kusurlarını affetsin!" diyeceğiz.

Biz de kendimize dönüp bakacağız; "Yâhu biz de kendimize müslümanız diyoruz ama, bir taraftan iyi işler yaparken acaba bir taraftan da kusurlarımız var mı?" diyeceğiz. Değil mi?.. Eğriye eğri, doğruya doğru... Kardeşçe, eğer faydası varsa söyleyeceğiz, tenkid edeceğiz, düzelteceğiz, ıslah etmeğe çalışacağız. Faydası yoksa ayıpları örteceğiz. Ayıpları örtmek, kusurları örtüp kardeşi korumak; o da sevaplı bir şey... "Yâ Rabbi, şu kardeşim benim anlayışıma göre biraz kusurlu hareket etmiş, günah işlemiş; affet bunu... Öldü gitti; bağışlayıver yâ Rabbi!.." diye hakkında dua etmek de uygun olur.

Ama filânca zâlim, falanca gaddar, şu kadar adam asmış, bu kadar adam kesmiş... "Vayy zâlim!.." diye onu da söyleriz.

SORU: Onbeş yaşını geçmiş ve henüz sünnet olmamış bir kimse, namaz, oruç, Kur'an vs. ibadetleri yapabilir mi?

CEVAP: Elbet yapacak!.. Sünnet olmamışsa, orada pislik kalmasın diye temizliğini yapacak. Sünnet olsun ama, onu yapmadım diye ibadetleri bırakmak yok... Sünnet olmamak ibadetlere mânidir gibi bir şey düşünmesin! Hepsini yapacak; namazını kılacak, orucunu tutacak, sair ibadetlerini yapacak.

Peygamber Efendimiz, "On şey vardır ki hilkattendir." diye niye sünneti tavsiye etmiş? Çünkü o kesilen kısım kesilmediği zaman, içerde pislik kalıyor, necaset kalıyor ve temizlik eksik oluyor. Onun için münâsib zamanda, daha çocuk büluğa ermeden önce bir zamanda kesiyorlar ki, avret yeri göründüğü zaman çok vebal olmasın filân diye... Ama kesmemişse, şimdi hastanede kestirsin, başka yerde kestirsin. Sünnet olmasını tavsiye ederiz.

SORU: Bid'atleri hasene ve seyyie diye ikiye ayırmak doğru mudur?

CEVAP: Evet, bazı kitaplarda, bazı büyüklerimiz böyle ayırım yapmışlar. Peygamber Efendimiz'in zamanında olmayan bazı şeyler var ki, dinin icabı olarak düşünülmüş, alimlerimiz karar vermiş, yapmıştır. Evet bid'at gibi bir şey, yeniden çıkmış bir şey ama, o dinin gereği olarak yapıldığı için hasene olarak adlandırılmıştır. Böyle bir taksim kitaplarda vardır. Aslında ona bid'at denilmese, istihsan filân gibi başka isim verilse daha iyi olur.

SORU: Cuma günü cumadan önce avlanmak, yaş kesmek hakkında çeşitli şeyler söyleniyor; ne dersiniz?

CEVAP: Cuma günü, cuma namazını tehlikeye düşürmedikten sonra, av yasağı diye bir şey yoktur. Yaş kesmek hakkında da bir şey yoktur. Bunlar hacda yasaklanan şeylerdir. Bazıları "Cuma fukaranın haccıdır." filân diye bunları sıralıyorlar. Aslı yoktur.

SORU: Hıdrellez günü çamaşır yıkanmaz diyorlar; ne dersiniz?

CEVAP: Ben böyle bir yasak bilmiyorum, duymadım. Gerekirse yıkanır.

SORU: Her namazdan sonra musafahayı adet haline getirmek doğru mu, bid'at mi?..

CEVAP: Her namazın arkasından bir mecburiyet gibi, sıraya dizil, halka ol, salevat getir; böyle bir mecburiyet yoktur. Mecburiyet olmadığına göre, onu böyle dinî bir asılmış, esasmış gibi her zaman yapmamak icab ediyor. Yâni, arada yapmamak lâzım!..

Ama, yeri geldiği zaman, meselâ uzaktan bir kardeş gelmiş; onun elini sıkarsın, musafaha yaparsın, olur.

Her zaman yapmamak uygun... Her zaman yapmayı mecburiyet sanmak, doğru olmaz.

SORU: Namazlardan sonra topluca çekilen tesbih bid'at mi?..

CEVAP: Hayır, bid'at değildir, sünnettir. Peygamber (SAS) Efendimiz'in tavsiyesidir.

SORU: Camide mikrofon kullanılması bid'at midir?

CEVAP: Bid'at değildir, zarûrettir. Cemaat çok, ses duyulmuyor. Namazın daha güzel kılınması için zarûrettir. Onun mahzuru yoktur.

SORU: Bir kişinin kısmeti bağlanırsa, gidip bir hocaya açtırmak olur mu?..

CEVAP: Olmaz öyle şey!.. Çünkü, kısmetleri Allah tayin ediyor. Kısmetin bağlanması da, Allahın bir takdirinin neticesidir. Onun bunun bunu bağlamaya gücü yetmiz. Allah bir kimseye bir rızık nasib etti mi, kimse engelleyemez; bir rızıktan nasibini kesti mi de, kimse onu ona ulaştıramaz. Onun için, bu yanlış bir düşüncedir. Allah'tan istesin. Allah hayırlı bir kimseyle karşılaştırsın, hayırlı bir yuva kurmasını nasib etsin...

Öyle, onun bağlamasıyla değildir bu... Ama bazıları palavra atıyor. Geliyor:

"--Haa, senin kısmetin bağlanmış!" diyor.

"--E, ne olacak?.."

"--Ben sana bir muska yazacağım, sen benim yan cebime şu kadar para koy!"

Böyle yapıyorlar, istismar ediyorlar bu duyguları... Olmaz!

