Huseyni
Müdavim
Fatih Sultan Mehmed
Manisa’da geçirdiği ikinci şehzadelik devrinde, ilim ve san'at merkezleri arasında gidip gelirken, sürekli okuduğu tarih sayfaları içinde, eski cihangirlerin meziyetleri kadar kusurlarını da tartmış, İskender’ler, Sezar’lar, Cengiz’ler, Timur’lar hakkında hükmünü vermişti. Bu imparatorlar, felsefesiz ve sistemsiz kimselerdi. Bu yüzden de, sadece istilâcılıkta kalan, bir kibrit alevi gibi kısa sayılacak saltanatlarını kaybederek sönüp gitmişlerdi.
Fatih ise daha çocukluğunda babasından “aklın gücünün kılıçtan daha üstün olduğu” dersini almıştı. Hocalarından ise o zamanın bütün dinî ve fennî bilgilerini öğrenmiş; daha gençlik çağlarında ders aldığı bazı hocalarını bile geride bırakan bir “âlim” olmuştu.
Fatih, aynı zamanda, devletin topraklarını genişleterek, başka milletleri hükümranlığı altına alarak “Devlet-i ebed müddet” olunamayacağını, kılıç hâkimiyetinin er ya da geç kırılacağını, kalıcılığı sağlamak için ilme dayanmak gerektiğini, asıl ruh plânında büyümek icap ettiğini daha şehzadeliğinde anlamış ve buna göre kendini yetiştirmiş bir padişahtı.
Bundan dolayı Fatih’in hamlelerinde, akıl, bilim ve plân daima yerini korumuştur. Böyle aklın kontrolündeki güç ile, sahra topunu keşfetmiş, büyük Şahi toplarının plânlarını çizip döktürmüş, donanma gemilerini bir gecede karadan yüzdürüp Haliç’e indirmiş, denize çabucak köprü kurdurmuş, üç buçuk ay gibi kısacık bir sürede Rumelihisarı’nın plânlarını bizzat çizip inşa ettirmiş, daha nice kendine özgü üstün görüşüyle başarılı bir komutan olmuştur. Yaptığı seferler ve kazandığı zaferler bunun en açık delili olarak ortadadır. Ayrıca kendisine yardımcı olarak başarılı askerler de yetiştirmiştir.
31 yıllık saltanatı süresince, 1453-1481 seneleri arasında yaptığı fütuhatla, başta Bizans olmak üzere irili ufaklı 12 devleti Osmanlı topraklarına katmıştır.
Seferlerin haricinde kalan zamanlarında, seferberlik hâlinde memleketi imar etmiştir. Yollar, kervansaraylar, camiler ve onun da çok önem verdiği külliye inşaatlarıyla, kendisine hayran bırakan eserler yaptırmıştır.
Bir de kendisi de bir ilim adamı olan Fatih, dünyanın tanınmış merkezlerinden seçkin ilim ve san'at adamlarını İstanbul’a getirterek, İstanbul’u dünyanın bilim ve san'at merkezi yapmayı hedeflemiştir. Zaten onun en büyük zevki de, sahasında söz sahibi insanlarla ilmî sohbetler etmekti. Sık sık ilim adamlarıyla sohbetler düzenler, kendisi de bir padişah sıfatıyla değil onlardan biri olarak bu meclislere katılırdı. Zaman zaman, çeşitli konular ortaya atar, sohbeti kızıştırır, yeni ufuklar, yeni bakış açıları için etrafındakileri teşvik ederdi. Çoğu kez, konuştuğu ilim ve san'at erbabını, bilgisi karşısında hayran bırakmıştı.
Böyle bir insan olan Fatih Sultan Mehmed, başarıdan başarıya koşan bir hayat yaşadı. Kıyaslandığında çok daha küçükleri bile başkalarının başını döndürüp sarhoş ederken, nice başarıları Fatih’in şükrünü ve şevkini arttırdı.
Büyük Sultan, bütün insanları, bütün dünyayı kucaklayan bir ideale sahipti. Gayreti de, arzusu da, fikirleri de şahikalardaydı. Onun idealinde, herkesin dinini, düşüncesini özgürce yaşadığı, sanatını gönlünce icra ettiği tek bir dünya devleti vardı. Siyasetin de fatihi oldu. Takip ettiği iç politika Anadolu birliğini kurmaktı. Dış politikada ise, Müslümanların düşmanı Katoliklere karşı Ortodokslarla yakın olup, onları himaye edip Katolikleri zayıflatmak… Her iki politikada da başarılı oldu.
