'Bizi anlayamadılar'
04 Haziran 2011 Cumartesi 07:03
Bediüzzaman Hazretleri, Lem'alar kitabında yer alan meşhur İhtiyarlar Risalesi'nin bir yerinde "Aklımda kalmış..." deyip kaynak göstermeden Arapça bir söz nakleder: "Eğer dostlardan ayrılık olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelip alsın." Sonra da kendi yorumunu ilave eder: "Demek insanı en çok öldüren, dostlardan ayrılıktır." Doğru. İnsanı en çok öldüren dostlardan ayrılık. Pekala ya hiç dostu olmama? Şöyle demek daha uygun olur sanırım: Var olan dostların, dost bilinen insanların anlamaması, insanı hangi ölçüde öldürür?
Bediüzzaman Hazretleri kendisi ile birlikte hapiste olmak için can atan ve o günkü idari sistemin suç saydığı risaleleri okuma suçunu şuurluca işleyerek hapse giren dostlara sahipti. Böylesi bir insanın böylesi dostlarından ayrılığını ölüm diye nitelendirmesi kadar tabii ve fıtrî bir şey olamaz. Pekala; dost bilinen binler, milyonlar içinde yalnız hem de yapayalnız insan hakkında ne düşünürsünüz? Yakın ve uzak dairedeki dostların, aynı kaderi, aynı inancı, aynı düşünceyi paylaştığı insanların kendisini anlamamaları karşısında o insan ne düşünür, nasıl davranır? Sözü uzatmaya gerek yok; şahsen ben Hocaefendi'nin bu ikinci kategoride yerini alan insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Bakın anlatayım: Geçen gün üç-beş insanın bulunduğu dar bir dairede otururken başkalarının en genel manada hizmeti anlamamalarından, anlayamamalarından dert yandı. Ben, dert yandı diyorum, siz isterseniz 'mevcut manzarayı resmetmiş, hakikate tercüman olmuş' diyebilirsiniz. "Ne içeridekiler ne de dışarıdakiler anladı bizi." dedi. Yürekleri dağlayan içli bir ses tonu ile söyledi bunu. Ardından gözlerini bir noktaya dikti ve düşündü. Teselli ve tesliye arayışındaydı ihtimal. Nitekim tahminim doğru çıktı. Raftaki Kur'an'ına işaret etti ve çoğu zaman yaptığı gibi tefe'üle başvurdu. Elde Kur'an, gözler kapalı, dudaklarda dua ve açılan Kur'an yaprağı. Şu ayet çıktı: "İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) Nispeten tebessüm bahşeden bir yüzle Kur'an'ı kapatırken ağzından şu cümleler dökülüyordu: "Bizi anlayamadılar."
"Kaç defa düşündüm; insanca bir mektup yazayım diye; yapılan ithamların yanlışlığını, birilerinin oyuna getirmesi ile söylenen sözlerin, yapılan yorumların doğru olmadığını, rencide olan hislerimi insanca kaleme alayım dedim ama Mümtaz'er Türköne ve Faruk Mercan'ın programının ismindeki gibi "endaze" yok. Güvenemiyorsun. İnsanca hislerle yazdığın şeyleri yıllar sonra bile olsa, hiç akla hayale gelmedik yerlere çekiyorlar; yağcılıkla suçluyorlar." Bir müddet durdu ve kaldığı yerden devam etti: "Sağ-sol, maalesef denge yok; ölçü kaybolmuş. Üslup bozukluğuna kendilerini kaptırmışlar gidiyorlar."
O an birisi bana, "Anlaşılamamanın verdiği hüzün ve o hüznün neticesi olan acının, ıstırabın maddi izini, eserini insanda görmek mümkün müdür?" diye sorsaydı, benim ona cevabım, "Başka delil aramaya hacet yok; bak şu simaya..." olurdu. Sadece son hadiseler değil; belki 70 yılı aşkın bereketli bir ömrün biriktirdiği ve sürekli içe akıttığı hüznün dışa yansımasıdır; hatta dışa yansıyan da buzdağının görünen kısımlarıdır derdim. Bir de o hüzün sahibinin hatıralar âlemine dalsan, gerçek derinliği o zaman görürsün ve hayretler edersin; bu acıların, bu ıstırapların içeride tutulması bile insanı Hz. Eyyüp misali sabır kahramanı yapmaya yeter diye de ilave ederdim. Bilmem ki sözün geldiği bu aşamada, "Seni anlayamadık! Hakkını helal et Hocam." demem bir mana ifade eder mi? Bir itiraf olarak kabul edilir mi? Daha da ötesi bir mazeret olarak kabullenilip affımıza vesile olur mu? Bilmiyorum? Keşke bilsem!
