Gelin hep birlikte bir tespitte bulunalım. Diyelim ki bir yazar, roman yazmaya karar vermiş. Önce hummalı bir çalışma başlar. İlk olarak romanın yazılacağı yer tespit edilir; ya deniz sahilinde bir villadır, ya da boğaza bakan manzaralı bir yerdir.
Eve göz gezdirdiğimizde, her türlü konforun olduğunu göreceğiz. Güzel bir masa, üstünde daktilo, yanı başında telefonu vardır. Yorulduğu zaman kahvesini; açlığında da yemeği pişirecek bir iki hizmetçinin olması da normaldir. Aynı yerde; yerli yabancı bir sürü kitap, bakabileceği bir o kadar ansiklopedi, kendisine cesaret ve moral verecek bir sürü de insan hep yanındadır.
Bu kadar geniş imkanlara sahip bir yazar, elbette kitabını tanıtmakta da fazla zorlanmayacaktır. Daha roman yazarken; gazeteciler, televizyoncular eve koşuşur; böylece romanın varlığından herkes haberdar olur.
Nihayetinde matbaalar bu romanı basar, kitapçılar vitrine koyar, filmciler onun adıyla bir de film yapar, bizim yazar da paraları bir güzel cebe indirir, boğazı seyrederken de ne büyük bir yazar olduğunu düşünerek, sigarasından keyifle birkaç nefes çeker…
Altı ayda tamamlanan romanı elinize aldığınız zaman, karşı cinsten iki kişinin aşkları, birbirlerine söyledikleri birkaç boyalı sözden başka bir şey bulmanız mümkün değildir. Biz yine de Türkiye’de kitap yazılmasının ve okunmasının yanındayız. İtirazımız romanın daha yüksek gayelere hizmet etmesi gerektiği, insanımıza daha geniş ufuklar açması içindir.
Bu roman birkaç baskı yapar, sonra tozlu raflardaki yerini alır, unutulur gider…
Şimdi gelin; bir başka yazardan, bir başka kitaptan bahsedelim.
Bediüzzaman hücrededir. Masası, daktilosu, telefonu yoktur. Kağıdı, kalemi, katibi de yoktur. Fakat kaderin tecellisine bakın ki, şu daracık yerde iken, kalbine Kur’an’dan akıp gelen ummanlar vardır. İçi doludur ve kıpır kıpır dır. Bir an önce bu ummanlara muhtaç kalplere boşaltmak, kavrulan gönüllere akıtmak istemekte. Bu kadar mücevherat, bu kadar zümrüt, gizli mi kalsın? Bu Kur’ani hadiseden haberdar olmak, insanların hakkı değil mi?
İşte bunun yolu… kese kağıtları, meydancı ve fedakar birkaç insan…
O çilekeş insan; bu hakikatleri tek tek kese kağıtlarına yazıyor, meydancıya veriyor, meydancıda karşı koğuştaki talebelerine iletiyor, onlar da gelen ziyaretçilere veriyor, daha sonra lamba ışığında yazılıyor ve diğer köylere, diğer beldelere ulaştırılarak hizmet tamamlanıyor.
Kim inanır ki, koskoca bir umman; elle tırnakla arklar açılarak, hem de hapishane hücresinden memleketin dört bir yanına akıtılacak, kuruyan topraklar o o su ile yemyeşil olacaktır. Elbette Allah’ın kudreti noktasından bakılırsa kolay kabul edilecektir. Yoksa bin kere “ nasıl olur, bu imkansız” denilecektir.
Acaba kaç aydınımız bilir ki; bir çok insanın imanını kurtaran, vatan ve millet sevgisi aşılayan, ilmi değeri çok yüksek, üstelik Risale-i Nur’un da en müşkil bir çok eseri hapishanede kaleme alınmıştır. Ve yine Bediüzzaman tarafından da o eserlere çeşitli namlar takılmıştır. “ Denizli Hapishanesinin Meyvesi, Afyon Hapishanesinin Meyvesi” gibi.
Şu masamın üstünde bulunan kırmızı kitaplara baktığım zaman; toprağımızın, suyumuzun, havamızın kokusunu duyuyorum.
Onları seyrederken, Anadolu’ma atılan bir ilahi tohumun, bir ilahi çekirdeğin, kudret eliyle, nasıl muhteşem bir ağaç olarak dal budak saldığını görüyorum.
Onları seyrederken, sabahlara kadar, kan-ter içinde kalarak yazan elleri öpmek geliyor içimden.