SORU: Peygamber Efendimizin zamanında tesbihin olmadığını, tesbihin bid'at olduğunu söylüyorlar; ne dersiniz?

CEVAP: Tesbih bid'at değildir. Peygamber Efendimiz'in zamanında tesbih vardı. Hurma çekirdekleriyle, çakıl taşlarıyla bunları yapıyorlardı. Ebû Hureyre RA bir ipi düğüm düğüm yapmış, ikibin düğümlü tesbihi vardı.

Bid'at değildir. Bid'at dinde olmayan şeylere derler. Bunlar sahabe-i kirâmın tesbihleri, zikirleri saymak için kullandıkları vasıtalardır. Peygamber Efendimiz'in zamanında da vardır.

Parmaklarıyla yapmışlar, o da bir tesbihtir. Ondört boğum sağ elde var, onbeş boğum da sol elde var... Ondört ondört daha yirmisekiz eder. Beş tane de eklersen 33 olur ama; yüz olursa, bin olursa bu parmaklar karışır. O zaman tesbih kullanılır.

Peygamber Efendimiz Ümmü Hânî Hazretleri'ne, "Günde yüz defa 'Lâ ilâhe illallah' de her gün!" demiş. Ümmetine, "Günde yüz defa 'Estağfirullah' deyin, ben de her gün diyorum." buyurmuş. Şimdi bu yüz defayı karıştırımamak için insanın cebinde yüz boğumlu bir şey olması nedir?.. O sünnetin güzel yapılması için bir vesiledir. Yetmişdokuz oldu, seksen oldu diye rakamla meşgul olacağına, elinde tesbih olunca çeker, mânâyı düşünür. Rakamı kaçırmayayım diye zihnini oyalamakdan, doğruda doğruya mânâyı düşünmek daha iyidir. Onun için bu bid'at değildir.
 

Turab3

Well-known member
ÇEŞİTLİ SORULAR

SORU: Hilâfet, babadan oğula geçebilir mi; İslâmî olan hangisidir?

CEVAP: Hilâfet, babadan oğula geçme tarzında olmaz!.. Böyle bir kaide yok...

Hazret-i Ömer'e dediler ki: "Bak sen vefat etmek üzeresin, ruhunu teslim etmek üzeresin; oğlunu geçirelim yerine!" dediler. Ona razı gelmedi.

Hall ü akd erbâbı olan havâs-ı müslimîn seçer de, tesadüfen onun oğluna denk gelirse; olur. Ama öyle babadan oğula geçmesi yoktur, bid'attir, doğru değildir. Müslümanların serbest olarak seçmesi lâzım!..

SORU: Osmanlı'yı Osmanlı yapan ırk mıdır?

CEVAP: Osmanlı'yı Osmanlı yapan İslâm terbiyesidir. Bizim beğenmemize sebep olan da odur. Yoksa, müslüman olmadıktan sonra, gideriz Fransız'ı beğeniriz, İngiliz'i beğeniriz. Başka milletlerin başka şeylerini beğeniriz. Biz Osmanlıları müslüman oldukları için beğeniyoruz. Kur'an'ı ve Rasûlullah'ın sünnetini iyi anlayıp, yaşadıkları için beğeniyoruz.

Bu mübarek topluluğun içinde de her çeşit insan var... Balkanlar'dan gelmiş Boşnak, Pomak kardeşlerimiz var... Bulgardan dönme, Yunandan dönme, Sırptan dönme kardeşlerimiz var... Geliyor, görüyoruz, tanıyoruz. "Ben Sırp idim, anam babam hristiyan, ben müslüman oldum." diyor. Öpüb başımıza koyuyoruz, başımızın üstünde yeri var...

Kafkasya'dan gelmiş Çerkes, Abaza kardeşlerimiz var... Irak'tan gelmiş olanlar var... Kırım'dan gelmiş Tatar kardeşlerimiz var... Kıbrıs'tan gelenler var, Kuzey Afrika'dan gelenler var... Hareme zenci olarak gelmiş, başı kıvırcık saçlı, yüzü esmer olanlar var, Bilâl-i Habeşî gibi... Hepsi başımızın tacıdır.

İnsanı insan eden, sultan eden müslümanlığıdır, imanıdır; başka bir şey değildir. Babasının oğlu olsa bir insan; müslüman olmadıktan sonra insan sevemiyor. Bakıyorsun, "Evet, benim akrabamdır ama, gittiği yol yanlıştır." diyorsun, evine gitmek istemiyorsun, sözünü dinlemek istemiyorsun. Çünkü zulüm yapıyor, haksızlık yapıyor... Çeşit çeşit şeyler yapıyor.

SORU: Zengin bir müslümanın cami yaptırması mı efdaldir yoksa, yoksullara yardım etmesi mi daha efdaldir?

CEVAP: Cami yaptırmanın sevabı hakkında çok hadis-i şerifler var... Bir fakirin ihtiyacını görmek hususunda da teşvikler var... Burada ikisi de hadis-i şeriflerde medhedilmiş ama, şöyle bir cevap verilebilir: Bir yerde cami varsa, yakın bir tarafa ikinci bir cami yapacağına, parasını ordaki başka bir hizmete tahsis etsin!..

Ama hiç cami olmayan bir yerde, cami çok önemli!.. Müslümanların toplaşma yeridir, sosyal merkezidir. O öncelik kazanıyor. Fukaranın ihtiyaçlarının giderilmesi bile camide olacağından, orda cami yapmak öncelik kazanabilir.

Yerine göre, aklını basiretini kullanacak müslüman; ona göre hareket edecek. Yerine göre hüküm değişiyor.

