Birinci Kısım - Sayfa 95
Bu Onuncu Meseleye bir hâtime olarak iki haşiyedir:
Birincisi:
Bundan on iki sene evvel
1 işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.
Fakat Risale-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri kat’î ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakikîtercümesi kàbil değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ınmeziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat ozındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilemiyorum.
İkinci haşiye:
Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbekârâne ve câzibedârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemâl-i neş’e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu firakların, zevâllerin hüzünleri başıma toplandı.
[NOT]Dipnot-1
Bu risalenin telifinden on iki sene evvel.
[/NOT]
adem: hiçlik, yokluk | ahmakâne: ahmakça |
akîm bırakmak: neticesiz, sonuçsuz bırakmak | beşer: insan |
cem’iyetli: kapsamlı | cerh etmek: çürütmek |
cezbedârâne: kendinden geçerek | cilve: görüntü, yansıma |
câzibekârâne: cazibeli şekilde | cüz’î: ferdî, küçük, basit |
dehşetli: korkunç, ürkütücü | divanecesine: delicesine |
firak: ayrılık | gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık |
gamlı: üzüntülü | hakikat-ı hal: durumun gerçek yönü |
hakikî: gerçek, doğru | halka-i zikr: zikir halkası |
haşiye: dipnot, açıklayıcı not | hâlet: durum, hal |
hâtime: sonuç, son bölüm | hüccet: kesin delil |
ihsas: hissettirme | ihtar: hatırlatma, uyarı |
intişar: yayılma | kat’î: kesin bir şekilde |
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri | kemâl-i neş’e: tam bir neşe ve sevinç |
kesretli: çoğunlukta | lisan: dil |
lisan-ı Arabî: Arap dili, Arapça | lisan-ı nahvî: Arap dilinin bir vasfı; girift çok boyutlu cümle yapısı, intizam ve kaidelere bağlı olan belâğat dili |
lâtif: tatlı, şirin, hoş | meziyet: üstün özellik |
muannid: inatçı, direnen | muhafaza etmek: korumak |
mu’cizane: mu’cizeli bir şekilde | müfarakat: ayrılıklar |
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse | nâzenin: ince, narin, duyarlı |
nükte: ince anlamlı söz | raks: dans, oyun |
suret: biçim, şekil | tabir: açıklama, ifade |
tahliye: serbest bırakma, bırakılma | tekrarat: tekrarlar |
zevâl: gelip geçicilik | zîhayat: canlı, hayat sahibi |
zındık: dinsiz | âdi: basit, değersiz |