Deha imkânsız zannedilende mümkünü görebilmek değil mi; onun ömrü de nice imkânsız görünende mümkünleri görmekle geçti. Bütün bu başarıları rastgele değildi elbette. O, o kadar çalışıp didiniyordu ki, dinlenmeye vakit ayırmıyordu; yeri geliyor bir ırgat gibi taş taşıyor, yeri geliyor seferde dağlara taşlara kan ter içinde yaya olarak tırmanıyor, yeri geliyor uyku bile uyumuyordu. Bütün bunları kendi saltanatını sürmek, zevkini tatmin etmek için de yapmıyordu. Çünkü elindeki onca imkânlara rağmen zevkü sefayla ilgilenmedi bile. Onun büyük bir gayesi vardı: “mücahid-i fîsebîlillah” olmak. Yani Allah yolunda gayret eden, Allah’ın dini için çalışan, hayırların hâkim olup, şerlerin giderilmesi için uğraşan bir insan olmak.
Böyle kendi şahsî menfaatleri adına hareket etmediği için, mütevazılığı ve sultanlığı şahsında başarıyla birleştirebilmiş bir insan oldu. Osmanlının o parlak fetih başarılarından daha göz alıcı bir başarısı da gönülleri fethetmesi değil midir? Fatih’i yetiştiren gelenek, hükmetmeyle beraber sevmeyi, şefkati ve hoşgörüyü de öğretmişti ona.
Aslında İstanbul’u bile kan dökmeden almak istemişti. Belki de Âlemlerin Efendisinin (asm) Mekke’yi kan dökmeden almasından ilhamla, İstanbul için böyle bir fetih arzuluyordu. Dalkavukluğa, riyaya, yapmacık hareketlere beş para kıymet vermezdi. Tek aradığı samimiyet ve hakperestlikti. Övgü dolu nice dizelerin arasından, sade ve basit ifadelerle samimî dilekler taşıyan bir çobanı ödüllendirmişti. Gerekçesi ise, onun “samimî” olmasıydı..
Fatih, bir idareci olarak, kabiliyetli insanları değerlendirmeyi de bildi. Onun yanında kim olursa olsun, müslim-gayrimüslim, tanınmış-tanınmamış.. yetenekli olduğu takdirde lâyık olduğu yere getirilirdi. Hizmet etmek isteyene kapıları ardına kadar açıyordu. Osmanlı tarihinin şanlı isimlerinden birisi olan Gedik Ahmet Paşa buna ne güzel örnektir: Tebdil-i kıyafetle halkın arasına çıkan Fatih, onu keşfettiğinde o basit bir aşçı olarak yaşıyordu.
Azınlıklara adalet ve müsamaha ile davrandı, asla zulmetmedi. Dinlerini istedikleri şekilde yaşamalarına izin verdi. Avrupalılar, İstanbul’un fethinin ardından karalama kampanyaları başlattılarsa da, yine de Fatih Sultan Mehmed’e düşmanlık beslemeleri yersizdir aslında. Çünkü fetih sonrası uygulamalarıyla insan hakları, özgürlükler, fikir ve düşünce hürriyetinin ne demek olduğunu Avrupa’ya ve dünyaya gösterdi. Rönesans’ı ilham ederek, ortaçağın karanlıklarından sıyrılabilmelerinin yolunu açtı. İstanbul’u almıştı ama yeni bir hayat tarzı vermişti, onu takdir etmeye bu yetmez mi?..
Böyle bir fatih Avrupa’dan çıksaydı ve böyle başarıları olsaydı, onlar şüphesiz ki, onu koyacak yer bulamazlardı..
Fatih, sergilediği adalet, hoşgörü, çalışkanlık, ilim aşkı, şefkat, alçakgönüllülük, tevekkül ve kanaatle, İslâmiyet’in ve Müslümanların yüz akı oldu. Çünkü İslâm terbiyesiyle yetişmiş ve kendisine örnek olarak Peygamber Efendimizi (asm) almıştı. Hayatıyla, imanın bir insanı nasıl yücelttiğinin güzel bir örneğini gösterdi. İşte iman insanı böyle insan eder; sultan etti mi, Fatih gibi sultan eder.
Aslında Fatih Sultan Mehmed için en yüce, en büyük, en önemli başarı, Peygamber Efendimizin iltifatına ve müjdesine mazhar olmaktı; bütün gayesi ve çalışmasında hedefi buydu. Bu uğurda bütün samimiyeti ve gayretiyle çalıştı, Allah da (cc) onu bu emeline ulaştırdı.
Biz ne kadar anlatmaya çalışsak da, bu büyük ve güzel insanı en iyi, yine kendi hayatı ve yaptıkları anlatmaktadır, anlatacaktır.
Suat ÜNSAL
29.05.2009
Elif-Yeniasya