Bazan, yerine göre hükmün değişmesinin misali nedir?.. Peygamber Efendimiz bir seferde, "Oruç tutmayın!" dedi. Sahabenin bir kısmı oruç tuttular, bir kısmı tutmadılar. Oruç tutanlar sıcakta bayıldılar; oruç tutmayanlar sağlam kaldılar, hizmet ettiler. Ötekilere su taşıdılar, onlara yardımcı oldular. Peygamber Efendimiz (SAS): "Bu sefer, oruç tutmayanlar sevapları aldı, götürdü. Onlar kazandı" dedi. Halbuki, oruç tutmak sevaplı bir ibadet ama, "Bu sefer tutmayanlar kazandı." dedi. Neden?.. Onlar dinç oldular, iş gördüler; onun için... Yerine göredir yâni bu iş...

Bizim büyüklerimiz de demişlerdir ki: "Hizmet esastır. Hizmetin olduğu yerde nafile ibadeti bırakır, hizmete koşarız!" Böyle demiş büyüklerimiz... "Nafile ibadet etmekten, bir müslümanın hizmetine koşmak daha önde gelir." demişler.

Gözünü açacak müslüman... Hangi zamanda neyi yapmasını gerektiğini düşünerek, onu yapacak!..

SORU: Dilenciye para vermek sevap mıdır?

CEVAP: Dilenciye para verilir. Peygamber (SAS) diyor ki: "İsteyen kim olursa olsun, at üstünde gelse bile verin!" diyor. Verildiği zaman sevap olur amma, dilencileri gruplara ayırmak lâzım!.. Bu devirde bu işin tüccarları türedi. Baktın, işin tüccarıysa, gerçekten ihtiyacı yoksa, vermeyebilirsin. Gerçeğini, hakîkisini bulmağa gayret edersin. Bu adam sahtekârdır diye içinde tam bir his belirmiyorsa, o zaman küçük büyük bir şey verirsin. Vermeyi teşvik ediyor Peygamber (SAS)... Verince de sevap olur.

İçkiye harcarsa, kumara harcarsa, zinaya harcarsa... Burda dilenip, gidip şurda meyhanede içecekse, ona verilmez tabii... Bazısı cami kapısında cemaati ayartıyor, parayı topluyor. Ondan sonra gidiyor, günahını işliyor. Öyle olanlara vermemek lâzım!..

SORU: "Düşmanın silâhıyla silâhlanın!" sözü bir hadis midir?

CEVAP: Bu ayet-i kerime mealidir:

(Ve eiddûlehüm mesteta'tüm min kuvvetin ve min ribâtil hayli türhibûne bihî adüvvallahi ve adüvveküm) "Gücünüz yettiğince düşmanlara karşı hazırlanın, güç kuvvet hazırlayın, silâh hazırlayın! Binek hayvanları, süvariler hazırlayın!.." O zamanın şartlarına göre böyle ifade edilmiş. Bu Kur'an-ı Kerim'in emridir.

SORU: Mevlâ nasib ederse hacca gideceğim. Tavsiyeniz otobüs mü, uçak mı?..

CEVAP: Benim âcizâne kanaatim, uçakla gitmeyi tavsiye ederim. Uçakla gitmenin daha iyi olduğu kanaatindeyim. Şu bakımdan: Gidiyorsun, yorgun olmadan, hasta olmadan ibadet edeceğin yere varıyorsun. Bir hafta yolda geçeceğine, bir hafta orda fazla ibadet ediyorsun. Yüzbin misli sevap Mekke'de... Medine'de bin misli sevap... E orada sevabı fazla kazanmağa bakmak daha iyidir. Çünkü biz oraya ibadete gidiyoruz.

--Hocam bir de Şam'ı göreyim, bir de Bağdad'ı göreyim...

--Tüccar mısın, turist misin?.. Abid misin, hac mı yapıyorsun, umre mi yapıyorsun, gezi mi yapıyorsun?..

Eğer ibadet düşünüyorsan, durumun müsaitse uçakla gitmek daha iyi... İnsan sıhhatle gider, yorulmadan orda ibadetine girişir. Çok ibadet yapar, kârlı döner. Yüzbin misli... Mekke-i Mükerreme'de kılınan bir namaz, başka yerde kılınanın yüzbin misli... Az değil...

SORU: Kafeste kuş beslemenin bir sakıncası var mıdır? Ayrıca evde beyaz güvercin beslemenin hükmü nedir?

CEVAP: Kafeste kuş beslemek, hürriyetini tahdit olduğu için, pek tatlı bir şey olmuyor. Ama, "O kuşlar zaten kafes kuşudur. Çıkarsa kediler parçalar." diye biraz müsaade eden kimseler, alimler de var...

Takvâya uygun olan cihet; "Hiç bir mahlûkun hakkını geçirmemek, hiç bir kimseyi hapsetmemek gibi gibi düşünerek, beslemese daha iyi olur." diyebiliriz.

SORU: Evde bir hayvan beslemek istiyorum; en güzel uygun olan hayvan hangisidir?

CEVAP: Köpek yasaktır. Efendimiz, evde köpek beslemeyi yasaklamış. Kedi olabilir. Kedi hakkında müsbet bir şey var... O da tabii fare, böcek vs.ye karşı evi korumuş da olabiliyor. Kuş mekruhtur. Çünkü, kafesin içine sokuluyor, hürriyeti tahdit edilmiş oluyor. Süs balıkları herhalde normaldir. Zâten onların dünyası o...

Koyun, keçi, sığır gibi şeyler beslemek hadis-i şerifte tavsiye edilmiştir. Çünkü, berekettir evde bunlar... Sütü olur, eti olur, yavrusu olur. Mümkün olsa, evlerimiz bahçeli olsa da hep beslense...

Tavuk beslenebilir. Tavuğun yumurtası vardır. Horozun bereketi vardır. Namaz vakitlerini nasıl bilir, sahurda nasıl kaldırır mübârek... Öter. Mübarek bir hayvandır horoz... Bunlar beslenebilir.

SORU: "Hiç ölmeyeceğini sanan bir insanın iş yapmasıyla çalış, çabala, iş yap; yarın öleceğinden korkan bir insanın korkusuyla müteyakkız bulun, korku üzere bulun!" sözünün hadis olmadığı söyleniyor; bizi bu konuda aydınlatırsanız memnun oluruz.