Ve onları seyrederken, hem o insanları, hem de bu kitapları, baskılı bir devrin, galip olmuş birer gazisi olarak görüyorum…
Ke Yazs - Bir Mukayese - VanAsyaNur
Eve göz gezdirdiğimizde, her türlü konforun olduğunu göreceğiz. Güzel bir masa, üstünde daktilo, yanı başında telefonu vardır. Yorulduğu zaman kahvesini; açlığında da yemeği pişirecek bir iki hizmetçinin olması da normaldir. Aynı yerde; yerli yabancı bir sürü kitap, bakabileceği bir o kadar ansiklopedi, kendisine cesaret ve moral verecek bir sürü de insan hep yanındadır.
Bu kadar geniş imkanlara sahip bir yazar, elbette kitabını tanıtmakta da fazla zorlanmayacaktır. Daha roman yazarken; gazeteciler, televizyoncular eve koşuşur; böylece romanın varlığından herkes haberdar olur.
Nihayetinde matbaalar bu romanı basar, kitapçılar vitrine koyar, filmciler onun adıyla bir de film yapar, bizim yazar da paraları bir güzel cebe indirir, boğazı seyrederken de ne büyük bir yazar olduğunu düşünerek, sigarasından keyifle birkaç nefes çeker…
Altı ayda tamamlanan romanı elinize aldığınız zaman, karşı cinsten iki kişinin aşkları, birbirlerine söyledikleri birkaç boyalı sözden başka bir şey bulmanız mümkün değildir. Biz yine de Türkiye’de kitap yazılmasının ve okunmasının yanındayız. İtirazımız romanın daha yüksek gayelere hizmet etmesi gerektiği, insanımıza daha geniş ufuklar açması içindir.
Bu roman birkaç baskı yapar, sonra tozlu raflardaki yerini alır, unutulur gider…
Şimdi gelin; bir başka yazardan, bir başka kitaptan bahsedelim.
Bediüzzaman hücrededir. Masası, daktilosu, telefonu yoktur. Kağıdı, kalemi, katibi de yoktur. Fakat kaderin tecellisine bakın ki, şu daracık yerde iken, kalbine Kur’an’dan akıp gelen ummanlar vardır. İçi doludur ve kıpır kıpır dır. Bir an önce bu ummanlara muhtaç kalplere boşaltmak, kavrulan gönüllere akıtmak istemekte. Bu kadar mücevherat, bu kadar zümrüt, gizli mi kalsın? Bu Kur’ani hadiseden haberdar olmak, insanların hakkı değil mi?
İşte bunun yolu… kese kağıtları, meydancı ve fedakar birkaç insan…
O çilekeş insan; bu hakikatleri tek tek kese kağıtlarına yazıyor, meydancıya veriyor, meydancıda karşı koğuştaki talebelerine iletiyor, onlar da gelen ziyaretçilere veriyor, daha sonra lamba ışığında yazılıyor ve diğer köylere, diğer beldelere ulaştırılarak hizmet tamamlanıyor.
Kim inanır ki, koskoca bir umman; elle tırnakla arklar açılarak, hem de hapishane hücresinden memleketin dört bir yanına akıtılacak, kuruyan topraklar o o su ile yemyeşil olacaktır. Elbette Allah’ın kudreti noktasından bakılırsa kolay kabul edilecektir. Yoksa bin kere “ nasıl olur, bu imkansız” denilecektir.
Acaba kaç aydınımız bilir ki; bir çok insanın imanını kurtaran, vatan ve millet sevgisi aşılayan, ilmi değeri çok yüksek, üstelik Risale-i Nur’un da en müşkil bir çok eseri hapishanede kaleme alınmıştır. Ve yine Bediüzzaman tarafından da o eserlere çeşitli namlar takılmıştır. “ Denizli Hapishanesinin Meyvesi, Afyon Hapishanesinin Meyvesi” gibi.
Şu masamın üstünde bulunan kırmızı kitaplara baktığım zaman; toprağımızın, suyumuzun, havamızın kokusunu duyuyorum.
Onları seyrederken, Anadolu’ma atılan bir ilahi tohumun, bir ilahi çekirdeğin, kudret eliyle, nasıl muhteşem bir ağaç olarak dal budak saldığını görüyorum.
Onları seyrederken, sabahlara kadar, kan-ter içinde kalarak yazan elleri öpmek geliyor içimden.
Ve onları seyrederken, hem o insanları, hem de bu kitapları, baskılı bir devrin, galip olmuş birer gazisi olarak görüyorum…
Ke Yazs - Bir Mukayese - VanAsyaNur