Siz, bu ara fasılda söylediğim şeyleri düşünedurun ben kaldığım yerden devam edeyim; "Takılıp kalmamak lazım bunlara..." dedi her zamanki büyüklüğünü göstererek. "Bilmezlik de yapmayalım; görelim bu hakikatleri ama işimize devam edelim. Tavrımızı bozmadan, çizgimizi değiştirmeden, İslami karakterimizden taviz vermeden devam edelim. Milletimiz için, dinimiz için, vatanımız için ve bütün insanlık için yaptığımız şeylere hız kesmeden devam edelim. Dua edelim Allah'a ve diyelim ki 'insanlığın hayrından başka hiçbir şey düşünülmeyen şu hizmetlerin hayata geçirilmesi adına bizlere güç, kuvvet ve cesaret ver Allah'ım!' diyelim."
Zihni, kalbi, ruhu, bedeni bu düşüncelerle öylesine dolu idi ki adeta etrafındaki insanların ne dediklerini duymuyor, apayrı bir âlemin zemininde yaşıyor gibiydi. Birisi devreye girdi, bir şey soracak oldu; karşılığı Yunus Emre'nin "Bir ben vardır bende, benden içerû" şiirine atıfla, "Beni bana sormayın, ben bende değilem; Bir ben vardır bende; benden içerû" oldu.
Din, iman, millet ve insanlık derdiyle bu kadar hemhal olup farklı bir zeminde imrar-ı hayat eden bu Zat'a, eğer su-i edeb olmazsa Yunus'un yukarıda bahsi geçen şiirinin devamında yerini alan şu dizeleri armağan etmek isterim: "Tecelliden nasip erdi kimine/ Kiminin maksudu bundan içerû/ Senin aşkın beni benden alıptır/ Ne şirin dert bu, dermandan içerû."
Sizleri hayalen götürmeye çalıştığım sohbet ortamına damgasını vuran cümle sizin de tahmin ettiğiniz gibi; bizi anlayamadılar. Bu söz benim zihnimde ayrı bir kapı açtı. Rivayete göre Bediüzzaman Hazretleri, Urfa seyahatine çıkarken en yakınında bulunan talebelerine iki kelimeden müteşekkil aynı cümleyi söylemiş: "Bizi anlayamadılar!"
Tarih tekerrür mü ediyor acaba diye düşünmeden edemiyor insan ve soruyor kendi kendine ne yapabilirim diye. Cevabı basit; derde ortak olmak. Derman arayışında birlikte çalışmak, çabalamak, gayret göstermek. Fiili veya sözlü ona yol arkadaşlığı, can yoldaşlığı yapmak. Dergâh–ı İlahi'nin kapısının tokmağına birlikte dokunmak ve kapıya birlikte vurmak.
Allah bizi, 'bizi anlayamadılar' sözünün muhatapları arasına koymasın. Amin.
Zaman
04 Haziran 2011 Cumartesi 07:03
Bediüzzaman Hazretleri, Lem'alar kitabında yer alan meşhur İhtiyarlar Risalesi'nin bir yerinde "Aklımda kalmış..." deyip kaynak göstermeden Arapça bir söz nakleder: "Eğer dostlardan ayrılık olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelip alsın." Sonra da kendi yorumunu ilave eder: "Demek insanı en çok öldüren, dostlardan ayrılıktır." Doğru. İnsanı en çok öldüren dostlardan ayrılık. Pekala ya hiç dostu olmama? Şöyle demek daha uygun olur sanırım: Var olan dostların, dost bilinen insanların anlamaması, insanı hangi ölçüde öldürür?
Bediüzzaman Hazretleri kendisi ile birlikte hapiste olmak için can atan ve o günkü idari sistemin suç saydığı risaleleri okuma suçunu şuurluca işleyerek hapse giren dostlara sahipti. Böylesi bir insanın böylesi dostlarından ayrılığını ölüm diye nitelendirmesi kadar tabii ve fıtrî bir şey olamaz. Pekala; dost bilinen binler, milyonlar içinde yalnız hem de yapayalnız insan hakkında ne düşünürsünüz? Yakın ve uzak dairedeki dostların, aynı kaderi, aynı inancı, aynı düşünceyi paylaştığı insanların kendisini anlamamaları karşısında o insan ne düşünür, nasıl davranır? Sözü uzatmaya gerek yok; şahsen ben Hocaefendi'nin bu ikinci kategoride yerini alan insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Bakın anlatayım: Geçen gün üç-beş insanın bulunduğu dar bir dairede otururken başkalarının en genel manada hizmeti anlamamalarından, anlayamamalarından dert yandı. Ben, dert yandı diyorum, siz isterseniz 'mevcut manzarayı resmetmiş, hakikate tercüman olmuş' diyebilirsiniz. "Ne içeridekiler ne de dışarıdakiler anladı bizi." dedi. Yürekleri dağlayan içli bir ses tonu ile söyledi bunu. Ardından gözlerini bir noktaya dikti ve düşündü. Teselli ve tesliye arayışındaydı ihtimal. Nitekim tahminim doğru çıktı. Raftaki Kur'an'ına işaret etti ve çoğu zaman yaptığı gibi tefe'üle başvurdu. Elde Kur'an, gözler kapalı, dudaklarda dua ve açılan Kur'an yaprağı. Şu ayet çıktı: "İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır." (Meryem, 96) Nispeten tebessüm bahşeden bir yüzle Kur'an'ı kapatırken ağzından şu cümleler dökülüyordu: "Bizi anlayamadılar."