CEVAP: Beyhakî bu sözü Hazret-i Ömer RA'den rivayet etmiştir. Hazret-i Ömer de Peygamber Efendimiz'in sahabesindendir. Onun kendi sözü de olsa, bizim için kıymet ifade eder. Çünkü, sahabenin sözüdür; ona eser diye tabir ediliyor, o da bir kıymetli malzemedir bizim için... Ama sahabenin bazan Peygamber Efendimiz'den duyduğu şeyi nakletmesi vardır. Yâni kendiliğinden söylemez onu, Efendimiz'den duyduğu bir şeye göre söyler.

Bu mânâyı ifade eden ve hadis olan rivayetler de vardır. Bu Hazret-i Ömer'in sözüdür amma, Peygamber Efendimiz'in sözü olarak da bu mânâda rivayetler vardır. Mânâ olarak çok güzeldir, doğrudur. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacak, yarın ölecekmiş gibi de uyanık olacak, takvâ ehli olacak!..

SORU: Sohbet toplantısı başlamış ise, toplantıya girerken yine selâm verilir mi?

CEVAP: Verilmez. Vaaz verilirken, Kur'an-ı Kerim okunurken, konuşma başlamışsa selâm verilmez. Ancak oturduğu yerde yakınlarına, ortalığı karıştırmayacak şekilde, hafifçe verebilir.

Abdest alırken, Kur'an okurken, namaz kılarken, böyle vaaz verilirken, ezan okunurken selâm verilmez.

SORU: Malazgirt ovası üzerindeki Sübhan Dağı'nın üzerinde bir su kuyusu varmış. Olduğu yerde kaynarmış ve kabarırmış, dışarıya taşmazmış. Bir kokusu varmış. Suyu kullanılmazmış. Buraya cehennemin bacası diyorlarmış. Böyle bir şey olabilir mi; bizi aydınlatırsanız memnun oluruz.

CEVAP: Sübhan Dağı cehennemin bacası değildir. Öyle şey olmaz, aslı esası yok... Sübhan dağı bir yanardağdır. Ağrı Dağı da bir yanardağdır, ondan daha yüksektir. İran üzerinde daha başka yanardağlar vardır, daha yüksektir. Tibet'te daha yüksek dağlar vardır, onlar sekizbin küsür metredir. Herbirisi birer bacadır. Yeryüzünün derinliklerindeki mağma tabakasının eriyen madenlerinin toprağın zayıf tarafından dışarı fışkırması, yanardağ dediğimiz şeydir. Cehennemin bacası değildir.

Ama öyle kuyu vardır, öyle acı suyu vardır. Yanardağ üzerinde bir kuyu olabilir. Kaynar su da olabilir.

Bursa'nın Uludağ'ı da bir yanardağdır. O Uludağ'ın eteğinden sıcak sıcak sular çıkıyor. Kimisi kükürtlü, kimisi demirli, kimisi başka madenlere sahip... Kimisi romatizmaya iyi geliyor, kimisi içmeye iyi geliyor. Allah'ın bir lütfu veyahut bir ibretidir bunlar...

SORU: Falanca yerde muhtar adayı olmayı düşünüyorum. Bu konuda çevrem beni teşvik ediyor. Fakat, görüşlerinize muhtaç olduğumdan durumumu size arzediyorum; ne emredersiniz?

CEVAP: Arkadaşları, çevresi kendisine rica ediyorlarsa, hizmetten kaçmak doğru olmaz. Kendisi talib olursa, bereketi olmaz da; başkaları teklif ederse, hayrı ve bereketi olur. O zaman hizmete koşsun, hayırlı hizmetler yapmayı Allah'tan istesin.

SORU: Bir insana vesvese geldiği nasıl anlaşılır? Bu tip vesveselerden dolayı kişi Allah'a hesap verecek midir?

CEVAP: Vesvese, insanın içine takılan bir söz veya fikirdir. İki de bir de "Şu şöyle, şu şöyle..." diye aklına geliyor, onu rahatsız ediyor. Şeytandan gelir: "Şunu şöyle yap... Şunu şöyle yap..." diye. Veya nefisten gelir: "Şunu istiyorum, şunu istiyorum... Şu şöyle olsa, ah kavuşsam..." filân tarzında... Tabii bunların hepsinin karşısında müslümanın yapacağı: Allah'ın emrine göre hareket etmek, nefsine hakim olmak, şeytana uymamaktır.

Vesvese bir de, "Acaba benim abdestim kaçtı mı?.. Acaba namazım oldu mu?.." vs. tarzındadır. O zaman da zann-ı galibine göre hareket edecek ve aşikâre bir şekilde, çok net olarak bir şey olmadıysa, vesveseye itibar etmeyecek. Tereddüt mü ediyorsun, kesin bilmiyor musun; kaçmadı o zaman... Tereddütle abdest bozulmaz.

SORU: Akşam, yatsı ve sabah ezanları okunurken, bazı köpekler garip bir ses çıkarıyorlar. Acaba bununla ilgili bilgi verebilir misiniz?

CEVAP: Hayvanlar bizim görmediğimiz bazı şeyleri görürler, bizim duymadığımız bazı şeyleri duyarlar. O bakımdan, onların o seslerinin bazı mânâsı olabilir. Hayırları isteyin, şerlerden Allah'a sığının!..

SORU: Çingenelerin aslı nereden gelmiştir, bunların ibadetleri kabul olur mu?

CEVAP: Çingenelerin aslıyla ilgili iki rivayet vardır: Birisi Hint tarafından geldikleri, birisi de Mısır'dan, Firavun'un kavminden geldikleri tarzındadır. Hâlâ Mısır'da o eski dine bağlı olanlara Kıptî derler. Egypt, Mısır demek... Kıptî sözü Mısır'la ilgili oluyor. Mısır'ın o Firavunlar zamanındaki kavminin artıkları, hâlâ var... Çingeneler o sülâleden gelmiştir deniliyor.

Bir rivayete göre de Hindistan'dan gelmişlerdir. Seyahat ede ede bu taraflara gelmiş, yürümüş gitmişlerdir deniliyor. İspanya'da çok oldukları, kendilerinin kraliçelerinin olduğu da söyleniyor.

Bir insan kelime-i şehâdet getirirse müslüman olur. İbadet ederse, imanına göre ibadeti kabul olur. Hangi soydan, ırktan olursa olsun, farketmez. İslâm'a girmesi, bir insandan eski kusurları, günahları kapattırır, örttürür. İslâm'a giren insan, iyi insan olur. O bakımdan, onun da ibadeti makbuldür. O da yolunda sebat eder, doğru giderse, Allah'ın mükâfatlarına erer.

SORU: Bir müslümanın zengin olmasını ve çok rahat içinde yaşamasını anlayamıyorum. Birmüslüman lüks içinde yaşayabilir mi?..

CEVAP: Peygamber (SAS) buyuruyor ki: "Allah verdği nimetin eserini kulu üzerinde görmeyi sever." Bir nimet vermişse, para pul vermişse; tabii onun yaşamı parasız pulsuz, o nimet verilmemiş insandan biraz farklı olabilir ama, burda ölçü israfa düşmemektir. İsraf etmeden mâkul ölçüler içinde yaşamaktır. Parasının gerektirdiği hayrını, hasenâtını da yapmaktır.

İslâm'da lüks, lüzumsuz şatafat için yapılan harcama doğru değildir.

SORU: Av yapmanın ahmaklık olduğuna dair bir hadis-i şerif var mı?

CEVAP: Av meşrûdur. Av hakkında, yapıyabileceği hakkında, nasıl yapılacağı hakkında ayetler vardır. Tabii, olabilir ki bazısı keyf için yapıyordur bu işleri; onlar doğru olmayabilir.

SORU: Bir milletvekilinin torpiliyle bir işe girdim. Acaba işe girmeyenlerin hakkı bana geçer mi?..

CEVAP: Evet geçebilir ama, Türkiye'de o kadar yaygınlaştı ki bu şey... Normal, meşrû haklar bile rüşvetsiz, torpilsiz alınamaz duruma geldi. Tabii, hak geçer. Sıranın başında en liyakatli bir insan varken, birisi torpille onun önüne geçiyor. Binâen aleyh, hakkı geçiyor. Adaletle hareket etmeğe gayret etmek lâzım!..

SORU: Kısmet bağlamak diye bir şey var mıdır?

CEVAP: Kimse kimsenin kısmetini bağlayamaz. Kısmet Allah'ın kaderidir. Kısmet bağlamaya kimsenin gücü yetmez. Öyle bir şey yoktur.

Bütün işleri olduran Allah'tır. Kader ve mukadderat Allah'ındır. Kimse ona bir şey yapamaz. Onun için, Allah yardımcısı oldu mu bir insanın, sihir tesir etmez, büyü tesir etmez, kısmet bağlamak tesir etmez. Bunlar, yapanlara günah yükler, ama üzerine yapılan kimseye zarar vermez. Allah'a sığının, hiç bir şey olmaz.

SORU: Bazıları Yavuz Sultan Selim için, Avrupa duruken Mısır'a ve müslüman ülkelere yönelmesini eleştirerek, "O zalim bir padişahtı." diyorlar. İzah eder misiniz?

CEVAP: Tabii, müslümanın müslümanla savaşı doğru değil; bunu biliyoruz. Ölen de, öldüren de tehlikededir. Müslümanın müslümanla savaşmaması lâzım!.. Ama, tarihteki çeşitli savaşların neden, nasıl yapıldığını iyice tahlil etmek icab ediyor. Yapılan savaşın kim tarafından çıkartıldığını ve ne maksatla çıkartıldığını araştırmak lâzım!..

Meselâ, zulme uğrayan, hücuma uğrayan kendisini savunacak; bu normal... Bu gibi durumlar olabilir.

Esas itibariyle, eskilerin hakkında biz hüküm verecek değiliz. Çünkü, zamanımızın meselelerini bile doğru değerlendiremiyoruz. Adamları tanımıyoruz.

SORU: Bir işin sonu hakkında, "İyi de olabilir, kötü de olabilir." diye aklımıza geliyorsa, nasıl davranmalıyız?

CEVAP: O zaman danışsın! Yâni, kendisi karar veremiyor, kararsız Kasım durumuna düşüyor. O zaman üç-beş kişiye danıştıktan sonra, istişârenin sonucuna uysun!..

Bu durumlar olabilir. Birbirine yakın meselelerde nüansları ayırmak mümkün olmaz, karar da veremez bazan insanlar... O zaman aklı eren insanlara danışmak; istişare diyoruz buna, meşveret yapmak diyoruz. Bu İslâmî bir şeydir, bunu tavsiye ederim.

SORU: İskender Paşa hakkında bilgi verebilir misiniz?

CEVAP: İskender Paşa, Fatih'in oğlu II. Bayezid'in en sadık vezirlerindendir. İtimadlı veziri, komutanı olduğu için, kendisi İstanbul dışına gittiği zaman, bu zâta emanet edermiş şehrin yönetimini... Demek ki, has, halis, güvenilen itimadlı bir kimse imiş. Trabzon'da da bu tarihlere yakın bir İskender Paşa Camii var... Belki Trabzona da gitmiş, oralara da böyle camiler filân yaptırmış.

Muhtelif yerlere hayrat ü hasenâtı olan itimadlı mübarek bir zât ki, asırlar geçtikten sonra Hocamız (Mehmed Zâhid Kotku) gibi bir zât, caminin cemaati kesilmişken, kurşunları çalınmağa, sökülmeğe başlamışken buraya (İskender Paşa Camii'ne) imam tayin oluyor; ondan sonra, o mübârek zâtın nice nice defalar duasına mazhar oluyor. Camisi genişliyor, büyüyor, canlanıyor, İstanbul'un en faal camilerinden birisi haline geliyor; nice nice hayırlar, ibadetler, taatler yapılıyor. Bunlar da bu zâtın bir mânevî mazhariyeti olduğunu gösteriyor.