"Kaç defa düşündüm; insanca bir mektup yazayım diye; yapılan ithamların yanlışlığını, birilerinin oyuna getirmesi ile söylenen sözlerin, yapılan yorumların doğru olmadığını, rencide olan hislerimi insanca kaleme alayım dedim ama Mümtaz'er Türköne ve Faruk Mercan'ın programının ismindeki gibi "endaze" yok. Güvenemiyorsun. İnsanca hislerle yazdığın şeyleri yıllar sonra bile olsa, hiç akla hayale gelmedik yerlere çekiyorlar; yağcılıkla suçluyorlar." Bir müddet durdu ve kaldığı yerden devam etti: "Sağ-sol, maalesef denge yok; ölçü kaybolmuş. Üslup bozukluğuna kendilerini kaptırmışlar gidiyorlar."
O an birisi bana, "Anlaşılamamanın verdiği hüzün ve o hüznün neticesi olan acının, ıstırabın maddi izini, eserini insanda görmek mümkün müdür?" diye sorsaydı, benim ona cevabım, "Başka delil aramaya hacet yok; bak şu simaya..." olurdu. Sadece son hadiseler değil; belki 70 yılı aşkın bereketli bir ömrün biriktirdiği ve sürekli içe akıttığı hüznün dışa yansımasıdır; hatta dışa yansıyan da buzdağının görünen kısımlarıdır derdim. Bir de o hüzün sahibinin hatıralar âlemine dalsan, gerçek derinliği o zaman görürsün ve hayretler edersin; bu acıların, bu ıstırapların içeride tutulması bile insanı Hz. Eyyüp misali sabır kahramanı yapmaya yeter diye de ilave ederdim. Bilmem ki sözün geldiği bu aşamada, "Seni anlayamadık! Hakkını helal et Hocam." demem bir mana ifade eder mi? Bir itiraf olarak kabul edilir mi? Daha da ötesi bir mazeret olarak kabullenilip affımıza vesile olur mu? Bilmiyorum? Keşke bilsem!
Siz, bu ara fasılda söylediğim şeyleri düşünedurun ben kaldığım yerden devam edeyim; "Takılıp kalmamak lazım bunlara..." dedi her zamanki büyüklüğünü göstererek. "Bilmezlik de yapmayalım; görelim bu hakikatleri ama işimize devam edelim. Tavrımızı bozmadan, çizgimizi değiştirmeden, İslami karakterimizden taviz vermeden devam edelim. Milletimiz için, dinimiz için, vatanımız için ve bütün insanlık için yaptığımız şeylere hız kesmeden devam edelim. Dua edelim Allah'a ve diyelim ki 'insanlığın hayrından başka hiçbir şey düşünülmeyen şu hizmetlerin hayata geçirilmesi adına bizlere güç, kuvvet ve cesaret ver Allah'ım!' diyelim."
Zihni, kalbi, ruhu, bedeni bu düşüncelerle öylesine dolu idi ki adeta etrafındaki insanların ne dediklerini duymuyor, apayrı bir âlemin zemininde yaşıyor gibiydi. Birisi devreye girdi, bir şey soracak oldu; karşılığı Yunus Emre'nin "Bir ben vardır bende, benden içerû" şiirine atıfla, "Beni bana sormayın, ben bende değilem; Bir ben vardır bende; benden içerû" oldu.
Din, iman, millet ve insanlık derdiyle bu kadar hemhal olup farklı bir zeminde imrar-ı hayat eden bu Zat'a, eğer su-i edeb olmazsa Yunus'un yukarıda bahsi geçen şiirinin devamında yerini alan şu dizeleri armağan etmek isterim: "Tecelliden nasip erdi kimine/ Kiminin maksudu bundan içerû/ Senin aşkın beni benden alıptır/ Ne şirin dert bu, dermandan içerû."
Sizleri hayalen götürmeye çalıştığım sohbet ortamına damgasını vuran cümle sizin de tahmin ettiğiniz gibi; bizi anlayamadılar. Bu söz benim zihnimde ayrı bir kapı açtı. Rivayete göre Bediüzzaman Hazretleri, Urfa seyahatine çıkarken en yakınında bulunan talebelerine iki kelimeden müteşekkil aynı cümleyi söylemiş: "Bizi anlayamadılar!"
Tarih tekerrür mü ediyor acaba diye düşünmeden edemiyor insan ve soruyor kendi kendine ne yapabilirim diye. Cevabı basit; derde ortak olmak. Derman arayışında birlikte çalışmak, çabalamak, gayret göstermek. Fiili veya sözlü ona yol arkadaşlığı, can yoldaşlığı yapmak. Dergâh–ı İlahi'nin kapısının tokmağına birlikte dokunmak ve kapıya birlikte vurmak.
Allah bizi, 'bizi anlayamadılar' sözünün muhatapları arasına koymasın. Amin.
Zaman