Hocamız nereye gitse, orada hatm-i hâcegânı yaptıktan sonra dua ederken, sâdât ve meşâyihimizin adını zikrederdi, arkasından İskender Paşa'ya da dua ederdi. Yâni, Ankara'da da olsa, Konya'da da olsa bu İskender Paşa'yı unutmazdı. Ben de imrenirdim bu adama...
 

Turab3

Well-known member
CİHAD

SORU: "Allah mü'minlerin canını cennet karşılığında satın almıştır." ayet-i kerimesine göre nasıl hareket etmemiz gerekir?

CEVAP: Biliyorsunuz, Tevbe Sûresinde Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:

(İnnallaheşterâ minel mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bienne lehümül cenneh) "Allah cennet mukabilinde, cenneti vermek üzere, müslümanlardan mallarını, canlarını satın aldı." diye bildiriliyor. "Verin canınızı, malınızı; ben de size cenneti vereyim!" diye bir alışveriş...

Bunun için ne yapmak lâzım?.. Allah yolunda cihad etmek lâzım!..

(Yukàtilûne fî sebîlilâhi feyaktulûne ve yuktelûn) "Allah yolunda savaş ederler; öldürürler, ölürler." Nasib artık... Allah yolunda cihad etmek lâzım!.. Böyle olursa Allah cennetine dahil eder. Yolunda çalışanları hayra ulaştırır.

Şimdi, yolunda çalışmanın çeşitli ihtimal ve imkânları vardır. Yolunda çalışmanın bir tanesi, harp çıktığı zaman çarpışmaksa; bir diğeri de, harp olmadığı zaman dini öğretmek için, öğrenmek için ilim yolunda gayret sarfetmektir. İrşad için çalışmaktır. Başka insanları müslümanlığa ısındırmak için çalışmaktır. Gafilleri uyarmak için çalışmaktır. En kıymetli çalışmalar bunlardır. Din böylece yayılır, gelişir.

Sahabe-i Kiram böyle yaptılar, dinimizi dünyanın her yerine tanıtmış oldular. Biz de öyle yaparsak, çok hayırlara ereriz inşaallah... O tarzda gayretli olalım!..

İşte biz onun için, mecmualar çıkartıyoruz. Onun için dergiler, kitaplar çıkartıyoruz, yazılar yazıyoruz. Kitabevleri kurduk. Eğer kendisi ne yapacağını bilemezse, o mecmuaları, kitapları okuyarak, onların okunmasına, yayılmasına gayret ederek de sevabı alır.

SORU: Bosna-Herseğe gidip savaşmamız gerekir mi?

CEVAP: Tabii, herkesin kendisinin özel durumu vardır. O durumları savaşa katılma ve katılmama konusunda sonuca tesir ederler. Meselâ, kendisinin bakmakla mükellef olduğu annesi, babası varsa; o zaman, olmayan birisinin gitmesi ve onun onlarla meşgul olması hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir.

Durumu müsait olanların tabii, gitmesi uygun olur. Müslümanlar bir yerde zulme uğradığı zaman, ötekilerin onların yardımına koşması gerektiği için...

SORU: Türkiye'nin yakın bir zamanda savaşa girme durumu var mı? Bu konuda lütfen bizi aydınlatır mısınız?

CEVAP: Bu Allah'ın bildiği bir şey... İnşallah, Allah'tan diliyoruz ki, Allah huzurumuzu, afiyetimizi daim eylesin...

Dünyanın sağlam, huzurlu bir müslüman ülkesi, biraz gelişmiş, gözde olan bir ülkesi gibiyiz biz Türkiye olarak... Burası da böyle Bosna-Hersek gibi, Kafkasya gibi, Keşmir gibi, Afrika'nın şurası burası gibi olmasın... Temennimiz, güçlü olsun, kuvvetli olsun; yöneticiler basiretli, akıllı hareket etsin... Savaş olmasın, sulh ve sükûn içinde yaşayalım, biz de başkalarına faydalı olalım diye temenni ediyoruz. Ama gazete haberleri ve etraftaki komşu ülkelerin yöneticilerinin fiillerine ve sözlerine bakacak olursanız, insanın geceleyin uyku uyuyacak kadar bile bir rahatı yok... Yunanlı'nın kini, Sırp'ın kini, Rus'un kini, Ermeni'nin kini... Hepsinin böyle müslümanlarla düşmanlıkta ittifak etmesi, var güçleriyle çalışması, bizim çok uyanık olmamız gerektiğini ve her şeye hazır olmamız gerektiğini gösteriyor.

Yâni olur veya olmaz ama, ben şunu diyorum: Olacak gibi hazır olursak, belki olmasına karşı tedbir olur bu... Şâir çok güzel söylemiş:

Hâzır olsa cenge, eğer ister isen sulh ü salâh!..

Yâni; "Eğer sulh istiyorsan, salâh-ı hal istiyorsan, huzur istiyorsan cenge hazır ol!.. Kuvvetli ol, hazır ol da kimse cesaret edip sataşamasın!"

Ama zayıf oldu mu, herkes sataşır. O zaman, ne hanımların rahatı kalır, ne ırzı namusu kalır, ne çocukların rahatı kalır... Görüyorsunuz çeşme kuyruğunda beklerken bir bomba geliyor, mâsum çocuklar yerlere seriliyor, ölüyor... vs. Gazetelerde okuduğumuz acı şeyler... Bütün bunlar, çok kuvvetli hazırlanmamız gerektiğini gösteriyor.

Memleketin iç bünyesinin kuvvetlenmesine çok dikkatli bir şekilde çalışmamız ve dışa karşı da çok kuvvetli, etkili silâhlarla hazırlanmamız gerekiyor. Ne yapıp yapıp nükleer güce de sahip olmamız gerekiyor. Çünkü, nükleer güce sahip olan efelik yapıyor sağa sola... Rusya, işte Almanya'yla anlaştı, Amerika'yla anlaştı, Avrupa'dan çekildi filân derken, geçen gün, "Yeni bir askerî doktrin ilân ediyorum!" dedi. Yâni, "Bana saldıran veya benim anlaşma yaptığım ülkelere saldıran ülkelere karşı nükleer silâh kullanabilirim!" dedi. Halbuki silahsızlanacak, tankları azaltacak vs. diye anlaşmalar yapmıştı. Neden yapıyor bunu, efeliği niye yapıyor?.. Elinde nükleer güç var...

Elinde nükleer güç olan, kuvvetli olan efeliğine devam ediyor. Onun için, bizim de ne yapıp yapıp her türlü güce sahip olmamız lâzım diye düşünüyorum.
 

Turab3

Well-known member
CUMA NAMAZI

SORU: Türkiye'de cuma namazı kılınır mı?

CEVAP: Türkiye'de de cuma namazı kılınır, Almanya'da da kılınır, Fransa'da da kılınır, Belçika'da da kılınır... Tarih boyunca Bizans'ta da kılınmış, başka ülkelerde de kılınmıştır. Cuma namazı kılacak kadar bir kalabalık, bir yerde toplanır da kılabilirlerse, cuma namazı kılarlar. Memleket kâfir memleketi, mü'min memleketi, şu veya bu, ne olursa olsun kılınır muhterem kardeşlerim!

Cuma ile oynamayın!.. Cuma namazı önemli bir namazdır, oyuna gelmez!.. Üç defa cumayı kılmayanın kalbi bir mühürlenir; kafası ondan sonra doğru düzgün çalışmaz olur. Feleğini şaşırır, ne yapacağını bilemez, doğruyu göremez. Kalbi mühürlendi mi, gönlü mühürlendi mi, çok fena duruma düşer insan... Cuma namazını kılın!..

Allah-u Teâlâ: "Benim huzuruma geldiniz, namaz kıldınız. Ben size:

(Yâ eyyühellezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes'av ilâ zikrillâhi ve zerül bey') 'Ey imân edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, alışverişi bırakın da benim huzuruma gelin!' diye emretmişim. Ondan sonra huzuruma gelmişsiniz, namaz kılmışsınız, ben sizi cezalandırır mıyım?" demez mi?.. Allah'ın huzuruna gelip, camiye gelip namaz kılmak ceza mevzuu olur mu?..

--Efendim, rejim kâfir rejimiyse, şöyleyse, böyleyse?..

--O iş başka... "Almanya'da bile kılınır." diyorum anlasana!.. Almanya'da bile kılıyorlar, kabul olmuyor mu?.. Fenâ mı oluyor, Almanya'da kardeşlerimizin gidip de camilerde namaz kıldığı?.. Çok iyi oluyor.

Bizans'ta da kılmışlar. Arap Camii'ni daha İstanbul fethedilmeden önce yapmışlar da orda cuma namazı kılmışlar. Her yerde kılınır, fırsatı buldu mu, kılınır.

Cuma namazı konusunda bazı sözler çıktı, kimisi kılınmaz dedi, herkesin aklı karıştı. Kimisinin de keyfine uygun geliyor, zaten kılmakta zorluklar var; "Kılmayalım!" deyiveriyorlar. Bir de ona ibadet süsü verildi şimdi, bu devirde... Bazıları o havaya girdiler ama, sonra çoğu helâk oldu. Yavaşladı, azaldı bu akım ama, hâlâ bazı şeyler olabiliyor.

SORU: İslâm alimleri niçin cuma meselesini kendi aralarında halletmiyorlar?

CEVAP: Halledilmiş bir mesele... Bizce halledilmemiş bir tarafı yok... Gazetelerde yazıldı; büyük, itibarlı hoca efendiler "Cuma namazı kılınır." diyorlar. Yâni ittifak var, halledilmiş durumda... Kılınmaz diyen bir kimse bilmiyorum ben... Bazı kimseleri söylüyorlardı, "Şu hoca kılınmazmış demiş." filân diye soruşturduk; "Yok hocam, o da demiyor." dediler.

Tek tük istisnâî bazı kimseler olabiliyor. "Rejim küfür rejimi olduğundan kılmayalım!" filân diyorlar ama, rejimin öyle veya böyle olmasıyla bu işin bir ilgisi yoktur. Bu hususlar fıkıh kitaplarına dayanarak, kaynaklara dayanarak çözümlenir.

Bizim --Allah selâmet versin-- Ekrem Hoca bir kitap yazmıştır cuma namazı hakkında, şöyle bir parmak kalınlığında... Halledilmiş bir konudur. Kardeşimiz, o Ekrem Doğanay'ın cuma namazıyla ilgili kitabını okursa, daha geniş bilgi edinebilir. Gayet güzel fıkhî delilleri de toplamıştır.

Halledilmemiş bir mesele değildir, cuma namazı kılınır. Cuma namazınızı kılın!.. Almanya'da da olsanız kılın, Fransa'da da olsanız kılın!.. Çünkü ben Fransa'ya gittim; orda birçok camilerde cuma namazı kılınıyor. Kıldım ve huzur içinde elhamdü lillâh... Kabul olmadığına dair içimde hiç bir tereddüt belirmedi. Fransa'da da kılınır, Almanya'da da kılınır, Türkiye'de de kılınır, başka yerde de kılınır. "Armudun sapı, üzümün çöpü..." dersen, aç kalırsın; ayvayı yersin o zaman...

SORU: "Bu memlekette cuma namazı kılınmaz!" diyenler var; ne buyurursunuz?

CEVAP: Cuma namazı kılınır. Peygamber Efendimiz'in Mekke'de bulunduğu sırada, müslümanlar daha Medine'de hakim değilken, daha cuma suresi inmeden, sahabe Medine'de cuma namazı kılarlardı. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra, henüz daha hakimiyet tamamen müslümanların eline geçmeden, Medine-İ Münevvere'ye doğru giderlerken, Kuba mescidinde Cuma suresi nazil oldu. Orda topluca cuma namazı kıldılar.

Onun için, Peygamber Efendimiz'in zamanında da, ondan sonraki zamanlarda da, müslümanların grup teşkil edebildiği yabancı ülkelerde de --meselâ Bizans'ta Konstantıniyye'de-- cuma namazı kılınmıştır. Halen Avrupa'da, Amerika'da, bir çok yerde, hakimiyet müslümanlarda olmadığı halde cuma namazı kılınıyor. Caizdir, kılınır. Allah kabul etsin, ecirleri çok olsun... Müslümanlar haftada bir toplanmış oluyor.

Ve cuma namazı çok muhteşem bir namazdır, çok yerinde bir namazdır. Her cuma müslümanlar bir araya geliyorlar. O kalabalık bir daha kolay kolay başka hiç bir şekilde toplanamıyor. Her cuma camiler tıklım tıklım doluyor.

Ankara'da hatırlarım caddeler dolar. Herkes birer kâğıt alır, karton alır; caddeler dolar. Hacı Bayram Camii'nin çevresinde vs. camilerde... O kalabalığı bir daha nerde yakalayacaksın?.. Cumayı kıldırmayacak olursan, halka tebliği nasıl yapacaksın?..

O bakımdan; ne hikmete uygun, ne akla uygun, ne nakle uygun, ne fıkha uygun, ne tarihe uygun, ne ayete uygun, ne hadise uygun!..

Kılınır, hiç korkmayın!.. O sözlerin hiç kıymeti yok...

SORU: Dârülharbde cuma namazı kılınır mı?

CEVAP: Kılınır. Kılınmış; Abbasiler varken Bizans'ta, Bizanslılarla savaş edilirken bile, Karaköy'deki Arap Camii'nde cuma namazı kılınmıştır. Halihazırda Avrupa ülkelerinde vs. yerlerde de cuma namazları kılınıyor.

Cuma namazları, müslümanların toplanmasına vesile olduğu için, dağınık olmayıp toplu halde bulunmalarına vesile olduğundan faydalıdır. Kılınmasında hikmet vardır, fayda vardır. Tarihen de öyledir, naklen de öyledir, aklen de öyledir. O bakımdan cuma namazları kılınmalıdır.

SORU: Hristiyan bir ülkede cuma namazı kılmak mümkün olmuyorsa, o müslüman ne yapmalıdır?

CEVAP: Hristiyan bir ülkede müslümanlar bir araya gelebilirlerse, kâfi miktarda iseler cuma namazı kılabilirler, kılmaları lâzım!.. Ama olmuyor, kılınamıyorsa; o zaman, öğle namazını kılacak.

SORU: Askeriyede cami yok; fakat, kendi aramızda bölükte bir oda ayırıp vakit namazımızı kılıyoruz. Orada cuma namazı kılabilir miyiz?

CEVAP: Kılamazlar! Çünkü, cuma namazı kılınacak yerin herkese açık olması lâzım!.. Bir cemaat kapalı bir yerde, herkesin giremeyeceği bir yerde, halka açıklık vasfı tahakkuk etmediği için cuma namazı kılamaz!..

Orası kışla olduğundan da herkesi sokmazlar; "Yasak hemşerim, dur, giremezsin!" der kapıdaki... Onun için olmaz!.. Ama, halka açık, herkesin gelmesine uygun bir yer olsaydı, o zaman kılınabilir idi.

SORU: Ben üniversite öğrencisiyim. Okulda dersler yüzünden cuma namazına gitmekte zorluk çekiyoruz. Bazan derslere giremiyoruz; ne tavsiye edersiniz?

CEVAP: Cuma namazını terketmemeyi tavsiye ederim. Cuma namazı için izin almayı tavsiye ederim. Cuma namazı için izin almalarında, o kardeşlerimize sizin de yardımcı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü, bir kişi söylerse iş kolay yapılmaz ama, herkes kalkıp gider söylerse, "Haa, halk bunu böyle istiyor." diye yaparlar.

Bir hoca tam cuma saatine inadına ders kolyuyor, "Gelmeyene sıfır vereceğim!" diyor. Topluca gidilip söylenirse; veyahut milletvekillerine söylenip, "Cuma saatine bir şey konulmasın, ibadetlere engel olunuyor." filân denilirse; veya "Cuma günü tatil olsun!" diye baskı yaparsanız, yaptırtırsanız, milletvekiliniz vekilinizse; o zaman işler düzelir. Çalışmak lâzım!..

SORU: Cumadan sonraki zuhr-i ahir için mantıksızdır diyorlar; kılınmamalı mı?

CEVAP: Bu bir ictihaddır. Fukahâmız öyle ictihad etmişler. Onun sebebi fıkıh kitaplarında yazılmıştır. Cumanın kabul olunmaması karşısında, "Kılmam gereken en sonuncu öğle namazını kılıyorum." diye kılınan bir namazdır.

SORU: Okula gidiyorum, cumayı kaçırıyorum; ne yapmalıyım?

CEVAP: Tabii bu bir umûmî belâdır. Memleketin üzerine gelmiştir bu gibi şeyler... İbadetleri yapmakta zorluklar oluyor, şartlar zor oluyor. Bütün müslümanların bu zor şartları düzeltmeğe, değiştirmeğe çalışması lâzım gelir. Haksızlığı haklı tarafa götürmeğe çalışması lâzım gelir. Bu arada tabii, bu işi yapamayanlar yapabilmenin şartlarını araştırmalı!.. Mahzuru yoksa cuma günü o vakitlerde gidivermeli... Herhangi bir şekilde kılamıyorsa, o zaman o günün öğle namazını kılması gerekiyor. Kaçırmamağa çalışmalı...
 
Üst